Tahrir Platz

Tahrir Platz*

 

Gözüm Yves Saint Laurent’in “Parisienne” parfümünün reklam panosuna takılıyor. Eyfel Kulesi’ni arkasına alan, göğsünün üzerinde eliyle beyaz bir gülü tutan, dudakları aralanmış sarışın güzel kadının endamına dalıyor bakışlarım. Parisli olmayı bilmem, ama ömrümün altı yılını bıraktığım iflah olmaz bir Kahireli olduğum kesin. Hüzünle, bu kere ayrılmak için geri geldiğimi henüz bilmeden “Paperblanks”tan Safavi desenli not defterime “kahire’ye dönüş” isimli bir şiirin ilk dizelerini düşüyorum.

 

bir yer uğurlamaz sizi

ama bir insan uğurlar

bir daha dönmeyecekmişsiniz gibi

 

bir yer karşılar sizi

ama bir insan karşılamaz

sanki hiç gitmemişsiniz gibi

 

insan geçer

kalır mekân

 

toprağın vefasızı

insan

 

24 Şubat 2011. Saat 02.30 suları. Bagajımı beklerken gözlerim, bir Türk firmasının inşa ettiği yeni terminalin gümrük çıkış kapılarının üzerindeki duvarı süsleyen, dostum Ayman Lotfy’nin “Yüzlerin Diğer Yüzü” çalışmasındaki fotoğraflara takılıyor. Ayman bahsetmişti, 20 yıldan fazla Kültür Bakanlığı koltuğunda hiç değişmeden oturan Farouk Hosni, gitmeden hayırlı bir iş yapmış, demek en sonunda koydurtmuştu fotoğrafları. O an ilk kez birinin beni karşılamaya gelmemesini garipsiyorum. Çünkü gece yarısı başlayan sokağa çıkma yasağı sabah altıya kadar sürecek. Kendime bir kahve alıp, boş bir koltuğa çöküyorum. Bir yabancı gibi etrafımı dikkatle incelemeye başlıyorum. Bir diktatörün sonunun şehirde neleri değiştirmiş olabileceğini anlamaya, farklılıkları yakalamaya çalışarak. Dışarının sessizliği dışında pek bir değişiklik gözüme çarpmıyor. Marion şu an sıcak uykusunda olmalı. Sokağa çıkma yasağı bitmeden uyanmasını istiyorum bencilce. Birinin merhaba demesi yüreğimi ısıtacak. Ama hayır, sanki kimse beni beklemiyor, Kahire’den başka. Yerimden kalkıp, gazete bayisine yöneliyorum. Devrimlerini nasıl yazdıklarını birinci elden öğrenmek için gazeteleri, dergileri karıştırıyorum. Zaferden sarhoş olmuş gibiler. Her zamanki gibi kendilerini fazla abartıyorlar, diye geçiriyorum içimden.

Devrim’in ilk dizelerini belki yıllar önce İran’da yazmıştım halbuki. 2002’nin 24 Martı'nda, iki haftalık uzun nevruz tatilinde kaçtığım kuzeyde, Hazar kıyısında. Bu “bahar” o zaman başlamıştı Ortadoğu’da çünkü.

 

kızılım

sana boyandım

kana

bir gece boyu

baştan ayağa

 

Ama Mısır’daki devrimin rengi yoktu. Kızıl değildi asla. Müslüman Kardeşler, devrimi kaçırmamak için son anda atlamışlardı en arkadaki vagona. Yani devrimin rengi yeşil de değildi. Yine de İhvancılar sonradan işi sıkı tutacaklar ve neredeyse lokomotifin hemen arkasındaki ilk vagona yerleşeceklerdi, eteklerinde Selefilerle. Onlar için lokomotifi şimdilik askerlerin kullanmasında sakınca yoktu. Ama arka vagonlara attıklarına dikkat etmeleri gerekiyordu. Ordu kendi ordularıydı, bekleyebilirdi. Orduyla barışmak kolaydı. Hatta o kadar kolaydı ki esasen kim kimi yönetiyor belli dahi edilmezdi. Ciddi bir karartma uygulanacağı kesindi. Ya arka vagonlara doğru itilen gençler, kadınlar, yoksullar öyle mi? Hele kendilerine son vagonda bile zor yer bulan ama şimdi yaka paça trenden atılmak istenen Hıristiyanlar? O gece Tahrir gerçekten hangi renge boyanmıştı peki? Kaçırmıştım. Sonradan sokakları temizleyen gençlerin kaldırım taşlarını siyah-beyaza boyadıklarına tanık olacaktım. Bir devrim için hiç de doğru renkler değildi. Sokaklarda özgürlükleri için ölümü göze alan bu gençler, neden bir kışladaki askerler gibi kaldırımları siyah-beyaza boyuyorlardı?  Onlarca yılın kiri böyle temizlenemez ki…

