Vasat edebiyatı 101 – İsyan Günlerinde Aşk (Ahmet Altan üstüne Cengiz Gündoğdu eleştirisi)

Bir edebiyat eserini “güzel”, “kötü” ve benzeri maymuncuk sözcüklerle tanımlamak, o eser hakkında hiçbir şey söylememektir. Gazetelerin kitap eklerinde “edebiyat eleştirisi” adı altında çıkan birçok yazı, sözünü ettiği kitap hakkında hemen hiçbir şey söylemeyen bir çeşit  “kitap tanıtıcılığı”ndan ibarettir. Birçok kitap ya da yazar hakkında ilgili ilgisiz, yalan yanlış söylenebilecek “yazarın çağına tanıklığı”, “yazarın kendi içine yaptığı yolculuk”, “yazarın okuru düşsel bir yolculuğa çıkarması” ve benzeri genel ifadelerin üç beş yazıda bir tekrarlandığı sayısız “tanıtım yazısı” üretilmektedir. İşte kitap tanıtımın neredeyse fabrikasyon metinlerle yapıldığı, eleştirinin bu denli fakirleşmiş olduğu bir zamanda aşağıdaki eleştiri yazısını kısaltarak okurun ilgisine sunuyorum.

Taylan Kara

 

Bu yazı İnsancıl Dergisi’nin Kasım 2001 sayısında yayımlanmıştır. Yazının tam metni İnsancıl Dergisi’nden veya Cengiz Gündoğdu’nun Taşkıran adlı kitabından okunabilir.

 

            BİR ACAİP NESNE GÖRDÜM... İSYAN GÜNLERİNDE AŞK
            Bir Romanı Nasıl Okumalı
                                                                                              Yazan: Cengiz Gündoğdu
Bir yazar, romanını yayınevine götürdü. Yayın yönetmeni denen kişi bu romanı nasıl okumalı. Yayın yönetmeni “Bu romanı basmalıyız” ya da "Basmamalıyız" önermesini nasıl gerekçelendirmeli.

Romanı şöyle okudum.
- Romanda dil
- Romanda tip-karakter
- Romanda örge
- Romanda kurgu
- Romanda izlek
- Yazarın durduğu yer.

İsyan Günlerinde Aşk’ı bitirdim. Şimdi düşüncemi söyleyeceğim.
Dil
 İlkin şunu söylemeliyim. Dili, yazarlar, şairler geliştirir. Her yazar, her şair böyle yapmaz tabii. Edebiyatçı, varolanla çatışmaya girdikte, varolanın durağan dili, duyguları, düşünceleri iletmeye yetmez. İşte bu çatışma yeni kavramları zorunlu kılar. Çatışma yalnızca kavram düzeyinde kalmaz, anlatımı da zorlar. Böylece edebiyatçı, dille gerçekliğin gizine girer. Gerçekliğin yeni yanlarını insana gösterir. İşte edebiyatçının bu eylemi, okurun kavramsal, duygusal dünyasını geliştirir.

 Şimdi burda duralım. Edebiyatçı, varolanla çatışmaya girdikte dedim. Bunun için edebiyatçının varolanı bir sorun diye kavraması gerekir. Bugün bütün insanları sarıp sarmalayan, insanı “kendi efendisi” olmaktan alıkoyan varolanı, sorun diye kabul etmek bir yazar için, bir edebiyatçı için ilk ölçüttür, temel ölçüttür.
Peki nasıl bir ölçüttür bu, ölçütün temeli neye dayanır.
Dil, insanı, öbür varlıklardan ayıran son derece önemli bir öğe. Dil, insanın varolanı kavrayıp, varolanı kendisi için değiştirme mücadelesinde ortaya çıkan bir kalkışma. Dilde varolana uyum yoktur. Dilin bu niteliği çok sonra değiştirildi. Dil, egemen sınıfın elinde de, uzlaşma, anlaşma, uyuşma derkesine indirgendi. Sözgelimi Tahir Nejat Gencan, dili şöyle tanımlıyor.
"Duygu, düşünce ve dileklerimizi anlatmaya yarayan imlerin daha çok, ses imlerinin -hepsine bir-den dil denir. " (2)
Yumuşak, bulanık bir tanım. Kimin duygu, düşünce ve dileklerini anlatacak dil. Bir örnek veriyorum. Konfüçyus'e bir haber getirmişler. Gaddar bir prens için “öldü” demişler. Konfuçyüs “Hayır” demiş, “Öldü demeyin, geberdi” deyin.
Dil, gerçekliği saklayabilir, yumuşatabilir. Ama bu dilin niteliğinin bozuntuya uğratılmasıdır. Dil, nitelik açısından devrimcidir. Edebiyatçı için işte ölçüt budur.

 Edebiyatçının dille kalkışan, gerçekliği gösteren, devrimci bir dil olmalıdır. Varolanla uyuşan, gerçekliği göstermeyen dil, insanın insanlaşma mücadelesine taban tabana zıttır.
 Parmenides, köleye "sen köle değilsin, özgür olmayansın” diyordu. Böylece varolanla uzlaştırıyordu köleyi. Buna karşı Kadıköylü Phales, mülkiyette eşitliği savunuyordu, devrimci bir dille. Bu açıdan bakıldıkta Ahmet Altan dil dendikte Parmenides'i anımsatıyor.
 Ahmet Altan'ın dili çok açık. Hemen anlaşılıyor söyledikleri. Bu açıklık, gerçekliği örtüyor. Yine Parmenides'e dönersem, felsefeye yeni başlayanlara, Permenides'in Bir'ini anlatmak zordur. Hele kölelerin bu anlaması mümkün değildir. Ama köle "Sen köle değilsin, özgür olmayansın" dendikte, bunu hemen anlıyordu.
Egemen anlatımın temel yöntemidir bu. Lao Tse binlerce yıl önce uyarmış insanları, "İnsanlar bir şeyi kapatmak istedikleri zaman mutlaka açarlar."

 Ahmet Altan da böyle yapıyor. Gerçekliği örtmek için açık bir dil kullanıyor. Nasıl yapılır bu. Önce hayattan bir örnek. Yağmur yağar, sağı solu seller basar. İki üç ev yıkılır, iki üç insan ölür. Ertesi gün gazetelerde okuruz. "Yağmur can aldı." Görüyorsunuz açık bir anlatım. Bir okuyuşta yağmurun can aldığı hemen anlaşılıyor. Hiç zorlamıyorsun kendini. Nedir bu diye düşünmüyorsun.
 Şimdi bu anlatıma sokulalım. Bu söyleşinin altına bakalım. İnsanlar niye ölmüş. Yağmur taneleri bu insanların kafasını mı parçalamış. Yoksa kurşun gibi yüreğine mi girmiş.
Hiçbiri değil.
Yağmur işte, bildiğimiz yağmur. Ne diyor gazeteler, o bildiğimiz yağmura. "Yağmur, can aldı." Bu anlatımla yağmur özne oluyor. Yağmur, gökten geliyor, can alıyor. Bu açık anlatım, yağmurun özne oluşu, insanlardan, bozuk kentlere dolduranları saklıyor. Yağmur can almıyor, toprak rantından para kazananlar can alıyor. "Yağmur can aldı" bunları saklıyor.

Ahmet Altan'a döndükte, şöyle diyor, "Yıllarca ağır bir istibdat altında ezilerek susmak zorunda kalan, kendi sessizliğiyle zehirlenen bu kalabalık." (s.88)
İstibdat özne oluyor burda. Hemen anlaşılıyor istibdadın halkı ezdiği.
Peki bu istibdat neyin istibdadı. Nasıl bir istibdat. İstibdad özne oluyor, halkı kimin ezdiğini saklıyor.

Bir örnek daha, "Bütün bir yüzyılı etkileyecek kanlı ve unutulmaz bir kıyıma hazırlanan ürkütücü bir hengame." (s. 151) Hengame özne oluyor. Hengame, Tan gazetesini yıkıyor, 6-7 Eylül'de İstanbul'un altını üstüne getiriyor, 1 Mayıs'ta halka kurşun sıkıyor, Kahramanmaraş'ta, Sivas'ta, Gazi'de insanları katlediyor. Bütün bunları hengame yapıyor.

Ahmet Altan, İttihat Terakki'nin merkezi ahşap konağı da özne yapıyor. Ahşap konak tarihin en büyük imparatorluğunu yıkıyor. Bu açık dil, özne olan ahşap konak, emperyalizmi örtüyor.
Öyleyse, ilk elde şunu söylemem gerekiyor Ahmet Altan'a. Anlatımınız gerçekliği örtüyor. Olguları şeyleştiriyor. Özneyi gizliyor. Dilinizin bu yanını düzeltin.

İş bununla bitmiyor. Ahmet Altan'ın dili geleceği kapıyor. Peki, nasıl oluyor bu. Romantik anlatımla oluyor. Romantik anlatım geçmişi özler, geçmişi yüceltir. Biliyorum, kapitalizm cangıla çevirdi dünyayı. Ama geçmiş daha güzel değildi. Güzel olsa bile, geçmişi bugüne getiremeyiz. İnsan, geleceği güzelleştirebilir ancak. Bu açıdan bakıldıkta geçmişi özleyen dil, insan türünü yoksullaştırır. İnsanı edilgin kılar. Çünkü romantik dil, bugünü mutlaklaştırır. Bugünün hiçbir biçimde, kesinlikle değişmeyeceği izlenimini verir.
Öyleyse ikinci olarak Ahmet Altan'a şunu söyleyeceğim. Diliniz gerçekçi olsun.

