Ağır bir bilanço karşısında bardağı taşıran ağaç!

“Bardağı taşıran damla maalesef kan damlası olacak bu topraklarda” diye yazmışlığım, hatırlatmışlığım vardır arada. Özellikle bölge ülkeleriyle girilen “tehlikeli ilişkiler” gemi azıya aldığında. Belki de onca “iç gelişme”nin bardağı bir türlü taşıramamasına duyduğumuz hayret ve hayal kırıklığıyla. Yine de “birikecek, birikecek, birikecek ve bir gün muhakkak bir yerden patlayacak” bilgisi ve umuduyla.

 

Bardağı taşıran damla, park ve ağaç olur mu hiç? Oldu o da. Yıllardır birikti, epey birikti ama son bir yıldaki hızlı birikimin üzerine, son birkaç ayda patır patır patır öyle bir hızla akmaya ve yağmaya başladı ki, muhakkak bir yerden taşacaktı.

 

Kan damlası mı? İlk günden itibaren yine aktı. Ölenlerin, gözlerini kaybedenlerin, ağır şekilde yaralananların kanları ortada. Artık tüm ağaçların, insanların, şehirlerin, meydanların, halkın, hak ve özgürlük çağrılarının gürül gürül akmaya başladığı bir selle iç içe, yan yana, yana yana…

 

Nasıl mı birikti, nasıl mı taştı? Aşağıda küçük bir “bilanço” çıkarmaya çalıştım. Hep hatırlayalım ve hatırlatalım diye. (Dileyen eklemeler yapabilir listeye). Evet, hatırlayalım ve bugüne kadar yaşadıklarımızı bir kenara, 27 Mayıs 2013 sabahından beri yaşamakta olduklarımızı bir diğer kenara koyup, Abdullah Cömert, Ethem Sarısülük ve Mehmet Ayvalıtaş’ı da aklımıza kazıyıp asla unutmayalım:

 

*

 

Son bir buçuk ayda, 1 Mayıs 2013’teki Taksim yasakları doruk ve dönüm noktası olacak şekilde,  her tür protestoya ve eyleme karşı “sürekli gaz” dönemi başladı.

 

“Demokratik eylem, açıklama ve protesto hakkı”nın bastırılması, Taksimle de sınırlı kalmayıp her alana, her yere yayılmaya başladı. Adliye önündeki küçük protestolara dahi gaz sıkılması neredeyse “rutin” hale geldi. “Hükümet istifa” tepkilerinin başladığı, “Şerefine Tayyip” tezahüratlarının atıldığı tribünlerde de biber gazı eksik olmamaya başladı.

 

Üzerine ahlak bekçiliği geldi. Zaten orada, burada vardı da; Ankara Metro’sunda “edepli olun” uyarısı yaptıracak düzeye ulaştı. Arkasından “öpüşme eylemi” ve ona dönük tehditler geldi. Kırmızı rujundan içkisine yaşam tarzına müdahalelerini hızlandıran otoriter güç iyice üzerimize geldi.

 

Evet, aynı günlerde alkollü içki sınırlaması, alkol yasakları boyutlandı, “yasa”ya bağlandı. Geçtiğimiz dönemde Beyoğlu’nda dışarı atılan masalardan başlayan daraltıcı adımlar, son yasal düzenlemeler ve onun içinde de son dakika değişiklikleriyle ifrada varırken, önce başka ülkeler örnek gösterilerek haklı çıkarılmaya çalışılan bu yasakların “dini nedenler”e dayandığının itirafı da geldi.

 

Gidelim biraz daha geriye. Ne vardı: Fazıl Say olayı! Bu dönemde Hayyam dörtlüğünün “retweet” edilmesinden yargılanma ve ceza!

 

Sanata girmişken, az daha gidelim geriye, Kars’ta Mehmet Aksoy’un heykelinin “ucube” komutuyla yıktırılmasını hatırladınız mı? Kalbiniz sıkışmamış mıydı? 

 

Gelelim bir ay öncesine; Sevan Nişanyan olayı ve dini efsaneler karşısında ateizmin açıklamalarını ortaya koymanın “dini hakaret” suçuna dönüştürülmesine. Öncesinde Bahadır Baruter karikatürüne tehdit ve soruşturmalar, her daim evrim karşıtlığı, TÜBİTAK’ın başına gelenler, Harun Yahya safsatalarının kamusal alanda dolaştırılıp durması vb. “akıldışı” bilançonun “olmazsa olmaz” parçaları. 

