Freud ve Lacan’a kötü insan oldukları için mi karşıyız?
Birinci büyük savaş patlak verir. Yine Breger’in kitabından:
“Daima politikadan uzak duran ve önceki yıllarda pek vatanseverlik sergilememiş olan Freud, kitlesel ulusal birlik ifadesine kendisini kaptırmıştı. Abraham’a yazdığı bir mektupta, düşmanlıkların patlak vermesinden duyduğu heyecandan bahsediyordu. ‘Otuz yıldır ilk olarak kendimi bir Avusturyalı gibi hissediyorum ve pek de umut vaat etmeyen bu imparatorluğa son bir şans vermek geçiyor içimden. Her yerde moral bir harika. Aynı zamanda, cesurca eylemlerin özgürleştirici etkisi ve Almanya’nın güvenli desteği de buna katkıda bulunuyor.’” Jones da şöyle yazmıştı: “Freud’un savaş ilanına anında tepki vermesi beklenmedik bir şeydi. Elli sekiz yaşındaki, pasifist bir alimin bunu, pek çokları gibi salt korkuyla karşılaması beklenirdi. Aksine, onun ilk tepkisi gençlere yaraşır bir heyecan, görünüşe göre çocukluğunun askeri şevklerinin yeniden uyanışı olmuştu… kendini iyice kaptırmıştı, işini falan düşünemiyor (…) Bütün libidomu Avusturya-Macaristan’a vakfettim, diyordu.” “Freud’un savaş imgesi, Avusturya-Macaristan’ı sağlıksız ‘cerahatler’inden temizleyecek bir ‘fırtına’ydı ve bu imge çoğunluk tarafından paylaşılıyordu.” (Freud-Görüntünün Ortasındaki Karanlık. s.305-307)
Açıklayalım, Freud birçok entelektüel gibi 1. Savaş’ın birkaç ay içinde sonlanacağını ve Almanya bloğunun zafer kazanacağını düşünüyordu. Savaşın uzaması, sadece askerlerin değil, sivillerin de kan gölünün ortasında kalmasıyla fikirler değişmeye başladı. Sonraki yıllarda savaşa karşı fikirler ifade etti üstat.
1908’de feminist harekete karşı çıkan ve kadınlar hem çalışıp hem çocuk yetiştiremez diyen bir bildiriye imza attı. (A.g.e. s. 439)
Lacan da kişisel olarak veya entelektüel anlamda asla güvenilmeyecek bir şahsiyetti. Yaşamı boyunca riske girmedi, buna rağmen solun büyük sempatisini topladı! Solun bu tavrı, kendine bir şey katmayan ünlülere, aldıkları ilk selamda şükran borcu duyarak hayran kesilmeleri evrensel bir tavırdır ve tabii ki çok gariptir. Bu bahis üstüne kitaplar yazılabilir. Solu eleştiren kişi, bir cengaver bile olsa kaçkınlıkla suçlanır ama, elini sıcak sudan soğuk suya değdirmemiş herhangi bir entelektüel bir kere göz kırpmışsa kahraman ilan edilir. Oysa iyi bilinen Fransız psikanalist-düşünürlerinden François Roustang, Lacan’ın tezleri için “Sahte bilimsel saçmalıkların tutarsız sistemi”dir, diyebilmekteydi. Chomsky ise onun, eğlendirici, ama tamı tamına bilinçli bir şarlatan olduğunu söyler.
Bu insanlar karakter olarak kötü olabilirler. Ama biz bilimde, bilim insanın karakterine değil, yaptığı işe ve o işten çıkan sonuca bakarız. Fizikte, matematikte bu kesindir, ama sosyal bilimler için de geçerlidir aynı şey. Bizim Freud-Lacan ve onların izinden gidenlere karşıtlığımız “Bu insanlar kötüymüş, dediklerini dinlemeyin” karşıtlığı değildir. Önceki onlarca sayfada ortaya döktüğümüz bilimsel yöntem hatalarıyla, iş üstündeki profesyonel şarlatanlıklarıyla ilgiliyiz biz, kişisel yaşamlarındaki şarlatanlıklarıyla değil.
Psikanaliz hiç mi işe yaramaz?
Böyle bir savım yok. Bugüne dek herhalde on milyonlarca insan psikanalizden veya benzer teknikli terapilerden geçmiştir, birçoğu da herhalde az ya da çok bundan fayda görmüştür. Hekim ile hasta veya başvuran arasında, hatta hekim bile olmasın iki kişi arasındaki her insani sözel iletişimden insan bir ölçüde fayda sağlar. Buna komşu teyzeyle sohbet veya bir imamın duası da dahil.
