Haziran Günleri'nden sonra “edebî iklim” kırılır mı?

İklimin kırıldığı konusunda görüş birliği var. Doğrudur, küflenmiş, buram buram sermaye kokan ve buna da haklı olarak “demokrasi” adı verilen bir rejime veya iklime, kitleler hiç beklenmedik bir anda temiz hava enjekte ettiler. Alışılmadık saflıkta bir hava esip geçti yüzlerimizden, sırtımızdan.

Peki edebiyat veya edebi iklim kırıldı mı?

Edebiyatta, havanın kırıldığını düşünen var mı? 

Elbette bu işler hemen olmaz, toplumsal arenadaki kırılmalar anında diğer “zihinsel” sektörlere sıçramaz. Örneğin, sokak, anında edebiyata tercüme edilemez, gölgesi veya ışığı oraya hemen düşmez.

Şimdilik öyle oluyor diyelim. Bugün baktığımızda, alışılmış, ezberlenmiş edebiyat ve/veya sol edebiyatın, bu artık nasıl iliklere kadar işlemiş bir yenilgi psikozuysa, varlığını ve etkisini koruduğunu gözlüyoruz. Bu işlerin eşzamanlı veya hemen, art arda değişemeyeceğini biliyoruz.

Şu anda, 33 uyuşukluk yılını temsil eden iklimin sokaklarda alenen kırıldığı bir toplumda, eski edebiyatın varlığını ve ağırlığını aynen koruduğuna tanık oluyoruz. Bu kendi başına normaldir. Dedik ya, sokaktaki kırılma, hemen insanların bilincine yansımaz, hele hele entelektüel üretimdeki girdi ve çıktıları anında değiştiremez. Alışkanlıklar sürecektir. Zaten mesele başkadır: Malum, normal koşullarda, edebiyattaki büyük kırılmaların toplumsal yönelim değişikliğini haber vermesi beklenir. İşte bu, pek olmadı.

Belki de oldu; yani daha önceleri olmuştu: Son 33 gericilik yılını 70’lerin kültür karşıdevrimi bizzat haber vermiş değil miydi? O zaman anlamamıştı kimse, şimdi ürünlerini topluyoruz: Özellikle 1970’lerin sonu, sosyalizm adına Türk edebiyatında bir sıçramayı değil, büyük bir gerilemeyi, hatta çürümeyi taşıyordu. Kavgacı solun entelektüel sığlıktan çürümeye geçiş yapması, toplumsal düzlemdeki yenilgiyi tetikledi. Türk gericiliğinin veya İkinci Cumhuriyet'in ana tapınağı Birikim, başlangıçta, 1975 sonrası, tam bu aralıkta oluşmuş talepleri yanıtlayarak bir ranta oturdu ve bu ranttan da 30-35 yıl içinde cumhuriyeti bitiren bir iktidar başarısına geçiş yapabildi. Bu başarıda edebiyatın veya sanatın rolü çok büyüktür.

70'ler böyle, peki, ya sonrası? 12 Eylül sonrası, elbette önceki 10 yılı mumla aratacak bir çöküştü. Ama solun kırılmasını, DİSK’in ve devrimci örgütlerin CHP’lileştirilmesinden önce Türk edebiyatındaki gerilemeden okumak mümkündü: Hiç 1970’lerden bir büyük yapıt veya yapıtlar demeti, insanımızı derinden damgalayacak bir edebi üretim sayabilir misiniz? Türk şiirinin son büyük süvarisi İsmet Özel, daha 1970-1971 aralığında, çoktan ununu elemiş eleğini asmıştı. Elbette bir çıkıştır, ama küçük İskender’i bu çerçevede göremeyiz. İsmet Özel’in yanında çok cılızdır.