Herkese Neden Okuma Yazma öğretmemeli
 Ahmet Karcılılar'ın kitabını değerlendirirken söyledim. Herkese okuma yazma öğretmemeli. Sonra oturup roman yazıyorlar dedim. Bunu, Ahmet Altan için de söylüyorum. Keşke okuma yazma öğrenmeseydi.
Bakın neden.
Kitap şu cümleyle başlıyor. “Bazı geceler eskimiş Acem halılarının üstünde yürüyen karıncalar adım seslerini duyarak uyanıyordu.” (s.7)
Adım sesi duyulmaz. Ayak sesi duyulur.
Peki, karıncaların adım sesi duyulur mu. Bunu karakter bölümünde söyleyeceğim.
Devam ediyorum.
 "Noelden iki gün önce, ortalıktan el ayak çekilip, hastalar uyuduktan sonra koğuşları dolaşmaya çıkan Sör Clementine, Hikmet Bey'in odasının kapısından içeri girip de onun hala uyumadığını görünce, memnuniyetini gizlemeye çalışmadan 'Siz daha uyumadınız mı Mösyö Hikmet?' demişti.” (s.20)
 Burda ilk elde şu var. Zaman-eylem nedenselliği bozulmuş. Noelden iki gün önce, zaman belirten bu cümlecik ondan sonraki eylemlerin nedeniymiş gibi gösterilmiş. Oysa, zaman belirten bu cümlecik, hastaların uyumasının, Sör Clementine'nin Hikmet Beyin odasına girmesinin nedeni değil. İkincisi... Ahmet Attan, şöyle diyor, "Sör Clementine, Hikmet Bey'in odasının kapısından içeri girip de."
Dur.
 Sör Clementine, nerden giriyor odaya. Kapıdan. Bu, kapıdan odaya girdiği özellikle belirtiliyor. Demek bu sör, odaya başka yerlerden de giriyor ya da girecek. Ben kitabı okuyorum. Bekliyorum bu sör, bir gün ya pencereden ya da tavandan girecek odaya diyorum. Hayır. Pencereden, ya da tavandan girmiyor odaya. O zaman "Sör Clementine odaya girip de" diyebiliriz. Çünkü, bu "odanın kapısından içeri girdi" dendi mi, bu olağan durum özellikle belirtildikte odaya başka yerden de girilebileceği anlamına gelir.

 Peki, Sör Clementine odanın kapısından nereye giriyor. İçeriye giriyor. Peki, Sör Clementine, acaba odasının kapısından dışarı girebilir mi. Ahmet Altan'a göre girebilir. O zaman "odaya girdi" dendikte, nerden girdiği, odanın içine mi girdi, dışına mı girdi anlaşılmaz. Öyleyse odanın kapısından içeri girdiği özellikle belirtilmeli. Buraya kadar güzel de, Ahmet Altan, sör Clementine'nin odanın kapısından içeriye nasıl girdiğini belirtmemiş. Söz gelimi, yürüyerek mi girdi, koşarak mı girdi, kaydırakla mı girdi.
İş bu kadarla bitmiyor. Ahmet Altan'a göre bundan böyle şöyle konuşacağız.
- Sahip olduğum elimde yara çıktı.
- Sahip olduğum elime bir eldiven alacağım.
 Çünkü Ahmet Altan şöyle yazıyor, külhanbeyi, "gırtlağına yapışan elin sahibine şaşkınlıkla" bakıyor.
 Şunu söylüyorum. Türkçeyi sevmiyor Ahmet Altan. Bilmiyor dilini. Bilmediği için sevmiyor. Türkçe yapım ekleriyle zenginleşen bir dildir. Bilgili demiyor "bilgi sahibi" diyor. Yüz demiyor, "yüzün sahibi" diyor. Bakın şu cümleye "O genç yüz, henüz duygularını saklamaya muktedir değildi, dahası yüzün sahibi, duygularının farkına bile varamıyordu." (s.85)
 Bir yüz var, bir de yüzün sahibi var. Peki o zaman, bu genç hanım, yüzünü nerden almış, kaça almış, bunu niye belirtmiyor Ahmet Altan. Çünkü insan meta sahibi olur ancak. Araba sahibi olur, ev sahibi olur, mal sahibi olur. Bütün bunlar da alınır satılır. Yüz sahibi olmaz.
Altan'a göre, bundan böyie şöyle konuşacağız.
- Çok güzel bir yüze sahipsiniz.
- Sahip olduğum saçlarımı keser misiniz.
- Diş bilgisine sahip olan birine gitmeliyim. Çünkü ağrıyan bir dişe sahibim.
- Sakın benle ilgili şüphe sahibi olma.
- Senin için bir aşka sahibim.
- Sahip olduğunuz elleriniz çok ince.
- Dün gece, sahip olduğum başım ağrıdı.
Bıktım.
 Bıktığım için daha fazla not almadım. Bir yazar, dilini böylece bozar mı. Onca okul okumuşun kaç para eder. Türkçeye yazık değil mi. Şunu düşünüyorum şimdi. Ahmet Altan'ın hiç mi arkadaşı yok. Bu kitabı, basılmadan önce okuyup, "En azından şu sahipleri düzelt" diyen bir tek arkadaşı yok mu.

 Bir de şu var. Ahmet Altan'ın dili canlandırıcı değil. Sönük, öldürücü bir anlatımı var. Çoşku, korku, sevgi yaratamamış. Halit Ziya'yı, Yakup Kadri'yi, Sait Faik'i okusun bu dediklerimi görür orda.
İsyan Günlerinde Aşk’da kar yağıyor, hava soğuyor, ilk yaz geliyor, insanlar öldürülüyor.
Bütün bunlar iç bunaltıcı bir çizgide anlatılıyor.
Peki, neden böyle oluyor bu.
Hegel, "sanat, bütün hayat pratiğimizi kapsamalıdır"der. İşte Türkiye'de sanatın temel sorunlarından biri. Sanat pratiği, kişinin bütün hayatını kapsamıyor. Sanat, hayatın bir ucunda iğreti duruyor. Yarımyamalak sanat pratiği. Hemen yazmalı. Çabuk bitirmeli kitabı. Akşamüstü filanca bara, pazar günleri falanca yere, yarın gece düğüne. Sonuç... işte ölü bir dil... iç bunaltıcı bir "roman".
Ahmet Altan'a şunu söylemeliyim. Dilinizi düzeltmeden bir daha tek satır yazmayın.

Bir Of Çeksem Karşıki Dağlar Yıkılır
Cesetleşmiş bir dille tip-karakter yaratılamaz. Aslında Ahmet Altan'ın böyle bir sorunu yok. Tip Karakter gerçekçi yazarlar için sorundur. Tipmiş, karaktermiş, yaratmaymış, canlandırmaymış bunların hiçbirine aldırmıyor Ahmet Altan.
Keyfi genellemelerle "roman" yazıyor. Keyfi genellemelerle boğuyor kişileri.
Hadi başlayayım bu sıkıcı işe.
 İnsanlar, Osman'ın deli olduğuna inanıyorlarmış. Kişiyi, odanın kapısından içeri sokan Ahmet Altan, 'İnsanlar onun deli olduğuna inanıyorlardı" deyip büyük bir adımla, sessizce olgunun üstünden atlıyor. Osman'ın deli olduğuna inanan bu insanlar kim. Osman "insanların" tanıdığı kadar ünlü mü. Ahmet Altan, "odanın kapısından içeri girip" diye gereksiz bir ayrıntıyı anlatıyor. Bu ayrıntının hiçbir önemi yok. Asıl önemli olan şu. Osman'ın deli olduğuna inanan insanlar kim. Bu insanlar deli dendikte ne anlıyor. Osman'ın deli olduğuna inanç nasıl bir inanç. Ahmet Altan bunlara hiç girmiyor. Genel kavramlarla "roman" yazıyor. Ama genel kavramlarla roman yazılmaz.
Şimdi şu "karıncaların adım sesinin" duyulmasına geldikte, "karıncanın adım sesi" bir simge burda.
 Osman ölülerle konuşuyor. Ölülerin "dehşet verici sırları" var. Bunları öğrenecek Osman. Nerde öğrenecek. Dedesinin eski köşkünde. Mümkün değil. Anlatılanların gerçekliği, burda kırılıyor. Hemen. Osman köşke çekilen biri değil, bir araştırmacı olmalıydı. İnce ayrıntıları vıdı vıdı araştıran biri.
 Osman değil karıncanın adım sesini, tankların "adım sesini" bile duyamaz. Bir of çekiyorum. Ama bitmiyor Ahmet Altan'ın yaptığı işe bakın.
- "Yenilgiye uğramış her dürüst insan gibi* (s.29) '
- "bütün erkekler gibi."(35)
- "Gururlu fakir erkeklerin." (s.38)
- "her kadın gibi" (s.39)
- "Bütün erkekler gibi.” (s.407)
-"Her erkek gibi” (s.420)
Bunları yazdın ya yakanı bırakmam Ahmet Altan.
Ragıp, Dilara'yı saldırganlardan kurtarmıştır. Buna karşın "kadının bakışlarında görmeyi beklediği minnet, korku ya da hayranlık”'(s.35) belirmez. Yine de kadın teşekkür eder. Kadın konuşta ya, sonrasını şöyle anlatır Ahmet Altan, "daha önce hiç böyle bir kadın sesi duymamıştı ama bütün erkekler gibi içgüdülerinle, erkeklik hükümranlığının bittiği sınıra* geldiğini anlıyor Ahmet Altan, nerden biliyor "bütün erkeklerin" hükümranlığının bitişini içgüdüleriyle anladıklarını. Ahmet Altan'ın erkekleri zaman-mekan dışı.

