Y.A.Ş Kararlarıyla mağdur edilmiş,
Kanundan yararlandırılmamış, öteki
Y.A.Ş. mağduru Subay ve Astsubaylara…
Dün telefonla görüşmüştük. Sözleştiğimiz yerde buluştuk. Her zamanki gittiğimiz kahvehaneye doğru yürüdük. Güneşli bir gün olduğundan, dışarıya oturduk. Kahveci boş bardakları toplamaya çıktığında, iki çay söyledi Salih. Kahvenin karşısında, minibüs yazıhanesi vardı. İlçeye gidip gelenlerle dolup boşalıyordu minibüsler. Yazıhanenin yanında berber, balıkçı, iplikçi, tavuk dönerci vardı…
“Şu düştüğüm hale bak” dedi, Salih. Çay bardağına uzandı. Çaydan bir yudum içti, bardağı tabağa koyarken, sigarasının dumanını kederle savurdu.
Uzun süre birbirimizden ayrı kalsak da; yaşadıklarını, çocukluk arkadaşım olarak, bilen biriydim. Başına gelmeyen kalmadı. Babasına kızdı, aceleyle evlendi. Evliliğini kavga dövüş sürdürdü. Sonra YAŞ karlarıyla ordudan ayırıldı. Ordudan ayırılınca, bir İş yeri açtı. Bir süre işleri iyi gitti, kredi ile bir ev aldı. Bir süre sonra, işleri bozulmaya başladı. Bankadan çektiği ikinci krediyle işlerini biraz yoluna koyduysa da; bir süre sonra, işleri yeniden bozuldu. Çektiği kredileri ödeyemez, üniversite de okuyan iki çocuğunun masraflarını karşılayamaz hale gelince; eşi de, bir işe girdi. Aldığı evi satmak zorunda kaldı, evin parasının yarısı bankadaki çektiği konut kredisine, yarısı da diğer krediye gitti. Anası ölünce, diğer kardeşlerine, istedikleri miktarı veremeyince, kardeşleri, yaşadığı zor dönemi bildikleri halde, ev, satılığa çıkarıldı. Kimse kimsenin gözünün yaşına bakmıyordu. Orada burada demokrat, insan haklarına saygılı, yardımlaşma konusunda demeçler veren, merhametli bir yüreğe sahiplermiş gibi görünen kardeşleri, iş maddiyata gelince; hiç de öyle davranmıyordu. —Biz onu sokağa atmayız diyordu kız kardeşi, abisi;- işini gücünü iyice yola koysun… Diyordu, karşılaşıp ayaküstü konuştuğumuzda, anaları ölünce para kardeşlikten daha tatlı geldi. Ev seneye satılığa çıkarıldı. Maddi çöküntü evde çatışmaları ve tartışmaları tetikliyordu. Bir kaç kez ayrılığa teşebbüs ettiler, araya aile büyükleri girdi. Bir süre sonra da ayrıldılar. Payına düşen parayla, Deniz’i evlendirecekti. Zor durumdaydı.
Bu durumda, ona söyleyebileceğim hiç bir şeyin, bir anlamı, bir yararı olmayacaktı. İyice kendini salmış. Saçları sakalları uzamış, yüzü solgun, alnı kırışık, avurtları çökmüş… Çarpık, çatık, kızgın, virane bir gecekondu oturuyordu, mutsuz yüzünde.
Bardağa bir daha uzandı, sigarasını bir daha çekti. Duman, burun deliklerinden savruldu. Yarı düşünceli, yarı dalgın, gelip geçenlere öylesine bakıyordu.
Ona ne söyleyeceğimi bilemiyordum. Söylediğim hiçbir şeyin, o anda, hiç mi hiç, bir öneminin olmadığını, o da, ben de, biliyor olacaktık. Çaresizlik içindeydi.
“İyice salmışsın kendini,” diyebildim.
Yanıt vermedi. Dikkatle baktığı yöne baktığımda; karşı kaldırımda, ıhlamur ağacının dibine, bir serçeyi yakalamak için pusuya yatmış bir kediyi izliyordu.
“Kuşu kapacak kedi,” dedi,
Berber de, kediyi fark etmiş olacak ki; kediyi kovaladı.
Kahveci iki çay daha bıraktı sehpaya. Sararmış parmaklarının arasına, bir sigara daha aldı.
“Azalt biraz bunu” dedim.
Yüzünü buruşturdu” nerede ya, daha da çoğalttım” dedi gülümseyerek.
“Eee ne düşünüyorsun, ne yapacaksın?” diye sordum.
Çayını yudumladı, sigarasının dumanı savurdu. Omuz silkti.
“Deniz’i ne zaman evlendiriyorsun?” diye sordum.