70’lerin sonuna doğru, bugünden bakınca, büyük edebi tıkanmayı ve çürümeyi, işçi ve devrimci gençlik hareketinin CHP’lileştirilmesinden önce edebiyatımızda görebilmeliydik. Göremedik. 12 Eylül 1980’deki askeri darbe için gereken insan malzemesinin çoktan hazır olduğunu, 70’lerin edebiyatına bakınca görmek gerekirdi. Solun nasıl bir adale ve kemik erimesine duçar olduğuna, faşist darbenin işkencehanelerinden büyük şair ve yazar çıkardığını düşünen yayıncılar sayesinde tanık olduk. Belge Yayınları’nın o hâlâ tüylerimizi ürperten dizisi, büyük çürümenin bir simgesiydi: Genç devrimciler içeride mücadeleleri nedeniyle işkence görüyor, yazdıkları her şey de bir alternatif diye sunuluyordu. Oysa yazdıklarında çok geriydiler ve edebiyat adı altında büyük bir gericiliğin yayıcısıydılar: 70’lerdeki büyük edebi çürümenin çocuklarıydılar ve onu yayıyorlardı. Yayıncı Ragıp Zarakolu, ki bugün kardeş halkların birlikte kurabileceği bütünsel ve sosyalist bir Türkiye projesine karşı en militanca çarpışanlar arasında yer almaktadır, Türkçeye ve sosyalizme nasıl bir darbe indirdiğini hiç anlamadı. Asıl acısı, bugün Türkiye solunun, Türkiye’den bir veya birkaç Kosova çıkarmayı solculuk diye pazarlamaya çalışan bir yayın ve yayın zihniyetinin elinde esir olmasıdır. Neyse...

Kısaca, geçmişe bakıyoruz ve bu büyük yenilginin 70’lerdeki solun yaygınlığı içinde palazlandığını görebiliyoruz.

1970’lerdeki sola egemen kültürel gerilik, gerçekten de 1980’lerdeki sol çürüyüşün ve bugünkü AKP iktidarının habercisiydi. Onlar olmasaydı, Türk edebiyatındaki oligarşik diktanın, Elif Şafakların, Orhan Pamukların, Murathan Mungan-Yıldırım Türker bayağılığının egemenliği yerleşemezdi.

12 Eylül, sendikacı denilen korkunç bir tipin elinde bitirilmiş ve CHP’ye yamanmış DİSK’in, yaygın devrimciliğin, marjinalleşmiş sosyalist partilerin üzerine geldi. O nedenle zaten, tek tük “yanlışlıklar” dışında, faşist tahkimat süresince yazar-çizer takımına pek dokunulmadı. Dokunmaya da değmezdiler. İklimin kırıldığını, kırılacağını orada anlamalıydık. Olmadı. Sadece Yalçın Küçük ve Metin Çulhaoğlu ile bir grup arkadaşının bu korkunç olayın farkında olduğunu görüyoruz. Buna sonra bir ara döneriz.

Demek ki, önemli olan, bir sektördeki iklim kırılmalarının diğer sektörler üzerindeki etkisi değil, o zaten var; önemli olan, bu etkiler arasındaki zaman mesafesi (“Intervall”). Yani etkiden önce bu intervallerin analizi yapılmalıdır. Sonra etki ile interval analizleri karşılaştırılabilir.

Edebiyat örneğindeyiz madem, somutlaştıralım: 1960’lardaki entelektüel ve toplumsal yükselişin öncesini, cumhuriyet rejiminin kuruluşundaki jakoben edebiyat ve 1940’lardaki toplumcu yüklenme damgalıyor. Elbette Nâzım ve hatta 50’lerin ikinci yarısında bir  ilerici deneyim ve dönem olarak İkinci Yeni. Buralardan 60'ları içerip aşan büyük sol yükselişin haberlerini alabiliyoruz sanat pratiklerindeki serpilmelere bakarak.

Kırılma önce sanatta başlıyor yani. Haberi ve habercileri, sanat pratiklerindeki hareketlenme içinden çekip alabiliyoruz.

Ama 1960’lardaki ve 1970’lerde solun yükselişine, toplumsal arenada kırılan iklime, edebiyatımız eşlik edemiyor. Tam tersi oluyor. Gördük. Gerici kırılma, solun yaygınlığına rağmen, belki de o nedenle, sanatta çok rahat, hatta sorunsuz işliyor.