Psikanaliz teknikli terapilerden özellikle belli tipte kişilikler daha fazla fayda görür. Terapist ile başvuran arasındaki iletişim kalitesi, güven düzeyi, teknikten bağımsız olarak önemli bir güçlendirici etkendir. Yine de genel olarak ağır olmayan kişilik sorunlarında, yaşam olaylarına uyumu artırmada, hafif depresyon veya anksiyetede, histeri-konversiyon gibi bazı nevroz türlerinde başarı oranı daha yüksektir. Buna dair elimizde çok da veri, ciddiye alınacak derecede fazla yayın yoktur. Ağır vakalarda bu tekniğin ilaçsız olarak sürdürülmesinin faydası yoktur, hatta kimi ruhsal hastalıklarda açıkça zararlıdır. (Psikozlar, ağır depresyonlar, obsesyonlar vb.)
Bir şizoaffektif hastam isyan etmişti: “Sizler hastalıkları hastalıkla tedavi etmeye çalışıyorsunuz. Sıkıntıları daha büyük sıkıntı vererek iyileştirmeye çalışıyorsunuz!” Haklılık payı vardı. Bugün klasik psikanaliz tekniği psikiyatride çok sınırlı kullanılıyor, daha çok özel hastalara uygulanıyor. Bu bir zengin tedavisi. Zenginler hobileri için para harcamayı severler. Bu bile iyi geliyordur onlara. Ama en büyük faydayı herhalde terapistlerin bütçeleri görmekte.
Psikanaliz bir yerde hastalığın başka bir hastalıkla tedavisi. Çivi çiviyi söker, yangını karşı ateşle engellersin J Bu hastalık artık psikiyatrinin konusu bir hastalık olmaktan çıktı, yaygın entelektüel, aydın hastalığı boyutunda epidemik hikayesini sürdürüyor.
KİŞİLİK – KİŞİLİK GRUPLARI VE SİYASET
Yer damar damar, insan kısım kısımdır. İnsan karakteri-kişiliği o kadar değişik olabilir ki, sanki birçok insan grubu ayrı ayrı canlılardır, türlerdir. İnsanın kişiliği kuşkusuz ki evrimsel ve genetik kökenlidir ve belli kişilik grupları tarih boyunca hep var olagelmiştir; ülkelerden, milletlerden, kültürel farklardan hayli bağımsız evrensel bir süreklilik gösterirler.
Nasıl ki köpeklerde huy farkları, karakter farkları vardır ve bu bakımdan köpekler belli gruplara ayrılabilir, çok daha karmaşık olan insanda da elbette çok daha karmaşık seyirli böyle neredeyse değişmez çok sayıda kişilik grubu devamlılığını korur.
Örneğin psikiyatride olumsuzluk ve ruhsal sorunlar üstünden belli “kişilik grupları” ve bunların sorun teşkil edecek boyuta gelmesiyle belli “kişilik bozuklukları”ndan söz edilir. Obsesif-kompulsif kişilik, şizoid kişilik, psikopatik kişilik, narsisistik kişilik, paranoid kişilik, A tipi kişilik gibi. (DSM-5 ve ICD-10 en yaygın kullanılan evrensel tanı ölçütleridir.)
Kişilik grupları genetik kökenlidir dedik. Bazı şeyleri yinelemek pahasına insanın bazı kişilik özelliklerinin bire bir genetik kaynaklı olabileceğini, birçoğunun dolaylı genetik kaynaklı olduğunu belirtmeliyiz. İlerde kesinlikle yerleri ve kodları tam olarak gösterilebilecektir, ama örneğin “sorumluluk” kişilik özelliğini tek başına ele aldığımızda, bu nitelik tek bir genden de köken alabilir, birkaç genden de ve muhtemelen ikinci olasılık daha yüksektir ve muhtemelen “sorumluluk” diye özel bir gen de bulunmayabilir. Çünkü bizim dildeki kavramlarımız, sözcüklerimiz ile genlerin dili her zaman bire bir uyuşmayabilir. Nasıl ki fiziksel birçok özelliğimiz aynı fiziksel özelliği belirleyen birden fazla genin birlikte çalışması ve veya rekabetiyle mümkün olabilmektedir, kişilik özellikleri de çok sayıda genin birlikte çalışması ve rekabetiyle oluşmaktadır. Elbette bu genetik kök ancak fiziksel ve ruhsal çevre koşullarının içinde-etkisiyle, gördüğümüz-görünen kişiye, tipe, yani fenotipe dönüşür. Sonuçta 3 yaşlarında kabaca ortaya çıkan, 18’e gelindiğinde büyük ölçüde tamamlanan bu kişilik özellikleri yine çevre koşullarının etkisi, yardımı ve rekabetinden oluşan karmaşık bir ortamda, o çevre koşullarına tepki vere vere kendini gerçekleştirir.
Şimdi bu genel girişi yaptıktan sonra, bu bölümdeki konumuza, siyaset ve kişiliğe geçebiliriz. En başta şunu söylemeliyiz ki, siyasete az ilgi duyan, çok ilgi duyan insanlar ve bunun ortası olarak insanları kabaca üçe ayırsak yanlış bir şey yapmayız ve altı bin yıllık yazılı tarihten kalan çok sayıda belge bunun geçmişte de böyle olduğunu göstermektedir.