Dünya ayağa kalkmış ve alkışlıyordu. Batılılar için Mısırlılar tekrar tarih yazıyordu. Aslında herkesin bir hesabı vardı ve tüm demeçler bu hesaplara göre veriliyordu. Mısırlılar onurlarını sözde geri aldı. Ya verdikleri? Gençler, kadınlar, işçiler ve işsizler… Ah Mısır! Senden umudumu kesmeme neden izin veriyorsun?

Havaalanında beklerken gazete bayisinden aldığım “Egypt Today”in Şubat sayısı, devrimin ilk başarısı 25 Ocak’ta alınınca, son gelişmeleri baskıya yetiştirememiş, bir ek halinde dergiye eklemekle yetinmişti. Aynı dergi Mart sayısında devrimin rengini “beyaz” olarak bildirecekti. Siyahı karartacaklarını biliyordum. Çok değil, bir ay önce Mübarek’e övgüler dizen gazeteciler, şimdi kin kusuyorlardı. Herkes devrimleriyle övünüyordu. Ama devirdikleri Mübarek’ten başka kimdi, neydi? Hemen herkes, neredeyse tüm yönetici seçkinler işbaşındaydı halâ. George Friedman’ın makalesi (1) geldi aklıma. Yazısını şöyle bitiriyordu Friedman: 82 yaşındaki yaşlı bir adam görevinden atıldı ve oğlu devlet başkanı olmayacak. Anayasa ve parlamento rafa kaldırıldı ve askeri bir cunta işbaşında. Gerisi spekülasyon.

Slavoj Zizek’e hak vermemek elde değildi. Ya tüm yaşananlar gerçek bir kopuş değil de her şeyin aynı kalması için bir şeylerin değiştiği kozmetik bir değişimse…(2)

Ama bu haksızlıktı. Onlarca insan hayatını kaybetmişti. Milyonlar sokaklara akmıştı.  Hıncahınç doldurmuşlar, gece gündüz terk etmemişlerdi Tahrir’i. Nasıl yadsınabilir? O çatışmalar, Baltacıların saldırısı, verilen şehitler…  Egypt Today’ın Mart sayısının sayfalarını dolduran o Tahrir işgalcileri, Motaz Attala, Dr. Kamal Absonna, Nazly Hussein, meydanda evlenen Abdelhamid ve Zafaan, Mohamed Abdel Kerim, Sarah Abdelrahman, Ahmed el Esseily, Shabayek, Maha Brence Ahmad, Amal ve Amr ve günlerce plastikten derme çatma bir çadırda birlikte yaşadıkları çocukları…  ve daha adları ilk kez duyulan niceleri. İnsan Hakları İzleme Örgütü, 22 Şubat itibarıyla Kahire’de 232, İskenderiye’de 52 ve Süveyş’te 18 olmak 302 kişinin hayatını kaybettiğini açıklıyordu. Nasıl yok sayılabilir şimdi bunlar? Onların kazanımları örtbas edilebilir mi? Ama biliyorum, edecekler.

Nasıl da herkes tek ses, tek yürek olmuştu. Tahrir çınlıyordu: Ayağa Kalk Mısır! Mısır’da yeni düzenin yaratılması için kadınlara eşit hak talep eden o slogan ise en sevdiğimdi. Görür görmez Marion’la paylaşmak istemiştim, çünkü Almancası da vardı: “Fordert die Gleichberechtigung von Frauen bei der Schaffung einer neuen Ordnung in Ägypten!” Bir de “Hepimiz Halid Saidiz” sloganı vardı yüreklere dokunan. Günahım boynuna! Başarmalısın ey Tahrir!