“Ev satılsın, Eylül okulu bitirsin de…”dedi.
“Gelip gidiyorlar mı yanına?”
Başını salladı, “geliyorlar” dedi.
“Eve bakmaya geliyorlar mı peki?” dedim.
Başını salladı,”bu gün yarın satılır,”dedi.
“Yenge” dedim. Kuşkuyla yüzüme baktı.”O da geliyor mu?” diye sordum.
“Çocuklar gelince, o da geliyor” dedi.
“Hiçbir çıkar yol yok mu?” dedim
“Zor” dedi.
Çayımı bitirdim. Doğruldum, gömleğimin üst düğmesini çözdüm;
“Kendini toparlamalısın artık. Zor günleri atlattınız. Çocuklar da kendini kurtardı. Bir süre daha ayrı kalın. Taşlar otursun yerine iyice. Çocukların zorlaması ile yeniden bir araya gelirseniz, ayrı kalmanız bir işe yaramaz. Kendinizi ölçün, tartın biçin. Kaybettiklerinizi gözden geçirmiş olursunuz.”dedim.
“ Tamam, tamam da ne döneceğim diyor, ne dönmeyeceğim diyor. Bu kararsızlık, bu belirsizlik öldürüyor beni. Öyle boktan bir durum ki yaşadığım. Ucu sonu belli değil. Tamam; bir hedef olsa, bir zaman olsa, insan kendisini ona göre ayarlar. Hedefi gerçekleştirmek için bekler. O zaman sıkıntı vermez ama belirsizlik, öldürüyor beni. Ev satılınca burada kalmak istemiyorum. Körfeze gideceğim. Bu çevreden, tanıdıklardan, her şeyden herkesten kurtulmak istiyorum. Ona buna dert anlatmak zorunda kalmadan, selamsız sabahsız yaşamak istiyorum biraz. Sıkılıyorum Tarık. Yollar, binalar, duvarlar üzerime üzerime geliyor sanki… Çocuklar yeni bir çevre, yeni bir hayat ikinize de iyi gelir, her şeye yeniden başlarsınız diye hanımı ikna etmeye çalıştıklarında; ben, bu yaştan sonra, burayı bırakıp gitmem, diyormuş çocuklara.”
Bir şey söyleyemedim başımı salladım.
“Abi, git açık açık konuş, geri dönmek gibi bir niyetin yoksa hayatımı ona göre bir düzen koyayım, de.”
“Kaç kez konuştum. Özgürsün” diyor. Bakışını yüzüme yöneltti.”Çocuklar ayrılmamızı istemiyor. Derin bir iç çekti; Ya, her şey karma karışık. O da kararsız sanırım, Deniz’e, Eylül Okulunu bitirsin de; bakarız diyormuş. Çocuklara takılıyorum bazen. Evleneceğim diye. Evlen baba, diyorlar. Yalnız yaşama diyorlar. Ciddi ciddi düşünüyorum. Beğendiğim birkaç bayan var. Ama vicdanımla aklım, birbirleri ile çatışıyor o zaman.”
Kahveci boşları alırken konuşmasını kesti. “İçer misin?” diye sordu bana.
“Biraz sonra” dedim. Arkası arkasına içince, çarpıntı yaptığını söyledim.
Başka bir şey içmem konusunda ısrar etti.
“Biraz sonra” diye yineledim. Kendisine çay söyledi.
Cebine saldırıp bir sigara daha çıkardı. Paketi elinden alıp, fırlatıp atmak geldi içimden.
“Ya yarım saatte üç tane sigara içtin, ciğer mi dayanır, intihar ediyorsun. Aptal mısın sen” dedim.
Sırf içmesin diye bana uzattığı sigaradan yakmadım.
Yine yüzünü buruşturdu elini salladı.
Kahveci çayı koyup uzaklaştı.
“Vicdanım kabullenemiyor, bir başkası ile hayata devam etmemi. Başımıza bu talihsiz olaylar gelmeseydi, kavga dövüş giderdi ama boşanmazdık” dedi, yutkundu. Kahveci çayı bırakırken sustu. Uzaklaşınca devam etti konuşmasına.
“ O da çok çekti. Onu bırakmakla, sanki yol arkadaşımı, hayat arkadaşımı yarı yolda bırakmışım gibi bir duyguya kapılıyorum. Vicdanım izin vermiyor başka birisi ile evlenmeme “dedi.
“Evet, aklın hep onda kalacak. İyi kötü bir hayatı, uzun süre paylaştınız, olmaz tabi, o kadın da çekti seninle” dedim.