İnsan karakteriyle ilgili her dilde binlerce sıfat vardır. Aynı anlama gelenleri grup grup toplasak bile insanı anlatan böylesi yüzlerce temel sıfat bulunur ve işte bu kadar sayıda kişilik özelliği mevcuttur. İnsanın kişiliği işte bu yüzlerce kişilik dersinden aldığı notların karmaşık bir ortalaması gibidir. Evrimci bilimsel anlayışta bu, “çoklu beyin modülleri” kavramı-boyutuyla açımlanmaya çalışılır son yıllarda. Söylediklerimiz aşağı yukarı o modele de uymaktadır. Yine de bu sıfatlardan, bu insana dair nitelemeler-özelliklerden bazıları daha öne çıkar. Siyaset ve insan kişiliği bahsimizde işte siyaseten en öne çıkan bu belli başlı özellikler açısından insanın ne olduğunu ve bu neliğin siyaseten ne sonuçlar doğuracağını gözden geçireceğiz. Elbette belli başlı özelliklerin bile hepsini burada sıralayamayacağız. Önemli olan ana anlayışımız- yöntemimiz konusunda bir fikir vermektir.
Burada ele alacağımız temel insani kişilik özellikleri en eski çağlardan, ilk insandan beri var olan, evrensel özelliklerdir; Türk’e, Japon’a, ilkçağa, 21. Yüzyıla göre fazla değişmezler. Kişilik ve siyaset, kişilik grupları ve siyaset konusunda ileri sürdüklerim benim şahsi tezlerimdir; elbette çok sayıda eserden, belki yüzlerce kaynaktan ilham almıştır, ama bu şekilde formüle edilişi bana aittir.
Dindarlık: Dindarlık genel olarak gericilikle, sağcılıkla eşdeğer kabul edilir bir önyargıyla. Hakikaten de dindarların çoğu sağcıdır, gericidir her ülkede, her devirde. (Solcu terimi üstümüzden atmak istediğim bir terim, ama hâlâ aşılamadığından -belki hiç aşılamayacak- hâlâ bir şeyleri açıklayabildiğinden, kullanmak zorundayım.) Fakat dindar olup bunu terk ederek veya terk etmeden ilerici, solcu hareketlere, devrimlere katılmış kişi ve gruplar da hiç azımsanmayacak oranda.
Örneğin 12 yaşına kadar ılımlı dindar ve hayli milliyetçi biri olan ben şahsım, 14 yaşında nasıl sosyalist oldu? O dönemde ve sonrasında imam, müezzin, imam-hatip kökenli birçok insanla karşılaştım devrimciler arasında. Tabii çoğunluk böyle değildi, ama az da sayılmazlardı.
Demek ki dinde aşırılaşma sağcılaşmayı getiriyor çoğu olguda, ama her zaman böyle değil. Birçok devrimde dindarların katkısı azımsanmayacak belirleyicilikte. Bunda çoklu kişilik özellikleri yanında dönemsel heyecanlar, cereyanlar rol oynuyor, bir de sol siyasi güçlerin konuya yaklaşımındaki akılcılıkları. Şöyle bir iddiam var örneğin, bugün sol dalganın yükseldiği bir gün olsaydı, radikal İslamcıların, hatta silahlı İslamcı grupların içinde yer alanlardan bir kısmı (çoğunluğu değil), yani aynı kişiler solcu, devrimci olacaktı.
Din ve siyaset konusunu çalışmalarını yürüttüğüm kitabın üç temel bölümünden biri yapacağım, çok geniş ele alacağım. Şimdilik bu kadar.
Dine benzer ideolojik inanışlar: Din evrimsel anlamda insanın içine genetik olarak yerleşmiş güçlü bir modül. Bunun evrimsel açıklaması var, o da doğal seçilim yasasına dayanıyor. Kaynak göster diyenlere birkaç şey söyleyeyim. Leda Cosmides ve John Tooby’nin Evolutionary Psychology’si, David M. Buss’un aynı adlı kitabı bu konudaki temel kaynakların başta gelenidir. “Darwin’in Tehlikeli Fikri” (Daniel C. Dennett - Alfa yayınları) Darwin’in bilimsel ve felsefi aklını anlatan, bu felsefenin farkını anlatan güçlü bir kitaptır. Alfa Bilim serisinden aynı konuda çok kitap çıktı son zamanlarda. Wilson, Dawkins, Ditfurth, Morris, Mithen’in Türkçeye çevrilmiş, çevrilmemiş önemli kitapları var. Darwinci bilimsel akıl yürütme-çıkarsama tekniğini bunları okuyarak kavrayabilirsiniz. Oralarda pek çok araştırma ve bilimsel bulguya bolca atıf bulabilirsiniz. İsteyen için kaynak çok. Yeter ki istensin. Ben şahsen daha fazla ikna çabasına girmem. İkna olmayana kamyonla kitap belge yığsanız fayda etmez. Niye yarar sağlamaz, tam da konumuz bu işte. Aşağıda yine anlatacağız.