Muhammed Ali Paşa’nın oğlu Hidiv İsmail, Mısır vizyonunu, yarattığı Bahçe Şehir (Garden City) semtinin yanına konduracağı bu meydanla, Tahrir’le somutlaştıracaktı. 1902’de Fransız Mimar Marcel Dourgnon neoklasik tarzdaki Kahire Müzesi’ni meydanın kenarına iliştirecekti.  Meydanın, müzenin tam karşısına düşen tarafında ise 1919’da Kahire Amerikan Üniversitesi açılacaktı. 1951’de açılan Mogamma ise Mısır bürokrasisinin sembolü olacaktı. Dev binada Mısır bürokrasisinin tüm birimlerinin birer bürosu bulunacak ve Mogamma’dan dolayı meydan artık hiçbir zaman insansız kalmayacaktı.  Aslında meydan halka açılacaktı böylece. Bir yıl sonra askeri darbeyle yönetime gelen Nasır ise Kahireli seçkinlerin İsmailiye Meydanı'nın ismini Tahrir (Özgürlük) Meydanı olarak değiştirecek ve dönüşümü tamamlayacaktı.  Benim için ise Tahrir, Berlin Alexander Meydanı’nın hüzünlü çağrışımı olacaktı her zaman.

Onca yıl sokaklarında dolaştığım, hatta Vast al Balad (Şehir Merkezi) şiirini yazdığım Kahire’nin kalbi olan bu yerde yine de Mertakislerin üçüncü kattaki dairelerinin Kasr el Nil Caddesi üzerindeki hangi binada olduğunu bulamamıştım. Stratis Tsirkas Başıboş Kentler üçlemesinin ikinci kitabı Kahire’de (3), Mertakislerin o daireyi tutmak için yüklüce bir hava parası ödediklerini yazıyordu. O dönemde, Churchill’in ikinci cepheyle ilgili planlarını satın almanın, Kahire’nin merkezi bir caddesinde ev kiralamaktan daha kolay olduğunu söylüyordu Tahrir’i çevreleyen sokakları kastederek. Mertakislerin dairesini bulamadığım gibi Al Bostan ve Kasr el Nil caddelerinden yüzlerce kez geçtiğim halde Tsirkas’ın romanında bahsettiği, Kahire’nin merkezinde Baudelaire’nin 29 Ağustos 1857 gecesi ilk ve son kez yattığı o daireyi aramayı da hep erteleyecektim. Yine de bir teselli olarak Alâ el Aswani’nin romanından sonra Yakupyan Apartmanı’nı görmeye gidecektim.

Gün aydınlandı. Kendimi Zamalek Adası'na attım. Büyük bir hasretle. Bir gariplik vardı bu buluşmada. Kahire gibi Marion da değişmişti. O akşamı zor ettim. Sonraki her akşamı zor ettim. Ağrıma giden sokaklardaki devrim kalıntılarından kaçar gibi kendimi koşarak La Bodega’ya attım üç hafta boyunca her fırsat bulduğumda. Sakkara biralarını yudumlamıyor, kafama dikiyordum birbiri ardınca. Dostların geçiş törenleri eşlik ediyordu yalnızlığıma. Belli ki Kahire ile vedalaşıyor, helalleşiyorduk.

Tahrir Meydanı’na çıkan Kasr el Nil Caddesi 6 Numara'daki After Eight geliyor gözümün önüne. Kendilerini 300 Spartalı diye tanımlayan şehir merkezinin sakini sanatçıların, gençlerin uğrak mekânı olan After Eight, Yunan Kulubü ile birlikte yıllar boyunca benim de sıklıkla uğradığım mekânlardan biriydi. Önce barın sahibi Tarık ile selamlaşır, hoşbeş ederdik biraz. Barmen Halid, Sakkara birası öncesinde “bloody mary”mi hazır ederdi. After Eight ile bütünleşen ve tartışmasız şekilde Arap müzik dünyasındaki en iyi oryantal caz yapan Vast al Balad grubunun gitaristi Esad Nessim’le kadınlar üzerine dertleşir, kederlenirdik, gözlerimiz güzel kadınlara kenetlenir, iyi gitmeyen talihimizle şakalaşırdık. Muhteşem sesiyle Adham el Said, Ali Baba şarkısını benim için söylerdi. Bilirdim. Grubun solisti ve gitaristi Hany Adel’in Tahrir’e indiğini ise sonradan basından öğrenecektim. 