 "Kadının yüzüne bakmaya dalan Ragıp Bey, münasebetsiz bir iş yaparken yakalanmış gibi irkildi. Gururlu fakir erkeklerin zengin kadınlar karşısında duyduğu huzursuzluğa ve nedensiz kızgınlığa kapılmıştı." (s.38)
 Başka bir kategori çıktı karşımıza. Gururlu fakir erkekler... Görüyorsunuz, Ragıp, kişiliksiz, karaktersiz biri. Bütün erkekler nasıl davranıyorsa, öyle davranıyor. Zavallı Ragıp, kişiliksiz Ragıp, Osman'a şunu söylemiyor, "Yazarımız beni rezil etti. Valla benim bir karakterim var."
Tabii 'bakmaya dalınmaz."
Peki, Dilara, her erkek gibi olan, kişiliksiz, karaktersiz bir erkeği netsin. Ama kadın da "bütün kadınlar" gibi olursa... Dilara da“bütün kadınlar gibi zevk çığlıkları" atıyor.

 "Hikmet Bey, eski karısının yüzüne her zamanki gibi gördüğü güzelliğe şaşırarak baktı, kendisini terk eden güzel bir kadınla daha sonra yeniden karşılaşan bütün erkekler gibi." (s.406-407)
"Uzun sürmüş beraberlikler yaşamış insanların hafızaları zamanla yaşananları unutsa ya da unuttuğunu sanıp o anıların üstünü örtse de tenlerine gizlenmiş bir özlem ve istek orada hep canlanacağı günü bekleyerek kalır." (s.410)
"... çok güzel bir kadının yatağından yara almadan çıkabilmiş her erkek gibi artık diğer kadınlara biraz yukardan, nasıl söylemeli, biraz küstahça ve küçümseyerek bakıyordu." (s.420)
 Ben, kendime acıyorum. Bu ülkenin insanına çok acıyorum. Asla haketmediği yöneticileri, yine kendi seçiyor. Asla haketmediği yazı yazanlar yazar diye önüne konuyor.
Şimdiye kadar okuduğum, beğenmediğim hiçbir kitap, hiçbir yazar, Ahmet Altan kadar insanı küçümsemedi. Ahmet Altan, zamansız mekansız kişileriyle bütün kadınları, bütün erkekleri özdeşleştiriyor. Her insanda ayrı itkiler yaratacak örgeler, her insanda, her kadında, her erkekte aynı itkiyi yaratıyor. İlk elde şunu söylemek gerekiyor. İnsan hiçbir zaman belirlenmiş bir varlık değildir. Dolayısıyla hiçbir zaman bir kadın, "bütün kadınlar gibi" davranmaz. Bir erkek, "bütün erkekler gibi" davranmaz.
Peki, Ahmet Altan neden böyle yapıyor. Belki tip yaratmak istedi. Ama bu yöntemle tip yaratılmaz. Belki de bütün insanları özdeş sanıyor Ahmet Altan. Tabii, insanın zenginliğini göremiyor. Kütük gibi buduyor insanları.
Kütüklerin içi boş. Sıkıcı... berbat bir dünyası var Ahmet Altan’ın. Bu dünyada herkes birbirine benziyor. Bütün kadınlar özdeş, bütün erkekler özdeş. O zaman Ragıp'ın karısı varken bir başka kadınla yatması, Hikmet Beyin karısı kaçtı diye intihar girişimi temelsiz, anlamsız oluyor. Bütün kadınlar özdeşse Hikmet Bey, niye intihar etmek istesin...

 Tuhaf bir durum var. Kitaptaki kişiler karakterlerine bürünüp, karakterlerini yaşamak istiyorlar. Ama Ahmet Altan izin vermiyor. Kalkmak isteyenin başma vuruyor ha vuruyor. Ahmet Altan'm kahramanları yerlerde sürünüyor. Kitapta işin en tuhaf yanı kişilerin bilinç durumlarına uygun konuşmamaları. Hiç tartışmadan tümel hakikatı bulan, o hakikatin nesnel gerçekliğine inanan şeyh, bakın neler söylüyor Ragıp'a "Hakikat çok kere onu bulduğumuzu sandığımız yerde değil Ragıp bey, kolay ele geçen hakikatlerden daima şüphe duymuşumdur.'
Bu şeyh var ya, nasıl oluyorsa her şeyi biliyor. Ama rabbe giden yolun silahtan geçtiğini bilmiyor. Medine-Mekke savaşlarını, daha sonra halife savaşlarını... Emevilerin iktidarı nasıl kan dökerek ele geçirdiklerini... Abbasilerin mezarlar açtırıp ölülerin kemiklerini yaktırdıklarını...
 Yoksa bunlar da islamın resmi tarihi mi. Resmi tarihe çok kızan Ahmet Altan, bundan snora bir "roman" daha yazmalı. İslamın tek damla kan akıtmadan, tırnak bile kesmeden nasıl ülkeden ülkeye yayıldığını anlatmalı. Ragıp, en azından öldükten sonra Sıvas'ı sorsaydı Şeyhe.
 Kitapta kişilerin varoluşu, neden yaşadıkları belli değil. Bu'kişilerln varoluşu, Ahmet Altan'ın keyfi için oluşmuş.
 Mehpare Sultan, Ahmet Altan'ın "ruh çözümlemeleri" için var. Şimdi çözümlemeye bakın. "Ya, "Rukiye'nin anidan babasına benzeyiveren yüzünün, Sultan'a, Şeyh Efendi'ye bir zamanlar beslediği ve izlerini hala taşıdığı aşkı hatırlatmasından ya kendini sahipsiz kalmış hisseden bir çocuğun çektiği kederin böylesine apaçık çıkmasından ya kendi oğluna hiçbir zaman sevgi ve şefkat göstermemesinin yarattığı pişmanlığın ruhunda yol açtığı hasarın, şimdi acılı bir başka çocukla karşılaştığında, birdenbire bencillik duvarlarını çökertmesinden, ya kendine bile zaman zaman bunaltıcı gelen bencil yalnızlığının onda gizliden gizliye uyandırdığı bir başka insanı karşılıksız sevme ihtiyacından ya da hiç bilemeyeceğimiz bambaşka bir başka sebepten, Mihrişah Sultan, kendine olan aniden çatlayan Rukiye'nin, o çatlağın altından beklenmedik bir şekilde fışkıran tahmini zor bir şevkat ve sevgi duymuştur.(s.86)

 Ya, ya ya da diye olur olmaz kelimeleri sıralamak, sonra, "ya da hiç bilemeyeceğimiz bambaşka bir sebepten" deyip işin içinden çıkıvermek.
 Buna ruh çözümlenmesi denmez. Kırkambar yöntemi denir.

Ahmet Altan, bütün kadınları,aynı zevk çığlıkları atmada paydalıyor. Ama bu yanlış bir tümevarım. Üstelik tümevarımla elde edilen doğrular, mutlak değil, olumsaldır. Dahası tümevarımı insanlara uygulamak son derece sakıncalıdır. Bütün kadınların zevk çığlıkları attığını nereden biliyor Ahmet Altan. Kimisi hiç çığlık atmayabilir.
 Osman'a geldikte, Osman'ın da öbürleri gibi işlevi yok. Osman'da daha sonraki olgular eleştiriliyor. Şöyle "Yıllar sonra Ragıp Bey Osman'a, 'Aslında Mustafa Kemal Bey’le Ismet Bey haklıydılar, ya Enver'i kıskandıklarından ya da durumu herkesten önce kavradıklarından, bu mevzuun üzerinde çok durdular ama gariptir, kendileri iktidara getince de askeri siyasetten çıkarmadılar. Mustafa Kemal’in en ateşli taraftarları bile daha sonra onun bu görüşlerini unutmayı tercih ettiler' demişti."
 İnsan merak ediyor. Mustafa Kemal, en azından Osmanlı İmparatorluğunu parçalamaka suçlanan ittihatçılardan biri, diyelim Enver Bey neden Osman'la konuşmuyor.
Cevat Bey, öldükten sonra çok gizli bir bilgi veriyor. Cevat Beyin verdiği bu gizli bilgiye göre Hareket Ordusu'nda üç insan, ülkenin geleceğini belirleyecekmiş. Ama bu üç insan, o zaman bunun farkında değillermiş.
Gördünüz mü gizli bilgiyi.

 Rukiye'yle Dilsever'e geldikte, bunların ikisi de canlı cenaze. Bütün bunlardan sonra örge için ne söylenebilir. Örge dendikte, karakterlerini etkileyen, karekterin şu ya da bu biçimde olguya tepki vermesi düşünülmeli. Karakter yoksa, örge ne yapsın. Ama Ahmet Altan'ın örgeleri çok zayıf. Ahmet Altan isteseydi bile, insanı heyecanlandıran, insanı düşündüren sıkı örgeler kuramazdı.
 İşte bir örge. Mehpare, daha sıkı sevişen bir erkeği buldukta, "her kadın gibi" kocasını bırakıp, sıkı sevişen erkeğe, Kostantin'e kaçar.
 Mehpare sıkı sevişen erkeğe kaçıyor. Peki neden. Mehpare'de "etinin azgın huzursuzluğu" var. "Etinin azgın huzurluğu" burda örge. İyi ama tek bir önermeyle örge kurulmaz ki. Daha sonra, "Girit'i Yunanlıların alması karşısında duydukları sevinçleri kadınlı erkekli kutlamaları, Osmanlılarda, Padişah'la İttihatçılarla alay etmeleri." (s.76) Mehpare Hanımı rahatsız ediyor. Çünkü Mehpare, birden bire Osmanlı olduğunu anımsıyor, bu kez İstanbul'a dönüyor.
 Kişileri harekete geçiren örgeler zayıf olduğu için itkiler de zayıf. Kitapta önemli örgelerden biri de Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesi. Çünkü yine Ahmet Altan'a göre Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesi "Osmanlı İmparatorluğunu sarsacak büyük bir ayaklanmanın ilk adımı. (s.171)

Bu örge şöyle anlatılıyor. "Dokuz Haziran günü, deniz kokulu yumuşak bir sıcaklığın içine kendini bırakmış olan şehir, Bahçekapı'da patlayan birsilahla kasılıp gerildi. (s.430)
O kadar.