İnsan dine inanmasa bile bir şekilde kabul ettiği, kişiliğinin bir parçası olarak seçtiği ve kimliği olarak tanımladığı inanç sistemlerine mahkumdur büyük çoğunlukla. Araştıran “doğru”yu bulur. Biz sadece kendi “doğru”muzu tebliğ etmekle yükümlüyüz. Teklif var, ısrar yok.
Evet, dedik ya, insan çok büyük bir çoğunluğu itibarıyla kişiliğinin bir kaderi olarak içinde bulunduğu toplumun dinine inanır, buna inanmıyorsa bile veya onunla birlikte başka bazı inanç sistemlerine kapılanır ve bir kez kapılandıktan sonra kolay kolay onu terk etmez. Bu da “doğal seçilim”in sonucudur. Çünkü az bilip kararlı bilenler kalır hayatta daha çok, nesiller boyunca, aklını en ekonomik en kısıtlı kullananlar yaşamda daha çok kalır zannedilenin aksine ve onlar daha çok yaşamda kalıp üredikleri için büyük çoğunluk onlardır.
O yüzden bütün “izm”ler birer dindir aslında. Bir Marksisti Marksistlikten, bir Kemalisti Kemalistlikten çeviremezsiniz kolay kolay.
Dönenler yok mu? Var… Çok var da, onlar belli çıkarlar karşılığı dönenlerdir. Onlara “dönek” denir. Çıkar karşılığı dönenleri bu anlamda örnek kabul etmeyin, onlar bol. Yani kişinin Marksist veya Kemalist olmaktan maddi, manevi, kimliksel, iç huzur boyutunda vb. bir çıkarı varken bundan dönmesi, tersi yönde daha büyük bir çıkar geldiği veya beklenti oluştuğu zaman pek ala mümkün olabilir. Hatta bu bile gerekmeyebilir. Kişi hem düzenden yana, onun kaymağını yiyicilerden, hem de Marksist, Kemalist, Anarşist olabilir örneğin, böyle de çok örnek var. Ama kişinin aksi yönde hiçbir çıkar olmadığı halde kendi iç huzurlu kimliğini, benliğinin kopmaz bir parçası haline gelmiş ideolojik inancını bırakması, hatta bu nedenle birçok çıkarından da olması, her zaman rastlanacak bir şey değildir.
Sorgulayıcı bir akıl daha çok muhalif siyasi bir kişiliğe yarar. Bu nedenle iktidar yanlıları, sağcılar arasında daha az sorgulayıcı çıkar. Sorgulayıcı akıl solculaşmaya yol açan önemli bir kişilik özelliğidir. Ne var ki, bunun düzeyi de önemlidir. İnsanlardaki sorgulayıcılığın bir sınırı vardır. Çoğu solcu birey (eğer iktidarda değillerse) zenginlerin, erk sahiplerinin oralara nasıl geldiklerini sorgulayabilirler, ama onların da çoğu kendi muhalif siyasi yapıları için, oralardaki daha küçük iktidarlar için sorgulayıcı aklı kullanamazlar. Büyük çoğunluk ise bu aklın en üst aşamasını, yani kendi kendisi için sorgulayıcılığı beceremez.
Sorumluluk duygusu genel anlamda olumlu bir kişilik özelliğidir. Ne var ki çok çeşidi bulunur. Aileye karşı mı sorumluluk, topluma karşı mı, milletine karşı mı, dinine karşı mı, tanımadığı insanlara karşı mı? Kişinin siyasi eğilimi bunun içini doldurur, sorumluluk duygusu ve onun çeşidi siyasi kimliğini belirler. Her kanattan siyasi akım böyle sorumluluk duygusu güçlü kişileri barındırmak ister içinde, ama o tür insanlar asla çoğunlukta değildir. Sol, ister iktidarda olsun, ister muhalefette, sorumluluk duygusunu artırmak, içinde böyle insanları çoğaltmak zorundadır. Ne ki çoğu dönem bunu başaramaz.
Hakkaniyet, adalet duygusu da keza yüksek bir toplum için vazgeçilmez bir kişilik özelliğidir. Fakat genel olarak toplum için, genel olarak insanlık için hakkaniyet duygusu taşıyan ve bu sayede muhalif olabilen birçok kişilik, bu özelliklerinin yeterince güçlü olmaması nedeniyle orada kalır. Kendi kişisel yaşamlarında, kişisel çevrelerinde buna uygun tavırları gösteremezler, hatta tam tersini gösterirler.
Hakkaniyet duygusu gelişmiş bazı bireyler işlerinde, yakın çevre insani ilişkilerinde buna tamamen uygun davranabilirler, ama aynı zamanda genel siyasette sağcı bir iktidardan, örneğin bu konularda çok kötü ünlü AKP’den yana bile tavır alabilirler. Bunlarda sorgulayıcılık ve benzeri kişilik özellikleri gelişmemiştir ve veya hakkaniyet duyguları kendi dar çevrelerini aşacak denli güçlü değildir.