After Eight’te Buseyna Kamel’i her gördüğümde alkolün etkisi birkaç katına çıkardı. Ama evliydi. Bunu Al Dustur gazetesindeki köşesinde bir gün itiraf edince, ben de tam tamına o makaledeki sözcükleri kullanarak ve Buseyna Kamel’den/Buseyna Kamel’e ithaf ederek, Çerçevesiz Sanat’ın 2008 Temmuz sayısında yayımladığım “sayın ilgili’ye açık mektup” şiirini yazacaktım. Bir gün beni göstererek “Bu deli!” diyecekti dostlarına. “Makalemden bir şiir yazacak ve yayınlatacak kadar!” Hayatıma Marion girmemiş olsaydı, Mısır’da belki bir tek Buseyna’ya âşık olabilirdim. Ya Mona? Mona Hala’nın çılgın danslarını ve sıcaklığını nasıl unutabilirim? Sevgili Mona, Mübarek döneminde epey tepki toplamıştı. Çocukların rol model olarak aldıkları Mona’nın bazı filmlerde açık sahnelerde oynayışı muhafazakâr çevreleri oldukça rahatsız ediyordu. Devrimden sonra televizyonda “Monatof” isimli bir şov programına başlayacak Mona ise artık intikamını alabilecekti ikiyüzlü muhafazakârlardan. Her bölümde Mübarek döneminin yöneticilerinden birinin kahkahalar içinde ipliğini pazara çıkartacaktı. Ah Mona! Sabahlara kadar İnsomnia Kafe’de sohbet edip bazen omuz omuza uyuduğumuz kafemiz de yok artık. Segafredo Zanetti zincirine kattılar kafemizi. İlk ikisini Yoğunluk dergisinde yayımladığım İnsomnia Öykülerime de ara verecektim bu yüzden. Daha doğrusu dergilerimizden biri, yayın politikalarına uymadığı gerekçesiyle üçüncü öyküyü yayımlamayınca İnsomnia Öyküleri de yarım kalacaktı. Öyküm reddedilince damsız içeri almayan bir barın kapısından kovulmuş gibi hissetmiştim. Edebiyat dergileri ülkemde damsız almayan barlardan farksız aslında. Editör ‘bodyguard’lar kapıları tutmuşlar, damsız almıyorlardı; eğer içeride bir tanıdığınız yoksa hiç şansınız da yoktu.

 Arap şiirinin çınarı Muhammed Afifi Matar ile 70inci doğum gününde Talaat Harb Caddesi üzerindeki Stella Bar’da baş başa dertleştiğimiz, çokça feyz aldığım o sohbeti hatırlıyorum birden. 10 yıllık hapis hayatını, sürgün yaşantısını, yapılan işkenceleri kendisinden dinlemek keder vericiydi. Gözümde büyüyen ozanın dört yıl sonra ölüm haberini aldığımda hemen bilgisayarımın başına geçecek ve Cumartesi şiir dergisinde bu acı haberi verecektim. Cenazesine katılacak gücü bulamayacak, sadece şu bir paragrafla vedalaşacaktım büyük ustayla:

“Mısırlı Şair Muhammed Afifi Matar 28 Haziran 2010 tarihinde Kahire’de yaşamını yitirdi. 1935 yılında Nil Deltası’ndaki Menoufiya şehrinin Ramlat al-Anjab köyünde dünyaya gelen Matar'ın öğretmenlik diploması vardı. Ayn Şems Üniversitesi’nde felsefe eğitimi alan Matar, uzun yıllar Eğitim Bakanlığı’nda öğretmen olarak çalıştı. Enver Sedat’ın cumhurbaşkanlığı sırasında kendi isteğiyle Irak’ta sürgün hayatı yaşadı. Baas Partisi üyeliğinden dolayı yıllarca hapis yatan Matar, şiir kitaplarıyla ulusal ve uluslararası pek çok ödül aldı. İmgeyle gerçekliği, düşle düşünceyi sarmaştıran şair Arapça şiir deltasında kendine özgü bir Mısır şiiri akımı oluşturdu.”