Kemiksiz Bir Kitap
Kurguya geldikte... Kurgu bir romanın iskeletidir. Bu kitabın isketeti yok.
Hastane bölümü, Ragıp'ın annesi, Sör Clementine ne için bu kitaptalar. Hele Hasan Efendi'nin cüce karısı. Bu cüce kadın, kitaba bacadan gizlice girmiş gibi. Tek bir işi var. Hasan Efendi'yle sevişmek.
Hasan, yorgun argın eve geliyor. "Yorgunum" diyor. Cüce kadın "Sen yorulmazsın aslanım" deyip Hasan'ın üstüne atlıyor, "Biraz itiştikten sonra Hasan Efendi kendini bıraktı, üstünde ıslak bir sürüngen dolaşan bir adamın tiksintisiyle karısının bedeninde dolaşmasına, küçük ellerini kasıklarına dokundurmasına, gecelik enterasini sıyırmasına ses çıkarmadı, her zaman olduğu gibi bu tiksinti bir süre sonra yerini isteksiz bir zevke, daha sonra da içinde hiçbir sevgi, hatta arzu bile bulunmayan kör ve sağır, etsel bir azgınlığa bıraktı.' (s. 103)
Cüce kadın, Ahmet Altan bunları yazsın diye var.

 Kurgu tırıl olduğu için doğayla insan ilişkisi yok İsyan Günlerinde Aşk adlı kitapta. Şu betimlemeye bakın.
*Yağmurların şehirde bıraktığı ince buğu, güneşin ilk ışıklarıyla, bir mücevher kutusunun üstünden kaldırılan parlak bir saten gibi nazlı kıvrımlarla yükselerek gecenin mahmur gölgesinden henüz kurtulamamış lacivert minarelerin, bakır kırmızısı kubbelerin, altın hilallerin ucundan sıyrılırken..." (s.208) diye iç bayıltıcı biçimde devam ediyor.
 Ahmet Attan'ın doğası insansız. Üstelik doğa hiç değişmiyor. Hilal hep altın gibi. Herakleitos'tan beri bunu biliyoruz. "Güneş dünkü güneş değildir." Ahmet Altan'a göre doğa değişmez. Hilal hep altın gibidir. Şöyle diyor, "Osman'ın o güne dek hiç görmediği kadar ince bir hilal, gökyüzünde altın bir kirpik gibi belirmişti." (s.467)
 Hadi diyelim, hilal, hep altın kirpik gibi gözüksün. Ahmet Altan, bir başka gece hilalin altın kirpi gibi görünüşüyle Osman arasında bir ilişki kuruyor. O güne kadar Osman, hilalin bu biçimini hiç görmemiş. Burda hilalin görünümü bir örge. Hadi Osman ilk kez gördüğün bu biçime şaşır, sevin, bir adakta bulun. Osman... Osman eyleme geç. Hayır. Osman yerinden kıpırdamıyor.
 Şunu da söylemem gerekiyor. Ahmet Altan, doğa-insan ilişkisini romanın bir bölümünde sağlıklı kurabilmiş. Ragıp'ın İstanbul’dan gidişini şöyle anlatıyor. "insansız steplerden, unutulmuş köylerden geçen trenin tekerlek seslerini dinleyerek birliğine giderken bir yarayı dağlamanın acısının tahmininden de büyük olduğunu anlıyor, zamanın bir an önce geçmesi ve unutmasına yardımcı olması için bilmediği bir kudrete yalvarıyordu. (s.449)
 İnsansız stepler... unutulmuş köyler... trenin tekerlek sesleri... Bütün bunları arasında yalnız bir erkek. İçsel bir yaranın acısı. İnsan-doğa ilişkisi, bu ilişkinin çağrışım yapıcı etkisi sağlıklı kurulmuş. Ragıp nerdeyse canlanmış. Ama o kadar.

Kurguda temel hata, Ahmet Altan'ın kişileri genelleştirmesi... Şimdi Hediye'de bunu görelim.
 Hediye, Hikmet Beye babasının armağanı. Baba, Hikmet Bey cinsel ilişkiye girsin diye Hediye'yi armağan eder. Hediye de bu işi iyi becerir. Gün gelir Hikmet Bey, karton kız Dilsever'le evlenmeye karar verir. Bunun üstüne Hediye kendini öldürür.
 Şimdi burada ciddi sorunlar var. Hediye genelleştirilmiş bir kadın. Hediye'nin kendini öldürmesinin hiçbir nedeni yok. Ama Hediye karakteri belirli bir kadın olsa bile kendini niçin öldürdüğü belli değil.
 Sorun şurda. Terkedilen her kadın kendini öldürmez. Terkedildi diye kendini öldüren kadın, terkedildi diye kendini öldürmeyen kadından, karakteri, bilinç durumu açısından ayrılır. Hediye'nin bu yanları belirsiz. Hediye'nin kişiliği genel. Dolayısıyla Hediye'nin kendini öldürmesi gerçekçi değil. Ahmet Altan'ın keyfi öyle istemiş, Hediye ölsün demiş.
Yazarın keyfi yerine gelsin diye roman yazılmaz.

Metafizik Yöntem
 Yazar, sorunu olan bir insandır. Bu sorun, ben'den evrensele uzanan insani bir sorundur. Böyle bir sorunu yok Ahmet Altan'ın. Çözümlerin insanı Ahmet Altan. Tam burda şunu söylemem gerekiyor. Ahmet Altan bende hep rahat bir insan izlenimi bıraktı. Bu kitabını okudukta anladım Ahmet Altan'ın rahatlığını. O, bütün sorunlarını çözmüş.
 Soru şu. Osmanlı İmparatorluğu neden parçalandı. Ahmet Altan şöyle yanıtlıyor bu soruyu kitabında. İttihat Terakki olmasaydı, II. Meşrutiyet olmazdı. II. Meşrutiyet olmasaydı Abdülhamit tahtan indirilmezdi. Abdülhamit tahtan indirilmediği için Osmanlı İmparatorluğu parçalanmazdı.
 İşin gerçekliği bu değil. Akacak kan damarda durmaz derler. Osmanlı İmparatorluğu akacak kandı. İttihat Terakki bu kanı durdurmak istedi, O dönemin trajik noktası tam burdadır.

KabakTarlası
Ahmet Altan, insanlar dünyaşında dolaşmıyor, kabak tarlasında dolaşıyor. Hiçbir insan, özerk değil. Hiçbirinde karakter özelikleri yok. Hiçbirinin iç dünyası yok. Tensel aşka inanıyor Ahmet Altan. Aşk yalnızca cinsel ilişki, cinsel hazdan kasıkların sızlaması. Bu, Ahmet Altan'ın insan görüşünden çıkıyor. İnsanın yaratıcılığına inanmıyor Altan. Cinselliği de kapsayan tinsel aşkların yaratıcı öznesi değil insanlar. Onlar cinsel güdülerin oyuncağı.

 Ahmet Altan, kavramların gerçekliğine inanan Platon'un ardılı. "İnsanın tesellisi insandadır oğlum, acıyı bulan insan, teselliye de bulacak olan o, ama insanlar kendilerine fırsat tanımıyorlar çareyi bulmak için."(s.468) diyor Cevat Bey. Bu görüşe göre, acı biryerde duruyordu, insanlar gittiler buldular acıyı.
 Ahmet Altan çok açık bir cümleyle doğruyu örtüyor. Şöyle. İnsan, tümel bir kavram. Bu kavram, ezenleri, egemenleri, ezilenleri, sömürülenleri de kapsıyor. Burdan baktıkta şunu görürüz. Toplumda ne zaman sınıflaşma başladı, işte o zaman acı çıktı. Ezilenler, sömürülenler binlerce yıldır acı çekiyor. Sömürenler, ezenler çektiriyor bu acıyı.
Altan'ın durduğu yerden bu görülmüyor anlaşılan.

Ahmet Altan Roman Yazmasın
 Emek, Marks'a göre bireysel varlığın doğrulanmasıdır. Doğrudur bu. Ancak burjuva mülkiyetinin egemen olduğu dünyada, emek bu niteliğini yitirdi. İsyan Günlerinde Aşk, bu yitişin keskin, açık belirtisi. Bu kitaba nerden bakarsan bak, kötü. Yirminci yüzyılın başlarında bu topraklarda doğru ya da yanlış mücadele verenlere ciddi bir saygısızlık bu kitap.
İnsanları harcamak için roman yazılmaz. İnsanları araştırmak için roman yazılır.
Ahmet Altan, insanları harcamış kitabında.
 Bütün bu nedenlerden ötürü, bu kitap İnsancıl Yayınları’ndan çıkmaz.
Peki, bu roman düzeltilemez mi. Hayır düzeltilemez. En iyisi Ahmet Altan'ın roman yazmayı bırakması gerekiyor. Peki neden. Bunu kavramak için yaratma sürecini görmek gerekiyor.