Fedakarlık için de benzer şeyler söyleyebiliriz.
Keza, düzen, tertip, kuralcılık merakı için de yakın saptamalar yapabiliriz. Dürüstlük için de. Dürüstlük genelde muhalif kişiliği oluşturan etmenlerden biridir. Ama kendi dar çevresinde, işinde, eşinde dürüstlere sıradan apolitikler arasında da, sağcılar arasında nadir olmayarak rastlanır.
Çoğunluk fikrine karşı durma (kronik muhalif diye bilinirler) keza neredeyse doğuştan bir kişilik özelliğidir. Çoğunluğa uyma davranışı çok baskın olanlar genellikle muhalif olamazlar, devrimci olamazlar. Solun iktidara geçtiği ülkelerde veya yıllarda sağ-sol kişilikler zamanla yer değiştirebilir. Örneğin çürümeye başlamış Sovyet iktidarında çoğunluğa uyanlar mıdır solcu, yoksa bunlar sağcılaşmış mıdır? Bürokratik bir sosyalist iktidarda karşıdevrimci görülüp gösterilenlerin en azından bir kısmı değil midir artık asıl solcular? (Bu rejimlerde “solculuk” bir sapma, bir ajanlık gibi gösterilir, bundan dolayıdır.)
Şiddete eğilim, şiddeti sevme, kişinin siyasi kanadını belirlemez, ama siyasi kanadı belirledikten sonra o kanatta hangi grubu seçeceğini belirleyebilir. Şiddete eğilimi yüksek olanlar radikal sağ ve sol grupları, daha düşük olanlar merkezi sol veya sağ siyasi yapıları seçme eğilimi gösterirler.
Cesaret: Tek tek insanlar için de, siyaset için de bazen güçlü bir silah, bazen yenilgi getiren bir baş belasıdır. Cesaretli kişinin başka kişilik özellikleriyle birleşen bu nitelik bazen başarıyı, bazen macerayı ve yenilgiyi getirir. Farklı kişiliklerde ve gruplarda farklı dönemlerde farklı sonuçlar doğurur. Ne ki cesareti en yüksek olanlar genellikle erken ölür ve daha az ürerler. Söz konusu “doğal seçilim” insan toplumunun cesaret eşiğini belli bir seviyede tutar. Bu bir bakıma kazançtır, büyük çoğunluk cesaretli olsa dünyada tek insan kalmayabilir; bir bakıma kayıptır, mevcut iktidarlar bu sayede ayakta kalır.
Tüm bunları -yineleyerek söyleyelim- beyin içindeki birbirinden görece bağımsız ve sürekli birlikte veya rekabet halinde çalışan işlevsel birimlerin, yani çok sayıdaki modülün olağan çalışması olarak açımlayanlar da var. Hangi modüller daha güçlüyse, kişinin o yönde karakter özelliğinin baskın olduğu kabul edilebilir.
Milliyetçilik, birilerinin bize ezberletmek istediği gibi faşistlere özgü bir kişilik özelliği değildir. İnsanların çok büyük çoğunluğunda görülür. Kökeni sürüye, kabileye, klana bağlılık ve onunla özdeşleşmedir. Milliyetçilik duygusunun sağcılaşma getirdiği ne kadar doğruysa, pek çok burjuva devrimin ve sosyalist devrimin bu güdüyle yapıldığı da bir o kadar gerçektir. Paris Komünü’nden beri sosyalizm içindeki en güçlü damardır. Milliyetçilik zor dizginlenir bir canavardır, bazen bazısına dost, bazen bazısına düşman. Öyle güçlü bir duygudur ki koskoca İkinci Enternasyonal’i çökermiştir, o tarihten beri enternasyonalizm bir daha belini doğrultamadı.
Türkiye’de bir kısım solcu, sosyalist, aslında Türk milliyetçisidir, bir kısmı da Kürt milliyetçisi. İkisinin ortasında tam bağımsız sosyalistlerin sayısı pek azdır. Liberaller örneğin, birçok sosyalist örneğin, milliyetçiliği faşizmle özdeş tutarlar. Ama Kürt milliyetçiliğine sempatiyle bakarlar ya da en azından onu Türk milliyetçiliği gibi tehlikeli saymazlar. Buna, “Ezilen ulus milliyetçiliğine destek olmak sosyalistliğin görevidir” gibi bir teorik açıklama getirirler. Ötekiler kadar güçlüdür bu milliyetçilik türü, gizli olduğu için belki daha tehlikeli. Çünkü milliyetçilik milliyetçiliktir, bunun insanın temel doğasının, ilkel duygularının üstünde bir geçerliliği bulunan, son birkaç yüzyılda uydurulmuş “ezeni” “ezileni” olmaz. Saf, bağımsız milliyetçi duygu insanda 200 bin yıldır vardır. Bunu aştığımızı savlayan terminolojik uydurmaların hiçbir bilimsel karşılığı bulunmaz. Örneklerde defalarca görüldüğü üzere bir şey kötüyse ezende de kötüdür ezilende de, iyiyse keza ezende de iyidir, ezilende de.