Mum dergisinin 1996 Ekim sayısında, şairin çevirdiğim “Bağlantılar” şiirini yayımlamıştım. Ne güzel diyordu Matar:

 

Bir damla amberde

-Sanat güzel kokulu yapar onu-

 

            Kahire Atölyesi’ndeki doğum günü etkinliğinde beni dostlarına tanıştırırken nasıl gururlandığını, “Türkçe çevirmenim ama benim şiirimi halâ anlamadığını söylüyor!” diye şakalaştığını unutmak mümkün mü? Şiire verdiğin o güzel koku hiç eksilmeyecek usta!

Aynı yıl İbrahim Nagi’yi de yayımlamıştm Mum’da. 1997 Şubat sayısında ise Ahmed Abdel-Mo’ti Hegazi’yi... O zamanlar nereden bilebilirdim çevirip yayımladığım Mısırlı şairlerin şiirlerinin beni Nil’e doğru çekmekte olduğunu. Yehuda Amihay’ın Soneleri'nin de beni Kudüs’e çektiği gibi. Belki bir gün o yolculuğu da yazarım. Ah! Matar’ın güzel kokusu sarıyordu La Bodega’yı.  Ne de güzel söylüyordu  “Güzel Bir Ömre Ağıt”da Hegazi:

 

Sonra düşlüyordum,

Şehrin kalelerinden birinde mahkûmdum

Bir dilekçe yazıyordum senin altından tören alayının geçişini seyrettiğim gibi

Sarhoşluk yendi beni, dilekçeyi yırttım,

Ve yerine sana bir aşk şiiri yazdım.

 

Ben ise şimdi La Bodega’nın barında oturmuş kendi ağıtımı yazıyorum. Tahrir Meydanı’nda kendini yakan çöl ozanının hakkı kalmasın diye üzerimde. Marion için bir ağıt bu. Belki, belki Küçük Christen için.

Dostoyevski’nin “Bir Yufka Yüreklisi”nin arasına koymuştum Küçük Christen’in gülünü. 2005 yılının 23 Ağustosu'nu 24’üne bağlayan gece Feyyum’da, manastırın bahçesinden koparıp vermişti bana. Bir aşk ilanı gibi yüreğinden koparmıştı o gülü ve sevgiyle uzatmıştı. Kızımın yerini almıştı. Dilimi bilse “Baba!” diye haykırarak boynuma sarılacaktı sanki. O gece, John’un ablası Gima’nın düğünü için Feyyum’a gitmiştim. Bir Kıpti düğününe konuk olmuştum. Arabanın sürücü koltuğundaydım. Yanımda İsrailli yazar Benny Ziffer oturuyordu. Arkada ise Alman heykeltıraş Anka. Bir Yahudi yazar, Hıristiyan bir heykeltıraş ve direksiyonda ben, Müslüman bir şair. Hangi filmde böyle bir sahneye yer vermeye cesaret edebilir yönetmenler? Oysa hayatın gerçekliği hayallerimizin bile ötesindeydi Mısır’da. Aradığını bulana kadar aramayı bırakmayanların mutlaka hayatlarının bir evresinde geçecekleri bir coğrafyaydı burası.  Aslında bir yabancı için aranan şeyin Mısır’da bulunması imkânı yoktu. Mısır, yabancı misafirlerine sadece aradıkları şeyin nerede bulunabileceğini gösterirdi. Asla aradıkları şeyi onlara kendi vermezdi. Zordu, kıskançtı ve ısrar ederseniz sizi kovardı. Marion’u bana vermediği gibi.  Şimdi bu şehri terk etmeye zorladığı gibi.

Zamalek Adası'nın ana caddesi 26 Temmuz üzerindeki La Bodega, Kahire’de uğradığım ilk mekândı. Sanırım 2001 Ağustosu'nda tanışmıştım aynı cadde üzerindeki uğrak yerlerim Diwan Kitabevi ve La Bodega ile. Şeyma’yı da burada ikna etmiştim resimlerini kitabıma koyabilmek için. Şimdi yıllar sonra ayrılık kararının kafama kazındığı yer de burası oldu.  Kader dedikleri bu döngü mü acaba? Yaşadıklarımızı kabullenmekten başka ne olabilir ki kader?

