Sevgi Soysal’dan Suzan Samancı’ya öyküde şiddet
Sevgi Soysal’dan Suzan Samancı’ya

Tarihin Denize Döküldüğü Anlar-1

 

Sevgi Soysal’dan Suzan Samancı’ya öyküde şiddet

 

Gecenin sessizliğinde ben bu yazıyı yazmaya otururken dünyanın birçok yerinde -tabii benim ülkemde de; kadınlar, işçiler, köylüler, memurlar, sermaye sınıfı hariç bütün toplumsal katmanlar- insanlar ağır bir saldırı altında. Gecenin bu saatinde, küçücük odalarında bazı öykücüler, içinden geçtiğimiz bu şiddet dalgasını oturmuş öyküleştiriyor. Falcı değilim; ama biliyorum öyküleştiriyorlar. Bu ülkenin yaşadığı bütün şiddet dalgalarını, öykücüleri yazmış ve kuşaktan kuşağa tanıklıklarını aktarmayı başarmıştır. Nereden mi biliyorum? Çünkü bu gergin bekleyişi ve yaşadığımız şiddet dalgasını, yine bu toprakların geçirdiği şiddet sarsılışlarını öyküleştirmiş iki öykücüyle birlikte geçirdim.

 

Birisinin kitabının adı bile (1) bu şiddetin karşısında nerede durduğunun ifadesi olabiliyordu. Aslında ikisi de dönemsel olarak nerdeyse zincirleme seyretmiş şiddetin ve savaşın yazdıkları öykülerle tanıkları olmuşlardı. Biri daha sonra, yazdığı dönemin adıyla edebiyat tarihi içinde yer almış ve bu edebiyatın simge adı olmuştu. Öteki ise onun bıraktığı yerden, nerdeyse onun mirasını devralmış bir şekilde şiddete, savaşa ve korkuya öyküleriyle tanıklığını sürdürmüştü.

 

Evet biri 12 Mart’ın yarattığı şiddetli sarsılışın tanığı Sevgi Soysal; öteki ise 12 Eylül ile başlayan ve pis bir savaşın otuz yıl süren kırımlarının yol açtığı ardışık iki şiddet döneminin tanıklığını yapan Suzan Samancı.

 

Yaşadıkları tarihsel dönemin ve koşulların ayırdına varıp bunu sanatlarının bir parçası yapmalarındaki başlıca amaç ne olabilirdi peki? Bu sorunun yanıtı benim onları okurken yaşadığım pratikte ortaya çıkıyor. Ülkemin ve dünyanın yaşadığı savaşları ve şiddet dalgalarını; “tarihin” ya da daha geniş bir kapsamla “zamanın” içinden süzülüp gelen ve bugün de benim bir parçam yapabilmeleri. Baskı ve şiddet altında kalmış insanın neler yapabileceğini, hayata nasıl tutunabileceğini, Sevgi Soysal’da olduğu gibi şiddet karşısında geri çekilip kendilerine döndükleri zaman nasıl bir insani derinlikle hareket ettiklerini, neler hissettiklerini, oradan tekrar nasıl harekete geçtiklerini... Suzan Samancı’daki şiddetten kaçmakla, üzerine gitmek arasında kararsız kaldıklarındaki içsel çelişkilerinin elle tutulur hale gelmesi ve bütün bu öykü kahramanlarının gerçekte, şiddeti yaratana karşı hayatta kalarak, yaşama tutunarak nasıl insani bir zafer kazandıklarını anlatmalarıdır.

           

Hep kaybeden Tante Rosa

 