Yani milliyetçiyi destekleyen şey her neyse içinizde -utanmayın sıkılmayın- sizin milliyetçi duygunuzdur.
Milliyetçilik ve din insan, toplumlarını yöneten iki büyük vezirdir. Başlarında “Ben-Benim Kimliğim-Benim çıkarlarım” adlı muhteşem bir imparator vardır.
Siyasi görüşlerimiz farklı değil asıl, kişiliklerimiz farklı
Dostlarımızla, arkadaşlarımızla sık sık ideolojik-siyasi tartışmalara gireriz ve büyük çoğunlukla bir türlü tam anlaşamayız. Bunu da salt siyasi çerçevede yorumlama yoluna girer, daha da sinirleniriz. Bu kadar yanlış bir şey savunulabilir mi diye içimiz içimizi yer, tekrar tekrar iknayı deneriz. Her yeni başarısızlığımız bizi yeniden bileyler, kinimizi artırır. Yahu bu kadar da dogmatik Kemalist olunmaz ki… Bırak kardeşim adam resmen Kürtçü olmuş… Canım, Stalin’i bir savunuyor ki, ne mantık kalmış herifte ne akıl… vb…
Oysa çarpıştığımız şey karşıdakinin siyasi görüşü, bilgileri, deneyimleri, verileri değildir sadece. Esas olarak onun kimliğidir, kişiliğidir. Bunu değiştirmekse neredeyse imkansız.
Belli siyasi hatlar üzerinde belli kişilik yapıları kemikleşir. Bunu aşmak çok zordur. Belli kişilikler belli yerlerde fazlasıyla toplanır. Oysa siyasette de doğru, “altın orta”dadır, “doğru orta”dadır. Belli kişilikler üstünde kemikleşmiş yapılar belki başarıya ulaşırlar bazen (o olasılık da düşüktür sol açısından) ama uzun süreli ve yüksek ihtimalli başarı için farklı kişilik gruplarının ortak doğruda birleşmesi gerekir. Bu da tamamen siyasi önderliğin işidir.
Liberal Siyasi Kişilik
Şu ana dek söylediklerimize örnek olsun diye en çok rastlananlardan birini, mesela tipik bir liberal siyasi şahsın kişiliğini ele alalım. En sık rastlanan ortak özellikleri irdeleyelim. Bu kişiler kendilerini tek tek pek özgün görseler de elbette bir hüsnü kuruntudur bu, başka birçok siyasi akımda olduğu gibi bu karakterin de belli kalıp nitelikleri son derece sıradandır.
Liberal şahsımızın, - Zeynep diyebilirsiniz, 44 yaşında Boğaziçi’nde doçent veya Semih diyebilirsiniz 69 yaşında Cihangir’de tiyatro sanatçısı – siyasete ilgi duyan bir kişilik yapısı olması gerekir, bir kere ilk şart. Sonra da siyasi ilgisini bir miktar okuma ve kendini ifadeyle taçlandıracak seviyede bulunması. Burada zaten ikisi de var.
Liberal şahsımız gençliğinden beri liberaldir ya da gençliğinde radikal bir siyaset gütmüş olup sonradan liberalliğe oturmuştur. Kişilik ana hatlarıyla değişmese de gençliğin yüksek duygudurumu nedeniyle alt yaşlarda daha özgeci, cesaretli, hareketli davranıp buna uygun bir siyasi hat benimsemek, keza genel kurallar arasındadır. İnsanın yaşlandıkça hareketleri yavaşladığı gibi siyasi ataklığı da azalır.
Liberal şahsımız tüm sorunlara demokrasi ve özgürlükler penceresinden bakan bir kişiliktedir. Ancak yukarıdaki özellikleri tek tek irdelersek,
Din: Semavi dinlerle alakası yoktur, varsa da zayıftır, ancak sorulduğunda dine hoşgörüyle bakılması gerektiğini söyler. Kendi dünya görüşüne, felsefesine, liberal eğilimlerine ise bağnaz ölçüde tutkun bir sofudur. Kendi dininin Allah’ı ve peygamberidir. Kendi gibi düşünmeyenlerin ifade hakkını savunduğunu ileri sürer, ama ancak bunlardan biri devletçe hapse atılmışsa. Bir imza verir ve tepkisini ifade eder en çok! Yoksa onun sesini kısan en başta kendisidir normal zamanda. Milliyetçiliği her fırsatta aşağılar. Ama Sırrı Süreyya gibi, totaliter, şiddet şahikası bir milliyetçi örgütün sözcüsünü bağrına basmakta en ufak tereddüt geçirmez. Bireyciliği, tüm yaşamı, dünyayı kendi çevresinde döndürme mahareti tavana vurmuştur. Cesareti vasattır, vasat altıdır, liberal motivasyonlar yükseldiğinde kendinden beklenmeyen atılımlar yapabilir ara sıra. Dürüstlük… Entelektüel dürüstlük hiç aramayın. İş yaşamında aramayın. Ev yaşamında belki. Özgecilik. Belli sosyal faaliyetlere katıldığında bu misyonunu fazlasıyla yerine getirdiğini düşünür. Ama “özgecilik” kavramı onda sadece cinsel çağrışımlar yapar. Düzen, tertip merakı, kuralcılık, disiplin vb.. İş yaşamında veya evinde düzenli tertipli davranabilir, ama toplumda sıkı kurallara kesinlikle karşıdır.