“İki yıl bekleyeyim, tamam, beklerim, Zor olsa da insan mecbur kalınca ister istemez alışıyor yalnızlığa, tamam ama iki yıl sonra ne olacağı belli değil ki…” Bazen eve girmek istemiyor canım inan. Eylül yanımdayken yine evde bir ses, bir seda oluyordu. O da gidince, ben duvarlara bakıyorum, duvarlar bana bakıyor. İnsan evde, konuşacak birisini arıyor. Keşke, yine birbirimize bağırıp çağırsak da; aynı çatı altında olsaydık diyorum. Soğuk, duygusuz, sessiz dört duvar arasında, anlamsız, boşu boşuna, heba olup giden, bir zaman geçiyor. Bazen erkenden gidip yatıyorum. Düşünmekten uyuyamıyorum…
Çay bahçesine gittiğimde; aileleri izliyorum. Adam gazetesini okurken, kadın uzatmış bacaklarını, boş bir sandalyeye, örgüsünü örüyor. Sessiz, sade bir mutluluk anını paylaşıyorlar. Onları izlerken, anlamsız saçma sapan kavgalarımız akıma geliyor. Deniz ile tam da arkadaş olmuşken, kerata ile rakı tokuştururken, ne hallere düştük.”
“Çok takıyorsun, iki yıl plan program yapmayacaksın. İki yıl uzun bir süre senin için evet ama iki yılda çok şeyler değişebilir. O da kendini sorgular. Düşünür bir karara varır. Belki beklemek, daha sağlıklı olacak sizin için, daha sağlam bir temele oturacak evliliğiniz belki. Bence acele etmeyin böyle daha iyi. Çocuklar iyi düşünmüşler bak. Uzaklaşın çevrenizden, yeni bir çevrede, yeni bir yaşama başlayın. Şimdi o da etki altında olabilir, her kafan bir ses çıkıyordur.”
Başını salladı.
“kendini suçlu gibi hissedip, sürekli bunları kurma. Bir iş bul. Çalış, oyalan. Geçmişi, olayları sürekli canlandırıp tekrarlaman, seni daha da karamsarlığa iter. Kafanı dağıt biraz. İnsanlardan kaçıyorsun. Toplumdan kaçıyorsun.”
“Milletin tuzu kuru, millet pikniğe gidiyor, kıra çıkıyor, eğleniyor geziyor, onlara ayak uyduramıyorum. Aldığım maaş belli, kızın okul masrafı, yurt parası derken, bana ancak yetiyor.”
Yine sigara paketini cebinden çıkardığında; patladım.
“Yeter yahu! için dışın zift oldu. Biraz ara ver.”
“Napim be…” dedi. Sigarayı yakmaktan vaaz geçti.
“Çay içeri misin?” diye sordu.
İçmeyeceğimi söyledim.
Güneş yandaki binanın camından yüzümüze yansıyordu. Yerimizi değiştirdik.
Berber, karşıda bir müşterisi ile şakalaşıyordu. Kahveci, ocakçıya çay sesleniyordu.
Bir süre sustuk.
“Haklısın aslında. Zaman her şeyin ilacı…”dedi.
Yüzüne baktım. Düşünceliydi.
“Mahkemeden de bir şey çıkmadı,” dedi.
“Belliydi zaten” dedim. Yüzüme baktı. “İnsan kabullenemiyor” dedi.
“Yine aynı şeyi yapıyorsun” dedim. Kuşku ile yüzüme baktı.
“Bırak artık mahkemeyi. O iş bitti gitti. Bak ben takıyor muyum? Kanundan yararlandırılmayanlardan AYİM’ de bir dava kazanan var mı? Kazanması mümkün mü? Biliyorsun işte. Takılıp kalıyorsun geçmişe. Kendi kendine engeller yığıyorsun, önüne setler çekiyorsun, geçmişte yaşıyorsun.”
“Öyle de…” Dedi.
“Öylesi böylesi yok. Tamam, haklıyız, haksızlığa uğradık. Kanundan yararlandırılanlarla, bizim, hukuken aramızda hiçbir farkımız yok ama hukuk mu kaldı ülkede? Bizim haklı olduğunuzu, o hukuksuz yargı kararını veren, hâkim de biliyor, kamuoyu da biliyor. Kendini birilerine ispatlamak zorunda değilsin” dedim. “Biz ve bizim gibiler ciddiye aldı bu af kapsamındaki kanunu.”
Yüzünü buruşturdu yine. Sigaraya sarıldı. Umutsuz bir yakınışla, “kamuoyunun bir bildiği yok,” dedi.
“Buradan yak” dedim sigaramı uzattım. Güldü.
Niye güldüğünü sordum. “Boş” ver dedi.
Anladım niye güldüğünü. “Ben de tütün içiyorum, bu gün hazır paket aldım, arada hazır alıyorum, sürekli içince, tıkıyor insanı tütün” dedim.