Ah Pirim Şirazlı Hafız! Sen değil miydin “Gözyaşlarıyla yıkan, güzele bak o zaman!” diyen? Şimdi şu Sakkara biraları boğazımı düğümlerken bana bir teselli verebilecek misin?

 

“Şerab-î sust mihâdem ki merd-efken şeved zûreş

Ki tâ yek dem biyâsâyem zi dunyâ vu şer-u şûreş”

 

 (Sert bir şarap isterim, dünyayı unuttursun

Kendimden geçirsin de huzura kavuştursun!) (4)

 

Pirim yine sarsıyor beni. Sanki cennetteki konağının terasından La Bodega’nın barındaki bu divaneyi izliyor. Barmen sokağa çıkma yasağını hatırlatarak “Son siparişler!” diye sesleniyor. Başımı not defterimden kaldırıyor ve saate bakıyorum. Daha bir buçuk saat var sokağa çıkma yasağına. Kendime iki Sakkara birden söylüyorum. Biri Pirim adına belki.

Sakkaralar işe yarıyor. Ferîdüddîn-i Attâr’ın, Mantıku’t Tayr’da anlattığı Hıristiyan kızının uğruna dinini elden veren ve Rum diyarında tek başına kalan şeyhe benzetiyorum kendimi. Henüz ortalık sakinleşmeden, artık hiç de güvenli bir şehir sayılmayan Kahire’ye dönüşümü sorgulayanlara, Hüdhüd’ün cevabını verişimin başka ne anlamı olabilirdi yoksa? “Âşık olan kimse can derdine düşmez.”  “Zaten başı ve sonu olmayan böylesi bir yolda kimse hileden ve tehlikeden amanda olamaz.”

İçim burkuluyor. Hep sözleşmemize rağmen, Necip Mahfuz’dan sonraki en önemli Mısırlı yazar sayılan Gamal Gitani ile İslami Kahire’yi bir türlü beraber gezememiş, öykülerini alıp çevirmeye fırsat bulamamıştım. Arapların Kafkası Sonallah İbrahim’in kitaplarını, özellikle Komite’yi Türkçe’ye çevirtmeyi başaramadığım gibi. Bir de benim için bilge bir öykücü olan Said al Kafrawi’nin kitaplarını. Kafrawi’den bir öyküyü kendim çevirip, Yoğunluk’ta yayımlatınca biraz olsun içime su serpilmişti. Ama Türkçenin iki önemli romancısı Kaan Arslanoğlu ve Ömer Baytaş’ın kitaplarını, Mısır Kültür Yüksek Konseyi’ndeki dostlarımdan söz almama rağmen Arapçaya çevirtememem halen yüreğimi kanatır. Belki bir gün, baharlar yaza dönünce, kim bilir…

Kaderin cilvesi... Barda yanıma genç bir Alman üniversite öğrencisi kızcağız oturuyor ansızın. Bir süre izliyor beni, ne yazdığımı merak ediyor. “Alman sevgilimden ayrılmanın öyküsünü,” diyorum. İnanamıyor. Yazdıklarım arasında Marion ismini görene kadar sarhoş olduğumu sanıyor. Oysa hiç olmadığım kadar ayığım. Beynimin içinden Mesnevi’deki ayı ile babayiğidin öyküsü geçiyor o an. Sevdiği adamı rahatsız eden sineği kovmak için o kocaman değirmen taşıyla uyuyan adamın suratını paramparça eden ayının sevgisine sahi güvenilebilir mi? Yoksa şimdi kör bir doğan gibi baykuşların viranesine mi düştüm bu bar köşesinde? Ten ağacına kurt düştü bir kez. Japon yazar Yasushi İnoue’nin Aşkın Üç Yüzü’nde (5) bahsettiği gibi yoksa sevmekle yetinmeyi beceremeyen, sevilmenin mutluluğunu gizlice tatmak isteyen bir kadının hak ettiği cezayı mı çekeceğiz birlikte?  Beni bağışla Ernesto Cardenal, sen bir kızın fethedilişinin türküsünü söylerken, ben bir ayrılığın şarkısını yazıyorum bar köşelerinde.