O nedenle, Cumhuriyet Kitap'ın kayıt memurlarından M. Sadık Aslankara, geçenlerdeki bir yazısında, Fethi Naci'yi öveyim derken sadece kantarın topuzunu kaçırmakla kalmıyor, “Umalım, dileyelim ki Gezi Direnişi, siyasal iktidara dönük bir eleştiri olgusuyla sınırlı kalmaz, sanatsal, ekinsel etkinliklere, çalışmalara da uzanır bu, hatta bilimsel, ahlaksal vb. alanlara sızarak enikonu bir silkelenmenin önünü açar” diyerek farkında olmadan korkunç bir boşluğu, hatta bu sektörün gereksizliğini de vurgulamış oluyor.

Aklımıza nedense “merd-i Kıptî” fıkrası geliyor...

Ne acı...

Osman Çutsay

Facebook
yorumlar ... ( 5 )
15-08-2013
15-08-2013 12:23 (1)
Sevgili Osman Çutsay'ın bu güzel ve kışkırtıcı yazısıyla belki bir tartışma başlatabiliriz. Haftaya aynı konuda ben de yazacağım. Şu soruyu soracağım: Türkiye'de hiç sosyalist edebiyat oldu mu? (Bir güç, dayanışma içinde bir akım olarak) Ve Gezi'den sosyalist sanat çıkar mı? Peki edebiyatın bugününde kabahat kimde? Bence bu yaygın bir suç, hepimiz suçluyuz. Belki Çutsay'ın örnek olsun diye bahsettiği isimler en az suçlu. Zarakolu'yu, Aslankara'yı kast ediyorum. Tabloyu bir ortaya koyalım. Kaan A
15-08-2013 23:19 (2)
Türkiye'deki solun kaynağı üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin eleştirisinden çok "haksızlıklara" karşı isyan duygusu olduğundan sol edebiyat kısırlaştı. Dünyada pek az ülkede emeğinin karşılığını istemek "solculuk" olarak algılanıyor olmalı. 2013 Türkiye'sinde örneğin bir mühendis iş başvurusundaki ücret beklentiniz sorusuna gerekçesi ne olursa olsun "takdiriniz" yazıyorsa, bu ülkede sosyalist edebiyat için en az 10 Gezi'ye daha ihtiyaç var demektir (hem yazar, hem okur bağlamında) AA
15-08-2013 23:20 (3)
yurdakul, pardon, osman arkadasin uslubunun kiskirtici olmaktan ziyade otekilestirici/kinci denilebilecek cirkin bir tarafi var. degerlendirilmelerinde dunya gorusu (kisisel onyargilar) yuzunden haksizlik yapmis, m.mungan'i e.safak ile ayni cumlede kullanmak ayiptir! aslinda guzel bir konuya temas etmis bu yazisinda ancak yine (sol haber sitesindeki yazilarinda oldugu gibi) cirkin uslubu sayesinde gerekli/besleyici tartismalara yol acmasi zor gorunuyor. ozelestiri hepimize lazim. sevgiler,metin
16-08-2013 09:39 (4)
Sosyalist devrimci olmayanlar toptan gerici midir?Her sosyalist ilerici midir?Bu anlayışa göre gezi parkı isyancıları da gericidir!Sırtımızı döndüğümüz her şey gerimizde kalıyorsa ona gerici mi demeliyiz?Bence bugünkü çoğu sosyalist de gericidir!1850 model Marks, 1930 model Stalin ilerici mi?Anlamaya çalışmanın tüm yollarını baştan kapatan bu retorik ilerici mi?Dilimizi zenginleştirelim! Her sırtımızı döndüğümüze "gerici" demeyelim!Farklı sözcükler bulalım ki hayat ezbere yaşanmasın.O.Gürsel
16-08-2013 13:10 (5)
edebiyat cephesini bilemem; ama ülkemizde 1980 sonrasında görsel sanatların gelişip serpildiğini biliyorum. darbe, yeni liberal siyaset ve görsel sanatlar ilişkisi... kolay açıklanamayacak, çetrefilli bir konu.... m. ylmz
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210993
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.