Ahmet Altan'da Ne Yok
 Anna Seghers Lukacs’a yazdığı mektupta yaratıcılık sürecini şöyle anlatır."... özgül sanatsal süreç, belkide en güzel Tolstoy'un anlattığı, ama büyük bir olasılıkla bu süreci doğru gözlemleyebilmiş olanlann tümünce anlatılan süreç. Tolstoy, güncesinde bu yaratma sürecinin iki aşamalı olduğunu söyler. İlk aşamada sanatçı, gerçekliği, görünüşte bilinç düzeyinde olmaksızın, doğrudan alglar, sanki ondan önce aynı şeyi gören olmamış gibi, yepyeni algılar, çoktan bilincine varılmış olan, yine bilinçdışı konuma dönüşür; ikinci aşamada ise bu bilinçdışı konumu yine bilinçle algılama söz konusudur."(2)

 Anna Seghers, yaratma sürecinin evreleri için şunu söyler,"... gerçeklik karşısındaki ilk tepki aşaması olan bu birinci aşamayı geride bırakmak ne denli önemli ise, bu ilk tepkinin sanat yoluyla yaratmanın ön koşulu, temel koşulu oldüğunu; nasıl yöntemsiz bir bireşime varılamazsa, bu koşul olmaksızın, bir bireşime varılamayacağını asla unutmamak o denli önemlidir."
Anna Seghers'in yazdığı göre, "Tolstoy, bu tepkiye ilişkin olarak, gerçekliğin bir kez daha taptaze ve bilinçdışı insanı etkilemesi gerektiğini, insanın onu bir kat daha bilinçli olarak yaratabilmesinin ancak böyle mümkün olabileceğini söylermiş.
Ahmet Altan'da işte bu ilk tepki yok. Çünkü Ahmet Altan gerçekliğin karşısına çıkamıyor. Anna Seghers yaratı süreci için son derece önemli olan bu nokta için şunları söyler, "Bunalımlara, savaşlara vb. özgü bu gerçekliğin önce üstlenilebilmesi, onunla karşı karşıya gelmekten çekinilmemesi, sonra da biçimlendirilmesi gerekir. Adları sanatçıya çıkmış sayısız insanlar bu gerçekliğin karşısına ya hiç çıkmadılar ya da ancak görünüşte çıkarlar."
 Ahmet Altan yazdığı dönemin gerçekliğini üstlenememiş. Ahmet Altan'ın gerçekliği şunlar. Sokak kabadayılarla kavga eden subay, karısı kaçtı diye, niye bilinmez kendini görmek isteyen bir ittihatçı karşıtı biri. Daha önemlisi, tekkesinde ahkam kesen bir şeyh. Bu şeyh çok önemli. Ahmet Altan, şeyhleri, hocaları, müderisleri savunmak için, "roman" denen kitabında makale bile yazmış. Şöyle, "Hangi nedenlerle, hangi hesaplarla bu beyannameyi yazmış olurlarsa olsunlar, bir din savaşının eşiğinde görünen bir ülke için bu çok önemli bir girişimdi, ama İttihatçılar, ulemanın bu girişimini görmezden geldiler. Hatta 'isyana karşı çıktılar ama İttihatçılara bu beyannamelerinde destek vermediler' diye bir düşmanlık bile sezdiklerini açıkladılar." (s.299)
           

İttihatçıların, daha sonra cumhuriyetçilerin bütün hatası Şeyh Efendinin sesinin öldürülmesiymiş. (s.300) Ama bu Ahmet Altan'ın hatası değil. Cumhuriyetçiler, cumhuriyetin tarihi anlamını kavrayan, cumhuriyeti benimseyen kuşaklar yetiştiremediler.
 Şimdi bu kuşak gerçekliği üstlenemiyor, şeyhlerin sesi kısıldı diye üzülüyor. Şeyhlerin sesi kısılmasaydı, sorunlar çözümlenirdi. Bunu şöyle açıklıyor Ahmet Altan, "Derviş Vahdeti'nin sesini yaşattılar. Aradan bunca yıl geçti, artık ben ben bir ölüyüm, benim sesimi öldürenler de ölü ama şimdi iyice dinlersen Derviş Vahdeti'nin sesini duyarsın, o hala sağ, onun sesini yaşattılar, sesini yaşattıklan için onu da yaşattılar." {S.30O)
 Derviş Vahdeti köktenci dincilerin simgesi. Şeyh, ılımlı dincilerin simgesi. Ancak bu simgelerin gerçeklikle hiç ilgisi yok. Simgeler gerçekliği örtüyor.

 Ahmet Altan, cumhuriyetçilerin, ılımlı islamla işbirliği yapmasını öneriyor. Bu tür öneriler romanda yapılmaz. Ahmet Altan roman yazmadığı için bu öneri şaşırtmıyor insanı. Ahmet Altan'ı, bu önerisinden dolayı eleştirmiyorum. Ama önerisini tanıtlıyamamış.

Az Satan Bir Meta
 Benim okuduğum İsyan Gülerinde Aşk adlı metanın kapağında "2. 500.000" yazıyor. Gazetelerde okuduğuma göre "3. 500.000" piyasaya verilecekmiş.
Yayınevi, bunu başarı gibi gösteriyor. Hayır. Başarı değil bu. Bakın, neden başarı değil.
Gaston Bouthoul şöyle der, "Kalabalıklar psikolojisini incelemiş olanlar genellikle saldırganlıkları ve ilkel zihniyete dönüşleriyle belirttikleri vasıfları mübalağa etmişlerdir. Kalabalıkların saldırgan oluşuna nadiren rastlanır, kalabalıklar yakıp yıkmaktan ziyade, alkışlamak, övmek... için toplanır, bununla beraber, son derece hassas bir zihinsel sirayet (contagion mentale) özelliği gösterirler. Kalabalıkların seviyesi, kendiliğinden en aşağı zihinsel ortak paydaya göre ayarlanır; yani kalabalığm içindeki en cahillerin ya da en ilkellerin zihniyeti, en basite kaçan fikirleri ve işitimleri ön plana geçer. Kalabalıklar, basmakalıp formüller, sloganlar ve tekrarlı sözlerin cizabesine kolayca kapılırlar, şu kadar ki sadece bir mecaz, bir metafor, ya da bir sembol olan şey, kalabalık için bir gerçek, bir realite oluverir. Fakat ortada temelli bir fark vardır: kalabalık geçici bir fenomendir. Gerçi kalabalığm etkisi, geçici bir sarhoşluk gibi şahsiyetimizi sürükleyebilir veya altüst edebilir lakin bu etki kaybolur kaybolmaz kendi gerçek zihniyetimizi tekrar buluruz." (3)
Türkiye 12 Mart 1971'den başlayarak daimi kalabalık sürecine sokuldu. 12 Eylül darbesiyle Türkiye'nin daimi kalabalık olmasına kesin karar verildi. Ciddi bir uygulamayla insanların kişilikleri alt edildi. Sistemin bütün yazılı, sözlü odakları, noktayı binlerce... binlerce kez bombaladı. İşte bugün geldiğimiz nokta. Cep telefonu özgürlük sanılıyor. Aileler tembel çocukları sınıf geçsin diye yürüyüş yapıyor. Hapishanelerde insanlar yerle bir edilirken halk gözlerini kapıyor.

İsyan Günlerinde Aşk işte bu kalabalığın kitabıdır.

 İler tutar yeri olmayan bu kitap, yoğun bir tanıtımla kalabalıklara "bir gerçek roman, bir real roman..." diye sunulmuştur. Bütün kalabalığın 468 sayfalık bir kitabı okuma cesareti yoktur. Ancak kalabalığın yüzde onu bu kitabı alsaydı İsyan Günlerinde Aşk’ın altı milyon satması gerekirdi.
Marks, bu konuda şöyle der, "Bir yazar, düşünceler ürettiği sürece değil, ancak yapıtlarını yayınlayan yayıncıyı zengileştirdiği sürece, ya da bir kapitalist için ücretli emekçi ise üretken bir emekçidir.'(5) Bu açıdan bakıldıkta Ahmet Altan, yayımcıya fazla para kazandıramamıştır, dolayısıyla üretken emekçi değildir.

(…)

Kötü Günler Geçti
 Hani, insan, meyve yerken, bilmeden çürük meyveyi ağzına atar ya, ağzının tadı bozulur ya, İsyan Günlerinde Aşk’ okurken böyle oldum, Geceleri eve giderken canım sıkılıyordu. Üstelik iki kez okumak zorundayım. Ahmet Altan'm kitabını bitirdikten sonra tadım yerine gelsin diye, Yakup Kadri'nin Panorama'sıni okuyorum yeniden. Eve giderken canım sıkılmıyor.
Benim için kötü günler geçti. Peki, bu ülkenin edebiyatı n'olacak. Edebiyat dünyasında hep böyle kötü günler mi yaşanacak.
Hayır.
 Marks, 1844 El Yazmaları eserinde, burjuvazinin, özel mülkiyet tutkusunun hep fıziki, hem düşünsel duyuları körelttiğini söyler. Bugün bu durumdayız. Ama bu, insanın yaratıcılığına taban tabana karşıttır. İnsan, bu dünyada güzel şeyler üretmelidir. Bu üretilerin öbür insanlara haz vermelidir. Ben Yakup Kadri'den, Sait Faik'ten, Tostoy'dan aldığım hazzı, Ahmet Altan’da almalıyım. Ahmet Altan roman yazacaksa bunu yapmak zorunda.
 Yazar, körelmiş duyguların üstünde yükselmemelidir. Yazar, aşka öyle bir yorum getirmeli ki, ben bu aşk için mücadele etmeliyim. Ama Ahmet Altan basmakalıp, insanın içini bunaltan bir yorum getiriyor aşka. Aşk, kasıkların hazdan sızlaması... Bunun hiçbir yanı insani değil. Ben bunu bütün kötü romanlarda okudum. Yetmezmiş gibi bir de Ahmet Altan'ın kitabında okuyorum.
 Vicdan varsa eğer, Ahmet Altan'ın vicdanı sızlamalıdır, bilmeyenlere bu kitabı güzel roman diye okuttu diye. Kitabın arka kapağında şöyle deniyor, "İsyan Günlerinde Aşk, insanın en en derinlerinde saklı olan duyguları bile şaşırtıcı bir aydınlıkla gösteren bir roman."
Bu önermenin, cep telefonuyla özgürleşirsin önermesinden hiç ayrımı yok.