Nasıl unutabilirim 14 Ağustos 2008 Perşembe gecesini? Kadriye Hanım Mohendeseen’deki İngiliz Kulübü’ne davet ettiğinde bitirmem gereken işlerin, tamamlamam gereken hesapların içine gömülmüştüm. Ancak gece 12’ye doğru uğrayabilmiştim kulübe. Marion’u ilk orada görmüştüm. Kadriye Hanımla kadın kadına biralarını yudumluyorlardı. Çok geçmeden hayatımın aşkını bulduğumu anlayacak ve sert siyasi tartışmalara girdiğim Marion’a, büyük bir aşk yaşayacağımızı hemen orada, o gece ilan edecektim. Haklı çıktım. Sabaha kadar kenti dolaşacak, Zamalek Adası'nın güney ucundaki Sofitel Otel’in bahçesinde el ele güneşin doğuşunu izleyecektik. Sonra Çevre Yolu Köprüsü’nde bir tek sözcük bile dile getirmeden Nil’i seyreden âşıklar olacaktık. Sabahın ilk saatlerinde piramitleri gezmeye giden otobüsler dolusu turistin Kahire panoraması almak için durdukları köprüdeki şaşkın bakışları arasında. O tarihten bu yana yazdığım her şiire sinen o güzel kokuyu şimdi bu ayrılık şarkısıyla nasıl çıkarıp atabilirim Nil’in sularına?

Bundan böyle O’nsuz, Ruh’un Alman Kralı'nı nasıl dinleyebileceğim? Yüreğim Xavier Kurt Naidoo’yu dinlemeye artık nasıl dayanacak? Azmi’nin Maadi’deki barına bir daha gidemeyecek miyim O’nsuz? Altı yıl boyunca İngiliz Kraliyet Filarmoni’den İstanbul Devlet Senfoni’ye, Zorba’dan, Anadolu Ateşi’ne, Aida’dan Madam Butterfly’a kadar onca konseri, dans gösterisini, operayı kaçırmadığım Kahire Opera Evi kapılarını bana kapatacak mıydı? Uluslararası Kahire Film Festivali’nde günlerce sinemalardan çıkmadığım o günler, nasıl geride bırakılabilirdi? Ya Zavalan? Meşhedi’de Veltins birasını kim ile içeceğim şimdi? Berlin’in meydanlarını didişerek kim ile tavaf edeceğim? Ne çok güvenmiş ve aldanmışım kaderime;

 

hayyamım ya ben

zavalan’da

meşhedîyim

ezelden

bu yüzden

rubaiye daha yakın

kaderim bir gazelden

 

diyecek kadar. (6) Bu gücü ruhuma sen aşılamıştın. Hayyam’ın devrimciliğine bürünmüştüm sayende. Beni rubaileri bırakıp gazellere mahkûm etmen nasıl adil olabilir? Şimdi kime sarılacağım Freinohl tren istasyonunda? Arkamızdan kim el sallayacak? Sabahlara kadar Atıcılık Kulübü'ndeki köy festivalinde kimlerle içecek, kimlerle dans edişini seyredeceğim?

Ya yaptığım üç Almanya seyahatinde de beraberimde götürdüğüm ve inatla kitaba ismini veren Berlin’deki Aleksandır Meydanı’ında oturup okumak istediğim halde, vakitsizlikten içimde ukde kalan Alfred Döblin’in “Berlin-Alexander Platz” romanını, şimdi kiminle gidip okuyacağım o meydanda? Hangi kitap daha okunmadan bunca acı verebilmiştir insana ve hangi meydan?

En acısı da, artık Kahire Havaalanı’nda, bazen sürpriz olsun diye, bazen de utancımdan olsa gerek otomobilde bıraktığım bir buket çiçekle onu, sıklıkla yaptığı iş seyahatlerinin dönüşünde karşılayamayacak oluşum var. Acaba bu eksikliği hiç hissetmiş midir benden sonra? Bilemediğim, söylemediği o kadar çok şey var ki… O ise beni sadece bir kere, Köln Havaalanı’ndan almıştı bir gece yarısı, 2011’e birlikte girelim diye, elimde Henrich Böll’ün kitabıyla Almanya’nın yolunu tuttuğumda. Köln’den otoyola çıkışı bir türlü bulamadığımız o karlı Aralık gecesini nasıl unutabilirim?