Tipik bir liberal, dünyayı kendi yaşadığı dönemde en üst seviyesine çıkmış kültürel bir yapı olarak görür. Kapitalizmden zaman zaman şikayet etse de onu, o “özgürlükçü” yaşam biçimini çok sever. Geçmiş insanlık trajedileri filmlerden ve kitaplardan izlenecek uzak bir hoşluktur. Onun geldiği düşünsel nokta insanlığın düşünsel noktasının son noktasıdır. Dedik ya, temel tezi özgürlük, kişisel özgürlük, ifade özgürlüğü, demokrasidir. Oysa o kavramlar için geçmişteki liberallerin ne kafalar kestiğini, onlardan kaç yüz binlercesinin kafasının gittiğini, tüm bu kavramların kan denizinde çarpışa çarpışa bir anlam kazandığını, yaşadığımız çağda ise içinin boşaldığını düşünmek istemez.
Bütün totaliter rejimlere karşıdır. Onun için Hitler baş düşmadır, Stalin en az onun kadar kocabaş düşman. Onlardan sonra Atatürk gelir. Bir kez olsun Stalinciliğin bir kişilik olarak nelerden doğduğunu, hangi boşluğu doldurmak için geliştiğini düşünmez.
Stalin bahsini açalım ki, çorbanın tuzundan bile bahsetsek o konuya geliyoruz, bari kendimiz girelim, Stalinciliğin salt bir ideoloji mi, yoksa yanlışlanamaz doğrulanamaz bir kişilik tipi mi olduğunu siz görün, karar verin.
Stalin soğukkanlı bir seri katil olarak asmış kesmiş insanları, fikirleri silindir gibi düzlemiş, sosyalizm hayallerini korku tüneline hapsetmiş, kabusa çevirmiş, tamam, doğru, kabul. Aynı fikirdeyim. Siyasi liderlerin başarılıları çoğunlukla böyle psikopattır, bazılarında başka ciddi akıl sorunları vardır, o da normal. Ama Stalinci tip… Onu izleyenler, hala saygı duyanlar nasıl bir tip, bakın hele. Stalinci olmuşlar da niye olmuşlar, bir sorun.
Şimdi iyi niyetle bir eşitlikçi sistem oturtmak istiyorsunuz bir ülkeye. Veya iyi niyetle herhangi bir ülkede herhangi bir iş yapmak istiyorsunuz mevcut kapitalist düzende. Neler yaşarsınız? Önce o işten çıkarı bozulanlar, onların adamları saldırır üstünüze, öyle fikirle falan değil, basbayağı tabanca, top, tüfekle. Sonra içinizden bir sürü hain çıkar. Değil işi, herhangi bir tartışmayı bile yürütemeyecek birtakım doğal bozguncular çıkar. Verdiği emeğin on katı konuşan çok sayıda insan çıkar içinizden. Küçük çıkarcılar çıkar. Çıkar da çıkar. Bir yandan da düşmanın mermi sağanağı altındasınızdır, ölüm kalım derdindesinizdir.
İşler sarpa sarar. Yaptığınız iş bir yana, varlığınız tehdit altındadır. O zaman siyasette çok sık görüldüğü üzere şiddete daha yatkın olanlar, cesareti daha yüksek olanlar, kavgadan kaçmayanlar bir yerde gruplaşmaya başlar; emeğini sakınmayanlar, fedakarlıktan kaçınmayanlar, dünyayı konuşmanın değil, düzenin tertibin, sıkı kuralcılığın yürüttüğünü görenler onların yanında toplanmaya başlar.
Ve giderek orada yapılan iş, özgürlüğün, serbest konuşmanın, tartışmanın dili olmaktan çıkmaya başlar; en iyi dövüşenin, işe en erken gelenin, tekkeyi en sıkı bekleyenin dili olmaya başlar. O kişilik grupları hakim olmaya başlayınca bir bakarsınız, ortam totaliterleşmiş, sertleşmiş, istenmeyen bir şey ama, beton gibi hissizleşmiş.