 Kötü günler bitecek. Çünkü insan yaratıcı varlıktır. Lza-Tse şöyle der, "Kimi şeyler, azala azala çoğalır, kimi şeyler çoğala çoğala azalır."
Bugün körelmiş duyguların üstünde çoğalıyorlar. Ama çoğala çoğala bitecekler. Kötü günler bitecek.
Cengiz Gündoğdu

1. Ahmet Altan, İsyan Günlerinde Aşk, Can Yayınevi, stanbul 2001.
2. Tahir Nejan Gencin, Dilbİlgisi TOK Y. Ankara 1971.
3. Anna Seghers, Gerçekçiliğin Evrensel Mirası, Çev. Ahmet Cemal, De Yayınevi, İstanbul 1984.
4. Gaston Bouthoul, Zihniyetler, Çev. Prof. Dr. Selmin Evrim, İst.Ünv.Ed.Fak.Y. İstanbul 1975.
5. K. Marx - F. Engels, Yazın ve Sanat Üzerine I, Çev. Öner Ünalan, Sol Yayınlar, Ankara 1995

 

Facebook
yorumlar ... ( 34 )
30-04-2013
30-04-2013 12:39 (1)
İnsan doğasını etkileyen olaylar aşk, şiddet, ölüm ve olayları çok keskin cümlelerle açıklamak. A.Altan gerek makaleleri gerekse kitaplarında keskin cümleler kurarak gündemde kalmayı beceriyor. Onun için dil ve anlatım çok önemli değil, önemli olan gündem yaratmak...Eleştirmenimiz haklı ve çok doğru noktalara temas etmiş. Tebrik ediyorum. A.Altan umarım dersine daha iyi çalışır. Arif Tuna
30-04-2013 22:39 (2)
Taylan Kara'dan ve Cengiz Gündoğdu'dan şimdiye kadar eleştiri ağırlıklı değerlendirmeler okuduk ve çok da emek harcanarak yazıldıklarından saygıyı hak ediyorlar. Yine eleştiri bağlamında olmak üzere, olumlu buldukları yazar veya kitap değerlendirmelerini de okumak istiyorum. Recai Kulaksız
07-05-2013 16:10 (3)
bu "dendikte" , "bakıldıkta" ifadeleri nereden gelmedir? "bakılınca" "denildiğinde" yazılması hata mıdır?
15-03-2015 13:48 (4)
Allah insanı Cengiz Gündoğdunun diline düşürmesin. Büyük adam vesselam. Taylan Kara da ha keza.Vasat edebiyatı ve estetik kalkışma mitaplarının piyasada baskıları yok. Bu kitapların piyasada olmayışına çok üzülüyorum. Sipariş filan zorlaman icab ediyor. İlaveten eatetik kalkışma kitabının çok kalın olmasınında yanlış bir tercih olduğunu söylemeliyim.. Serkan baknalı.
15-03-2015 14:09 (5)
Değerli Serkan Baknalı, http://www.dr.com.tr/Kitap/Estetik-Kalkisma/Cengiz-Gundogdu/Edebiyat/Edebiyat-Inceleme/urunno=0000000537800 http://www.idefix.com/kitap/estetik-kalkisma-cengiz-gundogdu/tanim.asp?sid=DQDE7VIHWK3KR035CV88 estetik kalkışma kitabını yukarıdaki linklerden bulabilirsiniz. "vasat edebiyatı 101" kitabı ise henüz piyasada yok, çünkü 1 yıldır bu kitabı yayımlatmayı başaramadım. sosyalist yayınevleri de dahil özel yazışmalarda "ne kadar çarpıcı ve iyi" olduğunu söyledikleri kitabı çeşitli nedenlerle basmıyorlar. bazıları gerçekten samimi, ancak bir kısmı "piyasayı karşılarına almak, ilişkilerini zedelemek" istemiyor. görüşmelerim sürüyor, belki 2-3 ay sonra piyasaya çıkar. estetik kalkışma kitabının kalınlığını çok sorun etmeyin, çünkü üçte birine yakını çeşitli alıntılardan oluşuyor. Gayet kolay okunan bir kitap. C.Gündoğdu'nun Taşkıran, Ekmek ve Soru kitaplarını da özellikle öneririm. saygılarımla Taylan Kara
15-03-2015 15:29 (6)
Pandora kitabevinde kitap bulunabiliyor meraklısına. Taylan kara cansın...serkanbaknalı
15-03-2015 17:37 (7)
Genelleme söz konusu olduğunda benzer bir eleştiri Cengiz Hoca için de söylenebilir. "İnsanları harcamak için roman yazılmaz. İnsanları araştırmak için roman yazılır." "Edebiyat insanı insana anlatır." Bunlar da genelleme ve indirgeme değil mi? Edebiyat tarihinde bu genellemeleri çürüten, insanı hak etmediği yerden indirmek ve alçaltmak için yazılmış ve başarılı da olmuş pek çok nitelikli eser, klasik ve baş yapıt var. Cengiz Gündoğdu ve insancıl çevresinin ortodoks marksizme bağlılıkları takdire şayan olabilir ama edebiyat felsefesi ve sosyolojisinde bazen çok sığ ve kısır kaldıkları bir gerçek. Ahmet Altan, Perihan Mağden, Tuna Kiremitçi, Ece Temelkuran gibi sığ yazarları Cengiz Gündoğdu gibi kafası 19. yüz yılda kalmış aydınlarla alt edebilirsiniz. Ama yazınsal açıdan onlardan bir kaç gömlek daha üstün Murathan Mungan, İhsan Oktay Anar, Aslı Erdoğan gibilere karşı bu 19. yüz yıl kafasıyla bir yere varılmaz. Zaten o yüzden insancıl dergisi artık okunmuyor. Çağın gerisinde kaldılar.
15-03-2015 17:54 (8)
edebiyat insana insanı anlatır. edebiyatın özü budur. bunun dışında yazılmış klasikler ve başyapıtlar nelermiş acaba? bir sayın da görelim bakalım. insandaki alçaklıkları yazmak insanı yermek bu cümleye aykırı birşey değil tam tersine doğrulayan birşeydir. taylan karanın cölanj ve poenun kuzgunu kitapları bunların örneklerindendir. İO Anarı ben de çok severim. M.munganın nesine bu kadar hayransınız anlamak güç. Ama bunların hepsi insanı anlatmıyor mu? İnsancıla büyük haksızlık ediyorsunuz. Siz dediniz diye 19 yüzyılda kalmış olmuyorlar. SZ
15-03-2015 18:18 (9)
7 nolu yorumcuya:"Edebiyat insana insanı anlatır". Bir roman yazıyorsanız, son derece deneysel örnekler dışında bu "indirgeme"nin içindesinizdir. Alain Robbe-Grillet gibi bazı yazarların bu önermenin dışına çıkmak istediği örnekler vardır. Ancak "klasik" ya da "başyapıt" dediğiniz örnekleri verirseniz bizi de aydınlatmış olursunuz. Genelleme ve indirgeme fobimiz yok; yıllardırpostmodernistlerin ağzındaki bu sakızlardan hiç korkmuyoruz:genelliyoruz ve indirgiyoruz! çünkü yargılar veriyoruz. tıpkı doğada herhangi bir yargı veren herkes gibi, sizin gibi...her önerme bir indirgemedir. apandisit tanısı koyan bir doktordan tutun, bu ağaçtır diyen bir çocuğa kadar: indirgeriz ve genelleriz. siz "ben indirgemiyorum ve genellemiyorum" demekle bunları yapmamış olmuyorsunuz. o "sığ" dediğiniz yazarlarla dolu edebiyat şu an. İnsancıl ve C. Gündoğdu'yu infaz etmeden önce sizin "21. yüzyıl" edebiyatınızı da öğrenmek isterim. dilerseniz bir yazı da yazabilirsiniz, yayınlarız.saygılarımla taylan kara
15-03-2015 18:53 (10)
ad hominem yapmayın sayın yorumcu. ne zaman biri çıkıp ahmet altan gibi yazarımsılara laf edip maskelerini indirse hemen bir başkası çıkıp yok ortodoks marksizm yok katolik marksizm yok 19 yüzyılda kalmışlar diye çamur atar. insancıl okunmuyor, onun yerine hürriyet milliyet zaman okunuyor çok iyi . iyi ki okunmuyor insancıl, maazallah sonra millet bilinçlenir falan...
15-03-2015 19:33 (11)
Lautreamont, Rimbaud, Baudelaire gibi modern şiirin kurucuları insanı hak etmediği yerden indirmeye ve alçaltmaya çalışmışlar. Hölderlin, Sade, Jean Genet, Celine, Bataille, Boris Vian da cabası. Yalçın Küçük, Cengiz Gündoğdu gibi on dokuzuncu yüzyılda kalmış marksistlere fazla anlam yükleyerek yeteneğinize yazık ediyorsunuz Taylan Kara. Cengiz Gündoğdu, temmuz 1984'te Varlık'ta yayımladığı Star Sistemi yazısının ötesine geçemedi. O yazının üzerine bir şey koyamadı. Bunları aşmak lazım.
15-03-2015 19:49 (12)
11 nolu yorumcuya: Andığınız yazarların hepsini değil bir kısmını okudum (Bataille, Sade, Celine,Baudelaire pek az da Hölderlin). "Edebiyat insana insanı anlatır" önermesini yanlışlayan örnekler değiller. Tam tersine insan araştırmasının en iyi örneklerini vermekteler. İnsan araştırmak, insanı pohpohlamak değil, insanı bütün yönleriyle -karanlık küçük kötü tarafları da dahil- ortaya koymaktır. Evet elbette aşılmalıdır C.Gündoğdu ve herkes. Star sistemi kavramı sizce aşıldı mı? yaşam C. Gündoğdu'yu şiddetle doğruladı, şu an bunu herşeyiyle hissetmekteyiz. 1984 te 3-5 star varken şimdi 10larca ve tam olarak edebiyata hakim oldu. C.Gündoğdu var olanı analiz etmiştir ve doğru analiz etmiştir.bu koşulları daha iyi analiz eden "21 yüzyıl düşünceleri" nelerdir, duymak isterim. gerçekten öğrenmek isterim. Saygılarımla Taylan Kara