 

Hadi onlar “yüksek ya da seçkin kültür” diyelim, “popüler”ine ne demeli; televizyon dizilerine, senaryo yazımlarına dahi “ecdadımız, ecdadımız” diyerek sürekli karışılmasına? Absürd diye düşünüp güldük bir yandan da!

 

Karışılmadık konu, karışmadıkları gün mü kaldı? Yine de bir gün öne çıktı; Pazartesi’nin hemen ertesine eklenen Salı sendromu… Her Salı grup toplantısı vesilesiyle öfke patlamalarıyla, yeni dayatmalarla dolu nutuklar üzerimize, üzerimize yağdı.

 

Üzerine biber gazı yağanları da hatırlattı. Hopa’da HES protestocusu Metin Lokumcu’nun biber gazından etkilenerek öldürülmesi ve başbakanın yine Salı konuşmalarından birinde onu küçümseyen sözleri… Çayan Birben’in yine biber gazı nedeniyle ölümü. Birikti, birikti…

 

İlla açıklama gerektiğinde, tepede “kalp krizi” dendi, biber gazına hiç girilmedi ya da dalga geçer gibi “ileri demokrasilerde de olduğu” söylendi.

 

En tepeden zaten sürekli kibir, küçümseme ve “ben dedim mi olur/olacak, başka yolu yok” tavrı  geldi. En son“Gezi parkı için ne yaparsanız yapın, ben kararımı verdim” ve yanında “İçen, gidin evinde içsin” kararlılığı ya da hoyratlığı. “Benim bakanım, benim genel müdürüm, valime talimat verdim” vb. sözleriyle “bencileyin diktatörlüğün” sürekli kafamıza kakılması. Bu tavrın CHP dahil tüm muhaliflere karşı küçümseme ve aşağılama boyutuyla desteklenmesi. “Kasetten çıktın sen, kasetten!” sesleri…

 

Kaset gibi günlük politik sembollerin yanında, “yeni rejim”i imleyen ve “şanlı tarih”e ve dine  dayanan rövanşçı semboller yaratılmasına ne demeli? En son üçüncü köprüye Yavuz’un adını vererek Alevileri de karşıya alan çok özel bir “sembol” yaratılması mesela. İran seferinde Anadolu’daki kırk bin Aleviyi katletmesi bir yana, halifeliğin ve Suriye’ye sefer düzenlemenin de sembolü olan bir ismin özel olarak seçilmesi. Birikti, birikti… Son dönemde Suriye olayıyla birlikte mezhep kışkırtıcılığının artırılması bir yanda iyice birikti. Topçu Kışlası’nın da, 31 Mart olayı nedeniyle bir diğer sembol olma özelliğini unutmamalı hani…  

 

Bu şekilde Osmanlı sembollerini/değerlerini öne çıkarırken Cumhuriyet sembollerine/ değerlerine karşı küçümseyen açıklamalar yapıp durması da unutulmamalı. En sonunda Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’ye “iki ayyaş” diyerek kimileri için “sözün bittiği” bir başka yere vardı. 

 

Geriye doğru sıralayalım mı daha:

 

Ø  Besleme, sadaka, korku ve tehditle yönetimin bir sonucu medyanın başkalaştırılması ve susturulması… Senaryo yazıp duran ve hükümetin senaryoları/kurguları uyarınca bir koro haline dönüşen yeni tipte yandaş medyanın oluşturulması. Genel olarak yandaş sermaye gruplarının belirginleşmesi ve sürekli onların “beslenmesi”. Sabah Grubu’nun damada geçişi, en son Akşam ve Show TV’nin ihalesiz devri. Ana akım medyanın da, el değiştirmeler ve vergi operasyonlarıyla vb. 10 yılda tümüyle bu duruma boyun eğmesi.

 

Ø  Medyayla birlikte, Ergenekon vb. davalar vesilesiyle tüm kurumların “fethedilmeye” başlanması… Açtığı davalar, yaptığı atamalar, yasal müdahaleler, aldığı tüm tedbirlerle yargıdan üniversiteye her yeri “benim rektörüm, benim savcım” vb. haline getirmesi. Devletin bir başka (zor) aygıtı polisi de adeta kendi milis gücü haline getirmesi. Polisin “imamın ordusu”na dönüştürülmesi. Makyajların akması ve TÜİK gibi kurumların verilerine dahi güven kalmaması. 