Haklısın der gibi mimikleriyle onayladı.
“Adamlar haklarını aldılar, hala tazminat peşinde koşuyorlar. Tamam, haklarıdır ama hakları verilmeyenler için bir çaba harcadıkları yok. Onlar haklarında uydurma belge düzenlendi de; bizim hakkımızda uydurma belge düzenlenmedi mi? Böyle, birine başka, diğerine başka uygulanan bir kanun mu olur?
Doğruldu, derin bir nefes aldı, gergin sesi ile bedeni bir bütünlük oluşturdu, elini sallayarak, kızgın sözcüklerle konuşmasını sürdürdü.” Ordudaki, “F” tipi yapılanmanın, çağdaş, demokrat, Atatürk ilke ve devrimlerini içlerine sindirmiş, devrimci, laik, insan haklarından yana, bilime, akla inanmış askerlerin haklarında uydurma iddialarla düzenledikleri belgelerle, kuvvet komutanlıklarını ve YAŞ komisyonunu yanılttıkları belgelenmişken, paşalardan birisinin, ordudan ayırmak istedikleri bir askerin hakkında, nasıl uydurma belge düzenleyerek, ordudan uzaklaştırdıklarını anlatan bir ses kaydı ortaya çıkmışken, Fethullahçı polislerin, bu askerlerin ve ailelerinin hakkında, yanıltıcı ve sahte belge düzenledikleri anlaşılmışken; biz, Askeri mahkemeden adalet çıkmayacağı bilindiği halde; niye mahkemeye sevk edildik? Adalet bunun neresinde, hukuk neresinde Tarık?”
Sustum. Haklıydı. Ama yapacak bir şey yoktu. Mahkemeye sunduğu kanıtlarından sonra, az da olsa bir umut bağlamıştı. Hem maddi, hem manevi çöküşü, ancak mahkemeden çıkacak iyi bir kararla düzeleceğine bel bağladığından, evdeki durumunun da düzeleceğine inanıyordu.
“Bizim durumunuz, meclise getirilmediği sürece düzelmez” dedim.
“Kim getirecek meclise? O kadar belge yolladık. Sağıra yattı meclistekiler. İnsan kabullenemiyor işte” dedi.
Yanımızdan simitçi geçerken, iki simit aldım. İki de çay söyledim.
Bakışını bir noktaya yöneltmiş bir süre baktığını görünce; başımı çevirdim, onun baktığı yöne baktım.
“Şu gideni tanıdın mı? Bu haklarını aldı. Şimdi valilikte çalışıyor. Dolgun bir maaş alıyor. Bak, tanınamazlıktan geldi, gördüğü halde geçip gitti yanımızdan. Şimdi bu ve bunun gibiler; hukuka aykırı emekli edildikleri için, kanundan yararlandırıldılar da; biz ve bizim gibiler, hukuka uygun mu emekli edildik? Aynı gerekçelerle ordudan ayırıldık. Böyle ayırım olur mu? Kanun birine başka, diğerine başka uygulanır mı? Bununla bizim aramızda hukuken ne farkımız var? O da aynı gerekçe ile biz de aynı geçekçe ile emekli edildik. Bu, kanundan yararlandırıldı, ben; yararlandırılmadım” dedi. Yüzü yine karardı. Sakalları daha da uzadı ve beyazlaştı.
Benden bir açıklama bekler gibi sorgulayıcı bakışlarla, yüzüme baktı.
“Kumpaslar bu kadar ortaya saçılmışken, yargının bağımsız olmadığı bu kadar aşikârken… Yav, bir de bizi mahkemeye sevk ediyorlar. Mahkeme yerindelik denetimi yapamıyor ve idarenin, takdir yetkisini kaldıracak biçimde bir yargı kararı veremiyor. Dosyadaki iddialar üzerinden bir yargı kararı veriyor. Yazık değil mi, adalet bekleyen, hukuka güvenen onca insana. Kanun yapıcılar bu durumu bilmiyor mu sanki? Ya meclistekiler? Bir komisyon meclisin iradesinin üzerinde bir yetki kullanabilir mi? Yazık değil mi bu insanlara? Bir devlet; kendi vatandaşının gururu ile oynar, alay edercesine, umutlarını bu denli sömürür mü? Olur, mu böyle bir şey?” İçindeki öfkesini bir solukta boşalttı Salih.
Onun bu iç yangını sönecek gibi görülmüyordu. Benim yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Eşim memur olmasaydı, biz de böyle Salih gibi, savrulup gider miydik acaba diye düşünürken;
Onun, işini değil, her şeyini kaybettiğine üzülüyordum…
Fikret Kemal Tekin