15-03-2015 21:45 (13)
Sayın Kara, Cengiz Gündoğdu, Yalçın Küçük gibi eski kafa marksistleri teoride aşmaya yakın olan parlak beyinler maalesef liberal solda yer alarak pratikte işi batırıyorlar. Nasıl ki Türkiye'nin iç dinamikleri bu ülkeyi modernleştirmek için yetersiz ve cılız kalıyorsa, entelijansiyası da öyle. Yurt dışında neler olup bitiyor, İngiltere'de, Fransa'da, Almanya'da solcu, marksist edebiyatçılar, eleştirmenler şu anda neleri tartışıyorlar, hangi tezleri üretiyorlar? Bunları bilmiyorum. Siz takip ediyor musunuz? Paris'te, Berlin'de, Roma'da herhalde bizim burada tartıştığımız meselelerin benzerlerini kendi aralarında tartışan, insanbu sitesi gibi gruplar, çevreler vardır. Belki oralardan buralara bir entelektüel aşı yapılabilir.
15-03-2015 22:14 (14)
13 nolu yorumcuya: yurtdışındaki tartışmaları layıkıyla takip edemiyorum maalesef. Ancak kıyısından köşesinden bölük pörçük aşina olabiliyorum. Elbette bunları bilmek lazım, haklısınız. Ancak size şunu sormak isterim. Bizlere ne öneriyorsunuz? Mesela Türkiye'de 19. yüzyıl marksisti değil de modern eleşiri konusunda önereceğiniz 21. yüzyıl kafası kim var? C.Gündoğdu'yu dikkate almayıp kimi dikkate alalım: Semih Gümüş? Ömer Türkeş, Murat Belgeleri mi? Aydın Çubukçuyu mu? Yıldız Ecevit mi? B.Moran mı? Jale Parla, Füsun Akadlı mı? Gürsel Korat mı? Roman eleştirisi konusunda kimin kuramları çağdaş ve ilericidir? Söyleyin, inceleyelim, birşeyler öğrenelim. Andığınız isimlere haksızlık ettiğinizi düşünüyorum. Y.Küçük'ün edebiyat yazıları siyaset ve bir yığın polemikle "kontamine" olmuştur. Ancak estetik hesaplaşma kitabı tam zamanlı onlarca eleştirmenin onlarca kitabının çok çok ilerisindedir. Kendisine eleştirmen demediği halde 80lerdeki "küfür romanları" tanımlaması+++
15-03-2015 22:28 (15)
+++çok yerindedir. o bunları yazdığında ahmet altanın romanları birçok sosyalist tarafından göklere çıkarılıyor, onlara ödül veriliyordu. yine edebiyatta soldaki klişeler konusunda birçok tabuyu yerinden etmiştir. peyami safanın hakkını sosyalistler arasında veren, onun önemini ortaya koyan bildiğim kadarıyla ilk yazandır. edebiyattaki gülünç sol klişeleri yeren, işçiden köylüden söz etmekle ilerici roman olmayacağını söylemesi de sol içinde çok önemliydi. eleştiri hakkımı saklı tutuyorum. c. gündoğdu'nun star sistemi kavramının şu an tam içinde yaşamıyor muyuz? sizce bunlar yanlış saptamalar mı? parlak beyinlerden kastınız kimlerdir bilmiyorum ama o liberaller bizlere hala p. mağden, a.altan övüyor. sosyalistlerin çoğu ise hala işçi-köylüden söz edilmesini, güncel siyasetteki solculukla edebiyatın ikame edilip "ilerici edebiyat"ın yapıldığını zannediyor. C.Gündoğdu elbette aşılmalı. Ama hal böyleyken hala onun eleştirdiği evrenin dışına çıkmış değiliz ki? saygılarımla taylan kara
15-03-2015 23:40 (16)
Yalçın Küçük otuz senede çokça tez üretti ama estetik alanda Küfür Romanları'nın üzerine farklı bir şey koyamadı, aynısı Cengiz Gündoğdu'nun Star Sistemi yazısı için de geçerli. Cesur olmak, bunların ilerisine geçmek, yeni şeyler söylemek lazım. Günümüzün entelektüel tartışmalarını derinleştirmek için C. Gündoğdu'nun, Y. Küçük'ün, hatta hatta Kaan Arslanoğlu'nun kaynakçaları bence sınırlı kalıyor. Örnek olsun diye yazıyorum, Derrida'nın Kant yorumundan girip Benjamin'in Angelus Novus'undan çıkacak, fenomenolojiden de müzik tarihinden de anlayacak, yani farklı disiplinleri kesiştirebilecek, Eski Yunanca, Arapça, Latince, Farsça metinleri okuyarak hangi kavramlar nereden çıkmış, tarihte hangi etmenlerle nasıl dönüşüm geçirmiş, sınıfsal açıdan ortaya koyacak teorisyenler lazım. Bunları yapacak entelektüel donanıma sahip, yani Lukacs, Althusser, Foucault, Gramsci, Roland Barthes, Derrida, Marx, Nietzsche düzeyinde entelektüel bizde bir tek İlber Ortaylı var. O da bir şey üretmiyor.
15-03-2015 23:51 (17)
Sayın 16, fikirdir saygı duyarım. Ancak eskişeylerden yeni bir bir şey üretilemez. O düşünürlerin devri geçti, şimdi çok daha yeni, değişik bilgiler var. Lukacs, Althusser ve diğer saydıklarınız eskidir ve bunları aşarak da bir yere varılmaz. Birçok şeyi anlatıyoruz ama, yeniyi anlamamakta direniyorsunuz. Niye anlamadığınız da var teorimizde, ama yineleriz, ne olacak. Okuyor musunuz bilmiyorum, burada çok yazı var. Okusanız bu eski düşünürleri aşılmaları manasında bile saymazdınız. O yol çıkmaz. Tekrar anlatacağız ne yapalım. Paradigma bambaşka, yazdık yazdık nereye kadar. Problem şu ki, ne kadar anlatsak reseptörler kapalı :)) Durmak yok, tekrara ve geliştirmeye devam. Kaan ars.
16-03-2015 09:12 (18)
"Çok daha yeni, değişik bilgiler" Zizek, Badiou, Jameson, Negri gibi yeni düşünürleri de atınca kimden geliyor. Hangi düşünürlerin fikirleri bunlar Kaan Bey?
16-03-2015 09:20 (19)
18 numara bey, ya da hanım, burada ve kitaplarımda benim düşüncelerim, beğenemediniz mi :)) Evrimi bilmeden evrimci psikolojiyi bilmeden laf üreten bu gibi kof ve pop teorisyenleri yüz kere bitirdik, ama evrim yasaları gereği sizin gibi çoğunluğun kafasında bunlardan muhakkak mebzul miktarda bulunacak ve sizler felsefeyi bildiğinizi zannedeceksiniz. Usanç verici insanlık gerçeği... Engeli kendi maddiyatında... Şurada Ahmet Aydın düşüncesini anlatmaya çalıştık en son. Bir fikriniz var mı? Ne yediğini ve neden yediğini bilmeyen insanımız Zizek vesaireyi hala düşünür sayıyor. Ne yapalım, umutsuz da olsa ifşaata devam. Kaan A.
16-03-2015 10:12 (20)
Kaan Bey, düşünür değil dediğiniz adam, The University of Chicago, Columbia, London Consortium, Princeton, The New School, The European Graduate School, The University of Minnesota, The University of California, Irvine and The University of Michigan'da lisansüstü ders veriyor, bilmem farkında mısınız? (Not: 18 numaralı yorumcu değilim.)
16-03-2015 10:17 (21)
Siz hangi fikirdesiniz sayın 20, onu boşverin. Buralarda ders vermek bir kişinin düşünür olduğunu gösterir mi? Sanırım işte böyle düşünürler yaygınlaştırıyor düşünürlük tanımındaki saçmalığı. Birçok büyük düşünür bir yerde ders falan vermemiştir. Devirlerinde "ünlü yerlerde ders verenler" onları yok saymaya çalışmıştır, hatta akademisyenlerin büyük çoğunluğu devirlerindeki büyük düşünürlerin farkında bile olmamıştır. Off of, insan aklı işte. Bir yerini düzeltsen her yanı yamuk. Şu anda saydığınız üniversitelerde ve benzerlerinde ders veren binlerce, bizimkileri falan da sayarsak on binlerce düşünür var, hemi? Saygılar. Kaan A.
16-03-2015 11:21 (22)
Orhan Pamuk da Harvard da ders veriyor/vermişti. bu onu dokunulmaz mı kılıyor yani?
16-03-2015 14:27 (23)
Hangi düşünürleri takip ediyorsunuz Kaan Bey? Platypus1917 isimli bir uluslarası sol site var. Oradaki yazıları takip edelim mi? Teoriye hiç bakmayalım mı? Taş devri diyetini bilmenin politikaya ya da pratiğimize faydası nedir?
16-03-2015 14:30 (24)
Ne yediğini, nasıl yediğini bilmeyen insanlar, evrimi ve insanı tanımayan insanlar Platypus3017'yi de takip etse faydası yok. Cidden yok. Faydası olmadığı görülüyor zaten hayatta. Neyi izlemeniz gerektiğini tekrar anlatırım birkaç gün sonraki yazımda. Az sabır. Kaan A.