İşte burada doğru ortayı bulmak liderlik açısından çok zor bir şeydir. Herkesin emeğinden sonuna dek yararlanmak, herkesin cesaretinden sonuna dek yararlanmak, ama bunu akılla, bilimle, tartışmayla yürütmeye çalışmak. Kuşkusuz konuşmaktan, tartışmaktan, bilimden yana olanlar arasında da cesaretliler, fedakarlar vardır, disiplinliler vardır; öbür totaliter militanların arasında da birçok kaytarıcı, az cesaretli bulunabileceği gibi… Ama asimetrik bir güç dengesi, akıl ve ahlak dışı bir kutuplaşma ortaya çıkmıştır bile.
O yüzden her Stalinciye, her Kemalist’e, “Vay, bu kişi çok bilinçli olarak totaliterlikten yanadır” diye bakmamak gerek. Ama bizim tipik liberalimiz kendi kişiliğini dünya harikası gördüğünden başkasının kişiliklerine saygı duymaz, onların en temel değerlerini hiçe sayar.
Senin mutlak özgürlükçülüğün de bir totaliterlik değil mi? Cebinde beş yüz lirası olanla beş milyon lirası olanın ifade özgürlüğü bir mi? Sen bunu görmezsin, beş yüz lirası olanın düşüncesinin sürekli kısıldığını görmezsin, ara sıra öbürüne fevri bir tepki koydu mu, hop, “Seni Stalinci! İfade özgürlüğü düşmanı!” diye avazlanırsın. Seyahat özgürlüğü mü? Birisi yılda 20 yurt dışı seyahati yapar, öbürünün bir kere yapacak parası yoktur. Diyelim bu ikinci grup kafası bozuldu, toplandı, havaalanını bastı, uçakların kalkışını engelledi. “Vaaay, sen seyahat özgürlüğüne karşı mısın?”
Tipik liberal, kendi düşünce dininin peygamberi, olguları kişilikler ve o kişiliklerin ihtiyacı açısından değerlendiremez. Kuralların, disiplinin, tertip ve düzenin bazı kişilerin yaşamları için ve dahası toplumsal yaşam için ne kadar hayati olduğunu göremez. İşinde sıkı bir disiplinle altındakileri inletir, iş ülkeye gelince herkesin miskinlik hakkını, herkesin anarşi hakkını savunur. Stalinci tip, Kemalist tip ise ideolojik inancından önce, kişilik yapısı gereği buna isyan eder. Anarşist ya da liberal kişiliğin çıkmazı yaşamdadır. Düzen, tertip, disiplin olmadan bir pikniğe bile gidemezsiniz topluca. Orada bile bazı sorumsuzlar çıkar, kendi başına buyruklar çıkar, başkalarının sağlığını, huzurunu tehlikeye atar, düzeni sağlamak zorunda kalırsınız. Bunu sağlamaya çalıştığınızdaysa bir bakarsınız ki eleştirdiğiniz, faşist, totaliter dediğiniz kişilere benzemişsiniz.
Doğru orta, altın ortayı bulmak çok zordur.
Düşünce zararlıları
Freud ve Lacan’ı gördük. Althusser- Badiou- Zizek vb.. Freud ve Lacan’ı ciddiye alan, onlara sürekli gönderme yapan, tezlerine ikide bir bu ikiliyi dayanak gösteren ne kadar sözde düşünce insanı varsa düşünce zararlılarıdır. Böyle pop yazarları birer değer kabul edenler de suça ortaktır. En yakın dostlarımız olsalar bile, bizim “cephe”den olsalar dahi. Kendi dışlarında, kendi hayal alemleri dışında her şeyi, herkesi, bilimi ve gerçekliği hiçe saydıkları için. Asla demokrat olamayacakları (böyle bir beklentimiz, ricamız yok zaten), çoğunluk inancını dayattıkları için. Ara sıra doğru laflar edebilirler, hatta yüz cümlelerinden 95’i yararlı olabilir bazen bazısının, ama onlar hakikate ve bilime saygı duymadıkları, hakikati birçok noktadan saygısızca çarpıttıkları için söyledikleri her şeye kuşkuyla yaklaşılmalıdır. Gerçekliği bile isteye (aslında kişiliklerinin kaçınılmaz sonucudur o da) bir noktada katleden kişi, onu her an herhangi bir başka noktada da hançerleyebilir. Bilimsel temelli bir ideolojik mücadele kaçınılmazdır bu cepheye karşı. Ama kesin sonuç almayı ummadan. Çünkü Freudcu, Lacancı kişilik entelektüel alemde her zaman çoğunluktur, başka başka şeyhler edinerek.
Bu uzlaşmazlığımız tabii bilimsel, ideolojik boyuttaki uzlaşmazlıktır. Elimiz mecbur, onlarla da yaşamda bir arada barış içinde bulunmak, hatta siyasi birlikteliklere girmek, ortak işler yapmak kaçınılmazdır, dahası gereklidir. İnsan farklı kişilikteki insanla birleşirse ideoloji üstünden olmaz bu, yaşam birleştirir, işler birleştirir.
(Son)
Kaan Arslanoğlu