 

Ø  Ele geçirilen devlet kurumlarında yazdıkları uydurma/uyduruk senaryoları medya marifetiyle koro halinde tekrar ede ede gerçekmiş gibi belletmeye çalışmaları.

 

Ø  Grevlerin, emek hareketlerinin sürekli geriletilmesi – En son THY Grevi’ne karşı “bastırıcı/baskılayıcı” tavır.

 

Ø  Eğitimde yaşanan “gerici dönüşüm”ün tepkilere rağmen hiç hız kesmeden her sene yeni uygulamalarla devam etmesi… 4+4+4 tartışmaları, okula başlama yaşı için altı yaş dayatması (içinde “çocuk gelinler” de gizli), özel okullar dışında ilköğretim okullarının imam hatiplere dönüştürülmesinin hızlanması

 

Ø  ÖSYM’de ve merkezi sınavlarda “belli çevrelere soruların sızdırılması” iddiaları ve güvenin her alanda ortadan kalkması…

 

Ø  Yine eğitim kapsamında; “şöyle nesil istiyorum, böyle nesil istiyorum” diye diye “dindar nesiller”den “Fatih’in nesilleri”ne kafasındaki “nesil prototipi”ni topluma ve gençliğe sürekli dayatmaya başlaması.

 

Ø  Kürtaj “düzenlemesi” ve “çocuk bakımı, doğum izni” konularında yeni gündeme gelen ayarlamalarla birlikte, sürekli “üç çocuk, beş çocuk” denerek kadının “eve kapatılmış” yeni rolünün tarif edilip durması. Bunun adım adım dayatılması. 

 

Ø  En son Reyhanlı olayı; şüpheler, yalanlar, senaryolar… Barış isteyen, komşularıyla sorun istemeyen halkın karşısına savaş çığırtkanlığıyla, ÖSO militanlarıyla, El Kaide yanlılarıyla çıkması…

 

Ø  Uludere/Roboski olayı… İnsansız hava sahası araçlarıyla katledilen yurttaşların karşısında “süreç zarar görmesin” mavraları…

 

Ø  “Kentsel dönüşüm”ün kentsel rant ve yağma olduğunun iyice açığa çıkması… Sulukule, Şişhane, Tophane tüm tarihi dokuda, her yerde mutenalaştırmayla devam eden “süreç”in Marmara kazısında “üç beş çanak çömleğe” denk gelmesi! Bu “inşaat ya resulallah” döneminde, sermayeye peşkeşlerin, devirlerin/ satışların da hızlanması. En son Beşiktaş’taki iskelenin şangrili mangrili yeni otele devredileceğinin açıklanması (daha öncesinde çay bahçelerinin kapanmasıyla adım adım buraya gelinmesi), yurttaşların kent merkezlerindeki, kentin tarihi/kültürel yerlerindeki yaşam alanlarının daralıp durması. Ankara’da Atatürk Orman çiftliği arazisinde yaşanan “dönüşüm” ve diğerleri…

 

Ø  Yine son dönemde Emek sinemasının yıkımı. Karşı duranların, sinemacıların, sinemaseverlerin, mimarların vb. sözlerinin dinlenmemesi, eylemlerin şiddetle bastırılması. Özel inşaatların devletin güvenlik güçleriyle korunması. “Kentsel dönüşüm”de hiçbir itirazın, toplumsal/çevresel duyarlılığın kabul görmemesi…

 

Ve en son Gezi Parkı olayı. Kullanılan açık şiddet bir yana, burada da en “hassas” anlarda, çapulcular, aşırı uçlar, bir kaşık suda boğarız, yüzde elliyi tutamayız, istersek interneti keseriz, içki içen herkes alkoliktir vb. diye kışkırtmaya devam etmesi.

 

Yeni bir rejim girişiminin tüm bu icraatları ve devlet aygıtının A’dan Z’ye ele geçirilmesiyle birlikte bir tarafta hep baskı, hep kibir, hep saldırı…

 

Öbür tarafta, özgürlüklerin ve hakların her geçen gün daha da kısıtlanması ile hep kahır, hep kahır, hep kahır…

 

Sonuç: Halkın önemli bir kesimini karşısına alan diktatöre/diktatörlüğe karşı YETTİ GARİ çıkışı ve bardağın “üç, beş ağaç”la dahi taşması!..

 

 

Facebook
henüz yorum yapılmamış
15-06-2013
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211012
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.