16-03-2015 15:31 (25)
En son yorum yazan isimsiz unsur, sizde de "biraz terbiyeli olma kompleksi" gelişirse belki isimsiz de yorumunuz yayımlanır. Müdüriyet
16-03-2015 19:24 (26)
2 yıl evvelki yazıya resüsitasyon sonrası bi site klasiği karşımızda. 7, 11, 13, 16, 18, 20, 23... burada yorum yazan ve inatla ve ısrarla bu yorumları adsız göndermeyi huy edinmiş bi grup dadangaç mevcut. bunların ortak özellikleri: 1. mutlaka adsızlar! 2. K.A. ya da T.K.'ya şahsen gıcık kapmışlar. 3. her yorum silsilesinde bi stalin dokunuşu ille ki yaparlar (mealen şöyle demeye çalışıyollar kendileri: ey K.A. veya T.K. veya N.A., sizler stalinist kafalarsınız; stalin zaten ırspıçıcıının biriydi; siz onun izinden gittiğinize göre sizin söylediklerinizin herhangi bi hükmü olamaz. - imdü, ben de iyi kötü K.A. ve T.K. okudum. bu adamların neresi stalinist anlayamadım. ha o benim mallığımdan diyosanız, ayıkken algı konusunda üstüme adam çok azdır. belirteyim de. her kuşun eti yenmez yani!). 4. bu dadangaçlar için bazı isimlere dokunmak bile ibadettir. bu nedenle K.A. ya da T.K. maçaları yiyip bunlara laf ederlerse koro şeklinde çemkirirler: "kutsalıma dokanma!". 5. tartışma mantıkları ++
16-03-2015 19:27 (27)
++ yapısal olarak bozuktur. "Taş devri diyetini bilmenin politikaya ya da pratiğimize faydası nedir?" diye sormuş haşmetmeap. yaaa bunun neresinden tutayım? ali şen fenerbahçeli. ben de fener'e kılım. şimdi ali şen kalkıp "3. boğaz köprüsü konusunda ben de şöyle düşünüyorum" dese, ben de adamın fikrine karşılık olarak "fenerlisin de ondan böyle düşünüyosun, fenerliliğin transportasyon politikaları üzerine düşünmeyi etkilemesi" falan fıstık diye zırvalasam... bunun mantıkta bi adı var. maldeğnekleri anlamaz diye böyle örnekle açıklıyorum. la dadangaç, böyle bi düşünme metodolojisine nasıl eriştin? sinirim galktı. haşlanmış patates yiyim de midemin suyunu alsın bari. ulan hayatınız markacılık olmuş. hala sol, liberal sol, evrensel değer diye cart-curt gonuşuyosunuz. "filanca yerlerde ders verdi ya, çok büyük adamdır". ha guzuma! sen aynen bu gafayla devam et! bi de ilber ortaylı demiş birisi. poliglot olmayla entellektüel olunaydı bütün yahudiler doğuştan entel olurdu. ona entellektüel +
16-03-2015 19:27 (28)
+ denmez. ingilizcede karşılığı "scholar"dır. güneş işlemez. türkçede arabi bi karşılık kullanılır. alim! büyük harfle yaziym. ALİM! ilim sahibi. çok bok bilir. ama üretkenliği yoktur. ve doğu toplumlarında bu model çoktur. çünkü kentsoylu olmayan toplumlardaki bireyler arası ilişki modelleri insanları "innovatif-revolüsyoner" düşünmeye teşvik etmez. kaos kuramı da burda pırt eder. gauss ise bu ortalamayı gayet iyi açıklar. ey akıl sahipleri, ey iman edenler, ey pensilvanya... falan filan. SAÇMALAMAK ÖZGÜRLÜK DEĞİLDİR! bu adamlara söker mi bilmem ama, bana "KUTSALIMA DOKANMA" mottosu hiç sökmez. EY ANONİM DADANGAÇLAR KÜTLESİ, "sol, liberal sol, evrensel cart-curt" demeyin! düşünme yapınızdan anlaşılıyor ki, IŞİDCİ'nin tillahısınız. işim başımdan aşkın. sizi gördüm de şu lafları etmeden gitmiym dedim. Allah sizin gibi dislektik düşünme fakirlerinin gazabından herkesi korusun. müdürlere de sabır versin. amin! a.y.a. mucuks! (kayıp ilanı: hör meycısti nerde ya? böyle diyim, belki çıkar)
16-03-2015 19:47 (29)
Benden haddim olmayarak öneri: Ara sıra bize göstermek için yayınlıyorsunuz, belli, öyle demiş idiniz birkaç kerre, sonra cevap falan veriyorsunuz. Yayınlamayın gitsin. Ha, sinir bile bozamıyorlar, çok zavallılar, acıma gibi tiksinç bir his bırakıyorlar, o kada. Yapmayın bunu, yayımlamayın. Yolda izde, işte, tvde yeteri kadar iğrenç tiple karşılaşıyoruz, kafidir, bize göstermeyin. Vardır böyleleri farkındayız, anmayın, söz etmeyin. Bunlardan Işidci bile olmaz, onların bir formu var, bunlarda o da yok. Bırakın göstermeyin artık. Belki de sadece bir kişidir, aransa bulunur, sizin bu tavrınızdan çokmuş görünüyorlar. Bize pislik gösteremyin. Eski dostunuz esteban.
16-03-2015 20:40 (30)
Estebanla aynı fikirde değilim, her zaman değil belki, arasıra yayınlayın tatmin olsun şerefsiz. Yoksa gider ağacın dibine tuzruhu döker, köpekleri falan zehirler bu form. Oyalansın biraz burada.
17-03-2015 10:49 (31)
20, 16, 13, 11, 7 numaraları yazan benim. 23 ve 18'i ise başka bir yorumcu yazmış. Kendi yazdıklarımı tekrar okudum. "Köpek, şerefsiz, dislektik düşünme fakiri, dadangaç, iğrenç tip, ışidçi, pislik" gibi sözleri hak edecek ne demiş olabilirim diye baktım. Aslında Taylan Kara ile kaynaklar üzerinden bu tartışmayı ilerletici bir diyaloga da girmiştik ama bana "köpek, şerefsiz, ışidçi, tiksinç, pislik" diyen kişilerle aynı ortamda bulunmam doğru olmaz. İşine gelmeyen görüşleri okuduğunda fikir üretmek yerine şerefsiz, pislik, köpek diye söven insanlarla neyi ne kadar yapabileceklerini de site yazarları düşünsünler.
17-03-2015 10:47 (32)
Numara 23'teki soru, "hangi düşünürü takip ediyorsunuz" sorusuna Ahmet Aydın cevabı verilmesi nedeniyle sorulmuş. Yorumlar dikkatli okunursa anlaşılıyor.
17-03-2015 11:20 (33)
TÜM İSİMSİZ YAZANLARIN BİR KEZ DAHA DİKKATİNE: "Şerefsiz" lafını veya başkalarını biz yazmadık. Ama açıktan söyleyeyim, buraya ortalık karıştırmak için giren ve az çok kim olduklarını bildiğimiz bir ve bazen birkaç şerefsiz gerçekten var. İsimsiz yazmalar dostların arasını açıyor, paranoyaya neden oluyor. İsimsiz polemiğe girmeler ise yine açıkça söylüyorum hiç dostça değildir. Burada sıradan okurla provokatörü birbirine karıştırmamıza yol açıyor. O bir veya birkaç kişinin amacı da bu zaten. 20-16-13-11 vb yi yazan samimiyse ve az çok akıllıysa burada bizim kabahatimiz olmadığını anlar. Anlamıyorsa, ben burayı okumam diyorsa, buyurur gider. Yüz kere söyledik isimsiz polemiğe girmeyin, girerseniz taciz veya hakaret gibi algılanıyor. Ona da cevaplar oluyor, iş uzuyor. Biraz samimiyseniz editörlere yardımcı olursunuz, biz dedektif değiliz, psikiyaristlik de yapmıyoruz. Kim manyak, kim sapık anlayamayız şıp diye. İsim yazın lütfen. İsminiz yoksa sonuca biz nasıl katlanıyoruz, siz de katlanın. K
17-03-2015 12:26 (34)
1. Ben sana köpek demedim. 2. Şerefsiz de demedim. 3. İğrenç tip hiç demedim. 4. Seni görsem belki tipin hakkında bu kadar olmasa da samimi başka bi yorum yapardım. 5. Belki de tipin süperdir. Onu da bilemem. 6. Dadangaç hakaret değildir. 7. "Dislektik düşünme fakiri" bi durum tespitidir. 8. IŞİD'Cİ bi benzetmedir. 9. 20 numaralı yorumu yapan insan için marka düşkünü dememden daha doğal bişe olamazdı. 10. İlber Ortaylı açıklamamı bi daha okuyuver. 11. Batıdan entel transferini gündeme getiren deha da sensin. Bkz: 13 nümerolu yorumsu. 12. Bu da muhtemelen 18 ve 23'ü yazan, sonra da 32'yi yumurtlayan aynştayn'a: nerenle okudun da Ahmet Aydın cevabı verildiğini şıpadanak anlayıverdin? 13. Yukarıda ne yazmışım? Her kuşun eti yenmez! Fikir üretmekmiş. Peh! Sen okuduğunu anlamıyosan o benim imalatımda kusur olduğu anlamına gelmez. Adamlarla şahsi polemiğe girecektiysen mail ataydın. Uluorta gonuşursan, edepsizsin diye sana kimse cevap vermez sanma. Ben daha edepsiz olabilirim çünkü! a.y.a.
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211394
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.