Sevgi Soysal, ilk öykü kitabı ‘Tutkulu Perçem’de olsun, ikinci öykü kitabı ‘Tante Rosa’da olsun sürekli “kaybeden” bir kadının, başa dönüp hayata tekrar başlama gücünü bulabilmesini araştırır. Çocuğunu emzirdiği memesini kırılan pencere camına dayayıp (yine şiddet) üşüyorsa; yaşamının sonlarında çok istediği papağını taksi tutup soğukta eve götürecek parası olmadığı için alamayan ama bu kez de taksi parası için şişe toplamaya girişen kuvvetli karakterden, Rosa’dan, tam yirmi sekiz yıl sonra Suzan Samancı'nın Hazro Günlüğü öyküsünde anlattığı şiddet dolu coğrafyada öğretmenlik yapan öykü kahramanı günlüğüne şunları yazacaktır: “Kendimi geç tanımam, öç alıcı isyanlarım, çelişkilerim, beni aşksızlığın kuyusuna düşürdü. Pürüzsüz bir aşkla sevilmeyi ne çok isterdim. Kendi ben’imin ötesine geçemedim ki.” (2) Suzan Samancı’nın kendi beninin ötesine geçemeyen öğretmeni aslında “bozkırın bir Tante Rosası” değil mi bu açıdan? Tante Rosa büyük savaş sonrasının külleri arasında hem kendini hem de aşkını yeniden doğururken Hazro’da günlüğünü yazan öğretmen de pürüzsüz aşkını beninin ötesine geçerek dağlardan gelen silah sesleri arasında, içsel çelişkilerinin yakıcılığıyla nesnel koşulların yakıcılığını nerdeyse dürtüsel olarak bağdaştırıp kendinin bilincine ermeye çalışır.

 

Priska Furrer, Sevgi Soysal üzerine incelemesinde, onun kadın kahramanlarının özelliklerini şöyle saptar: Soysal’ın romanlarında ve öykülerindeki aktif, mücadele eden kadınlar ana görevlerini ‘emperyalizme’ ve ‘kapitalizme’ karşı solun mücadelesinin içinde yer almak olarak görürler; bu mücadelede spesifik olarak kadın sorunlarının hiçbir önceliği yoktur. (3) Tutkulu Perçem’den Hoş Geldin Ölüm’ün Seması'na kadar böyledir. Burada saptamanın ikinci kısmı da önemlidir. Hem Sevgi Soysal’ın hem Suzan Samancı’nın kadınları doğrudan kadın olmalarından kaynaklanan özelliklerinden ötürü şiddete maruz kalmazlar. Onlar yaşadıkları tarihsel kesitte nesnel koşulların yarattığı genel şiddetin mağdurlarıdır. Güzel olansa şudur bu kadar çirkinlik arasında: Onların kadınları bu şiddet dalgalarının ortasında kadınca özelliklerini de yitirmezler. Furrer’in saptamasıyla söylersek: Onlar kendilerine yansıyan şiddetin nesnel koşullardan kaynaklandığını, değişmesi gerekenin bu koşullar olduğunun bilincindedir. Suzan Samancı’nın öğretmenine “kendi ben’imin ötesine geçemedim ki” dedirtmesindeki vurgu bu olguyu ne güzel açıklar.

 

Sevgi Soysal'ın kadınlarının elliler ve yetmişlerin kadınları olduğunu düşünelim ve bu yirmi yıllık dönemin özelliklerini kısaca anımsayalım: Ellilerden altmışlara kadar Demokrat Parti iktidarının yarattığı şiddetle birlikte, Türkiye ekonomisinin, “her mahallede bir küçük Amerika”ya endekslendiği, sonraki otuz yılı etkileyecek tam bağımsızlık ile Amerikancılığın çatışmaya dönüştüğü (Bu dönemde Türkiye solunun temel vurgusunun tam bağımsızlıkla başlayan ve bunun uzantısında yurtseverlikle noktalanan bir mücadele anlayışı olduğunu söyleyelim.) mücadelenin 12 Eylül darbesiyle Amerikancılığın lehinde sonuçlandırıldığı ana kadar sürecek büyük bir çatışma dönemidir. Soysal, bu mücadele içinde kendisi ve yarattığı öykü, roman kahramanlarıyla haklının yanında yer almakta tereddüt etmez.

 

Onun Barış Adlı Çocuk ve Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndaki solcu kadın tiplemelerini anlatırken kullandığı dil ile aynı öykü içinde esrardan içeriye düşmüş Nur (4) ve Sevda’ya (5) yaklaşımı ve dili farklıdır. Onların zenginlik ve şımarıklıklarından kaynaklanan ‘hippy’liklerine hiçbir sempatisi yoktur. O zaman zaman kendisi de eleştirse de kızsa da “Orducu Güler’e” yaklaşımı farklıdır. Aslında onu ötekilerden daha fazla anladığını söylemek de olası.