Artık Köln’ün sokaklarında kimin omzuna yaslanıp Heinrich Böll’ün “Ve O Hiçbir Şey Demedi”sini (7) okuyacağım? Ben Fred’dim. O benim canımdan çok sevdiğim Kaete’im. Neden sevişmeden evlenenler daha çok mutlu oldular? Niye Kaete? Niye Marion? Birbirini seven iki insan neden bu kadar çaresiz olsun? Kaldı ki Fred ve Kaete İkinci Dünya Savaşı’ndan çıktı. Ya biz? 2011 yılında eksik bir devrimden bile çıkamadık mı? Öldürülmek istenen her aşk hayata karşı direnişin kırılmasıymış, acımasız bir karşı devrim. Buna nasıl izin verebildik?

Ama bunları yazmıştım yıllar önce Tahran’da. Öğrenciler sokakları doldurduklarında, kent ayaklandığında. Hatemi’nin seçim zaferini yazarken benim biricik gazetecim Ayşe Karabat o şiirimi çalmış ama sözünü tutup, adımı vermeden yayımlamıştı Radikal’deki yazı dizisinin başında.  Sonradan kitabıma da alacaktım “tahran’da son bahar”ı.  Daha o zaman hissetmiş gibi yazmıştım. Baharlar bana ayrılıkları taşıyordu hep. Arap Baharı istisna değil ki…

 

tahran’da son bahar (8)

 

solarım

rüzgâr artık üşümez

kent karışır belki

öte beri

çığlık

 

düşerim

ayak basmaz kimse

parkımı çalan son bahar

seyreden de unutur geçmişi

yürüyen de

 

aşkım

sana kim benden yakın

belki bilseydim

kent kavga etmezdi

park kaçıp gitmezdi

 

Biliyorum. Hüzün insanın kendisinde taşımaması gereken bir şey. Öyle diyordu Klingsor’un Son Yazı’nda Hermann Hesse (9). “Sevgili zarif kadın, düşüncelerimi ifade etmeye çalışıyorum ama başaramıyorum. İfade edilmiş düşünceler ölüdür! Bırakalım yaşasınlar!”

Yine de kendimi tutamamış sana söylemiştim. Hatta yazmıştım. O şiirim İbraniceye de, Almanca’ya da çevrilmişti. Neden kulak vermedin bana? Kahire’yi ben terk etmedim! Hükümet işleri gönül dinlemiyor ki…

 

aşkım (10)

 

sen yine de

bu duvara ör beni

bir böceğe iliştir

üzerime ört bakışlarını

 

bende olmayanı

sana nasıl vereyim

 

Kahire ayaklandı. Ve Alman sevgilimi elimden aldı. Donya al Halas! Dünya bitti artık! Ya gerisi? Friedman haklı. Gerisi bence de spekülasyon.

 

                                                                                                                          Ümit Özkan

 

*****

1)     “In Egypt, More Question Than Answers”, George Friedman, Stratfor, 14 Şubat 2011

2)     “Why fear the Arab revolutionary spirit?”, Slavoj Zizek, Guardian, 1 Şubat 2011

3)     Başıboş Kentler/2 Kahire, Stratis Tsirkas, Doğan Kitap, 2004

4)     Hafız, Yüzünle Işır İki Cihan’dan, Çev. : Kenan Sarıalioğlu, Adam Yayıncılık, 2003

5)     Aşkın Üç Yüzü, Yasushi İnoue, Telos Yayıncılık, 1996

6)     zavalan şiirinden, Cumartesi, Sayı 51, Haziran 2009

7)     Ve O Hiçbir Şey Demedi, Heinrich Böll, Can Yayınları, 1997

8)     her şey yalnızına varır’dan, Gri, Şubat 2004

9)     Klingsor’un Son Yazı, Hermann Hesse, Yapı Kredi Yayınları, 2008

10) aşkım, Cumartesi, Sayı 48, Mart 2009

 

* Bu yazı daha önce, 10 Ocak 2012 tarihinde mutluhaberler.com’da ve Atlas dergisinin 2012 Şubat sayısında yayımlanmıştır.

Facebook
henüz yorum yapılmamış
27-02-2015
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210902
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.