 

“Aslında Suzan Samancı, Soysal’ın tam bırakmak zorunda kaldığı zamandan başlayarak devralır mirasını” demiştim. Soysal yetmişli yılları tamamlayıp 80 12 Eylülü'ne gelemeyecektir ve ülkenin yaşadığı son otuz yıllık şiddet dalgasını öyküleştirip anlatmak Suzan Samancı'ya düşecektir. 12 Mart'ın şiddetinin merkezi nasıl Ankara olmuş ve Soysal onu tam içinde yaşamışsa Samancı da otuz yıllık bir savaşı tam içinde, Diyarbakır’da yaşayacaktır. Deli Tank ve Çocuk öyküsünde Soysal: “Bütün bu ezilmelerden, yıkıntılardan sıyrılabilmiş, bütün bu ezilen şeylere zaten bulaşmamış bir çocuk eli –kirli tırnaklı ve yoksul, kaybetmesi olmayan bir çocuk eli tanımış bir çocuk eli- ilk oyuncağına uzandı ve tankın delirmesi durdu. (6) Bu çocuk eli otuz iki yıl sonra Diyarbakır’da “Errık Adam’ın karısını ve çocuklarını yok edecek tankı durduramayacak, Suzan Samancı’nın öyküsünde bu tank o insanın çıldırmasına yol açacaktır. (7)

 

Korkunun Kokusu

 

Hoş Geldin Ölüm’ün Hasanı, Sema’nın bir görüş gününde kendisini terk edeceğini anladığı anda vücudunun ne kadar pis kokan ter salgıladığının farkına varır. 12 Mart günleridir. Daha sonra Hasan ne zaman korksa aynı kokunun yayıldığını duyacaktır bedeninden. Ölmüş babasını Ankara’dan Darende’ye götürürken de onun kokacağından korkar; aslında Sevgi Soysal açıkça ifade etmez ama bu korku onun vücudunun da tekrar aynı kokulu teri salgılayacağından korkması yüzündedir. Koku Hasan’ın korkulu rüyasıdır.

 

Samancı ise “Kırılgan Kent” öyküsünde Diyarbakır’da 12 Eylül’ü anlatırken aynen şunları yazacaktır: “İçimde tortulaşan korkuları cesarete dönüştürmeyi karanlıklarda öğrendim. Korkular bazı duyuları ne çok geliştiriyor. Özellikle işitme ve koku”(8) Daha sonra “tık tık”larla Samancı daha çok işitme duyusuna gönderme yapar. Şiddetin biçimi de değişmiştir artık. İnsanlar gece arkalarından enselere sıkılan tek kurşun ya da satırlarla öldürülmeye başlanmıştır onun coğrafyasında. Herkes bir gece yolda yürürken arkasından gelen bir “tık tık”la öldürüleceğini düşünmenin çaresizliğinde kıvranır. “Barış Kapımızı Çalsın” adlı öyküsünde de bir terzi dosta sığınan, öldürülmeyi bekleyenin korkusu neredeyse elle tutular bir şekilde anlatılır.

 

Ankara - Diyarbakır

 

Suzan Samancı, “Beni ürküten, bunaltan o kentin gerçekliğini arıyorum.”(9) diye yazacaktır Akdeniz Gecelerini Özlemek öyküsünde. Sevgi Soysal’ın Yeni Şehirde Bir Öğle Vakti'nde somutlaşan Ankara ile Samancı’nın Diyarbakır’ın gerçekliğini arayışı paraleldir. Ankara’nın gördüğü şiddet ile Diyarbakır’ın gördüğü şiddet dönemsel açıdan fark taşısalar bile bu kentlerin insanları açısından yani iki öykücünün kahramanları ortak tepkilerde birleşir. Şiddetin uygulayıcıları için aradaki fark iki kentin sınıfsal ve coğrafik özelliklerinden ötürü “uygulanacak şiddetin” biçiminde bir değişikliktir o kadar.

 

Yine Kırılgan Kent öyküsünde: “Hep aynı sınıfın izlerini taşıyan yüzler kaygılı”(10) saptaması ile Soysal'ın bir kavak metaforuyla anlattığı, gelişen Yeni Şehirde Bir Öğle Vakti'nde kavağın dolayında toplanan değişik sınıflardan insanların ilişkileri verilirken de yüzlerinde okunan duygunun “kaygı” olduğunu belirtmek gerekiyor.

 

Sevgi Soysal ve Suzan Samancı’da biçim

 

Tante Rosa bir anlamda mutlaka gerçekçi ve de sosyal-eleştirel bir kitap. Realizm ile eleştiri dolaylı bir biçimde görülür ve bütün öyküleri kaplayan groteske doğru giderek yabancılaştırılır.”(11) Tante Rosa’nın bu biçimsel özelliğini ve anlatım biçimini Soysal’ın daha sonra yazdığı birçok öyküde de görürüz. (Örneğin Deli Tank ve Çocuk…) Bu özellik onların gerçekçi bir öykü olmadıkları anlamına gelmez.

 

Samancı da biraz daha faklı olarak bilinç akışını kullanır, öykülerindeki eleştiri ve gerçekliğin öykünün biçimsel özelliklerini zorlamasına izin vermeyen bir yapı kurar. Ancak hemen belirtmeliyim ki her iki öykücüde bu kaygı başat bir ağırlık oluşturmaz. Sonuçta her ikisi de iyi öykücülerin yaptığı gibi gözlerini, aktarmak istedikleri gerçekliğe diker ve biçimleri bu gerçekliğe göre kurar.

 

Gerçekliğin verilişindeki biçimsel farklar, gösterilmek istenen gerçekliğin niteliğini değiştirmez elbet. Gerçekliğin ya da edebi açıdan eserin özünü değiştirilebildiği ölçüde değiştiren etken, bu gerçekliği aktarırken yazarın kullandığı biçimden değil gerçekliğe yaptığı özsel müdahale yoluyla gerçekleşir. Sevgi Soysal ve Suzan Samancı şiddet olgusuna farklı biçemlerle yaklaşmışlarsa da kurdukları öykü dünyası, dış dünyayla bağlarını çok doğru noktalardan ve insani özle kurarlar.

 

Her iki öykücünün ortaklaştıkları noktalardan bir tanesi de öykülerindeki dildir. Kısacık, sade cümlelerle yazarlar. Sık sık tek kelimelik cümlelere de rastlarız. (Soysal’da bu özellik daha baskındır.) Suzan Samancı’nın Gelibolulu Hasan öyküsü şu cümlelerle açılır: “Sıcak yel. Ağaçlar kımıldıyor. Kapı gıcırtısı giz dolu karanlıkta uzayıp gidiyor.” (12) Soysal’ın ise Eskici öyküsünden iki cümle… “Gitti. Ya gelmezse…” (13) Belli ki bu kadar yoğun ve yakıcı bir dil kullanımı ele aldıkları özünden kaynaklanır. Şiddet, savaş, acı karşısında bazen donar kalır ve yaşadığımız dehşeti sadece sıradan, kısacık, yalın, bazen tek sözcüklük cümlelerle anlatıveririz ya… Belki de bu insani yanımızı gözlemlemelerinden kaynaklanır her iki öykücüyü bu dil kullanımına iten etken.

 

Sonuç

 

Kulaklarım internetten, televizyondan, uydudan, radyodan, cep telefonundan gelecek tık tıklarda. Bu yazı bitiyor. Kavak yine bizim üzerimize devrilecek. Dışarıda, kentin içinde bazı öykücüler şiddeti yazmaya başlıyorlar. Nerden mi biliyorum...

 

NİHAT ATEŞ

 

Dipnotlar:

1- Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk, Bilgi Yayınları, 5. Basım, Kasım 1983

2- Suzan Samancı, Kıraç Dağlar Kar Tuttu, Öyküler, s.97, İletişim Yayınları

3- Priska Furrer, Bireysellikten Toplumsallığa Sevgi Soysal (1936-1976), s. 163, Çev: Yasemin Bayer, (Papirüs Yay, 2003)

4- Barış Adlı Çocuk; Savaş ve Barış, Bilgi Yayınları, 5. Basım, Kasım 1983

5- a.g.e, Bir Görüş Günü, Bilgi Yayınları, 5. Basım, Kasım 1983

6- a.g.e, Deli Tank Ve Çocuk, Bilgi Yayınları, 5. Basım, Kasım 1983

7- Suzan Samancı, Suskunun Gölgesinde, Öyküler, Errık Adam, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2001

8- a.g.e, s.12

9- a.g.e, s.10

10- a.g.e, s.11

11-  Priska Furrer, Bireysellikten Toplumsallığa Sevgi Soysal (1936-1976), s. 163, Çev: Yasemin Bayer, (Papirüs Yay, 2003)

12- Suzan Samancı, Gelibolulu Hasan, s. 43, İletişim Yayınları, 1. Baskı 2001

13- a.g.e, s. 61

Facebook
henüz yorum yapılmamış
28-02-2015
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210901
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.