İmece Edebiyat: Sizi tanımış olmaktan ve sizi okuma ayrıcalığını tatmaktan; onur duyduğumu bilmenizi isterim. Taylan Kara'nın kalemi, Türkiye'de eleştirinin varlığının kanıtı da oldu, sanımca. Ancak size de doğrular, salt gerçekler nedeniyle bir ambargo olduğu da hissedilir düzeyde. Bu doğrultuda, Taylan Kara ne yaptı da edebiyat dünyası bu denli onu hedefe aldı?
Taylan Kara: Teşekkür ederim, sağ olun. Her düşünce ya da eylemin mutlaka tarihte bir öncülü, geçmişte dayandığı bir çizgi vardır. Türkiye’de geçmişten beri cılız da olsa sistemin dışında bir eleştiri geleneği vardı. En karanlık dönemlerde bile bu işi toplum adına yüklenmiş birkaç “nöbetçi” yazar-eleştirmen hep oldu.
Benim atalarım saydığım yazarlara ne olduysa bana da o olmuştur ya da olacaktır. Üstelik düşünsel atalarımızın ödediği bedellerin yanında ben ve benim gibilerin yaşadıklarının lafı bile edilmez. Düşünsel atalarımız öldürüldü, işkence gördü, sürgünlere gönderildi, hapsedildi; bunları biliyorken, bizlerin sansür edilmesini, ambargo yemesini, hakarete uğramasını ya da yok sayılmasını dile getirmek çok ayıp olur.
Bu tür işlerle uğraşmam isteyerek olmadı! Sistemin star yazarlarının bayağı kitapları hakkında çoğu kitap ekinde, kültür sanat sayfalarında “başyapıt” diye övgüler görünce ister istemez bu işlere sürüklendim. Elimde olsa sadece kendi yazmak istediğim kitaplara yönelmek isterdim.
Eleştiri yazıları yazmak, özellikle de olumsuz eleştiriler yazmak benim için oldukça keyifsiz, sıkıcı ve zaman alıcı bir iş. Pek kimsenin üstlenmediği ama toplum adına birilerinin yapması gereken işler vardır. Bu iş de bunlardan biridir. Bu işi üstlenen yazar sayısı gerçekten az, benim yaptığım da onların yaptıklarıyla birlikte değerlendirilmelidir.
Yapılan çok basit… Masaya masa, zürafaya zürafa demek… Nesneleri ve kavramları yerlerine yerleştirmek… Başyapıt diye topluma pompalanan 5. sınıf romanların niçin sıradan kitaplar olduğunu gerekçeleriyle ortaya koymak…
İmece Edebiyat: İnsanı, edebiyatı, yaşayan insan ve yaşayan edebiyat üzerinden değerlendiriyorsunuz. Bu, sizin gerçekçi bir tutumla kavrayışınızı anlatıyor. Sanat eserindeki kurmacayla, yaşayan insanın gerçekliği birbirine koşut mudur? Edebiyat eserindeki kurmaca, gerçekliğe uymalı mı? Son kitabınız, “Vasat Edebiyatı 101”de ele aldığınız vasat romanlardaki (benim vasat altı da diyebileceğim romanlardaki) dil ve anlatım kusurlarına değinmiştiniz. Bu romanlarda kurmaca, gerçeklikten ne kadar bağımsız? Edebiyat eserinde gerçekçi bir bakış açısının beklediği kurmacayla, gerçeklik bağını nasıl kurabiliriz?
Taylan Kara: Ben keskin sınırları olan bir “edebiyat standardı” oluşturma derdinde değilim. Ama sandalye dediğinizde kabaca üzerine oturulan bir nesneyi anlarız. Fil dediğinizde hortumu olan büyükçe bir hayvan aklımıza gelir. Ben size bir şey gösterip “bu fildir” diyorsam, sizlerin de “hani hortumu nerede?” diye sorma hakkı vardır. Önünüze bir kitap koyup “bu romandır?” dersem, bu kitabın romanın asgari kurallarına uyması gerekir. Bir sandalye yapıyorum ama bu sandalyenin üzerine oturamıyorsunuz! Günümüzde başyapıt diye topluma pompalanan romanların çoğu, “üzerine oturulamayan sandalyeler”dir.
Roman dediğimizde de tarihsel olarak bazı ölçütleri olagelmiştir; insanla ilgilidir, bir kurgusu, kahramanları, izleği vardır.
Sanatçı bunun bilincinde olsun ya da olmasın, sanat eserinin bir dünya tasavvuru, bir toplumsal karşılığı, tarihsel olarak oturduğu nesnel bir gerçekliği, kısacası pratik bir değeri vardır.
Roman bazı şeyleri büyütüp, bazı şeyleri küçültüp yok ederek okura bir dünya sunar. Önerdiğiniz dünyanın nitelikleri, işaret ettiğiniz pencereden görünen, neyi gösterip neyi sakladığınız, neyi büyütüp neyi küçülttüğünüz, kısacası durduğunuz yer, okura bir algı sunar. Bu bütünlüklü bir dünya algısı ya da parçalı bir algı olabilir. Benim savunduğum çizgi, okura bütünlüklü bir dünya algısı sunmayı gerektirir.
İmece Edebiyat: İyi, güzel göreceli kavramlar olduğu kadar; geçmişten günümüze değin tartışılagelinen kavramlar. Edebi eseri değerlendirirken ya da en basitiyle bir okuyucu olarak ölçütünüz nedir? İyi ve güzel olan üzerine saptamalarınız nelerdir?
Taylan Kara: Her edebi eser, bir hakikatin estetik düzlemde yeniden kurgulanması ve sunuluşudur. Bu söylediklerimin detayları hakkında saatlerce konuşabiliriz, epeyce işlenmiştir. Ama bir cümleyle ve de çok kabaca tanımlayacak olursam okurda farkındalığı arttıran, işlediği tema ile ilgili olarak okuru derinleştiren, okuru geliştiren eserler iyi eserlerdir. Okuru uyuşturan, farklılıkları yumuşatan, nesnel gerçekliği kavramasını zorlaştıran eserler ise kötü eserlerdir diyebilirim.
İmece Edebiyat: “Vasatlık”, “vasat edebiyat”, “piyasa edebiyatı” gibi kavramların, eleştiri dilinizde yer etmiş olduğunu görüyorum. Türkiye'deki edebiyat dünyasında pek duyulmayan, sözü edilmeyen kavramlarla yazıyorsunuz. Türk edebiyatının içinde bulunduğu bunalım öz olarak nedir? Bu kavramlar, edebiyat ortamını açıklayabiliyor mu? Yani durum ne kadar vahim? Pekiyi, biz bu vahametin ne kadar farkındayız?
Taylan Kara: Bu tanımlamaların akrabası olan tanımlamalar daha önce de vardı, şimdi de var. Yalçın Küçük 80’lerde 12 eylül ruhuna uygun romanları “Küfür Romanları”, “Eylülist romanlar” olarak tanımlıyordu. Cengiz Gündoğdu bugün artık bütün kökleriyle edebiyat piyasasına oturmuş bu sistemin “yazar parlatması”nı “sanatta star sistemi” olarak kavramlaştırmıştı. Osman Çutsay, Birikim Dergisi ve onun savunduğu ideolojinin bu piyasadaki baskınlığına dikkat çeken ve kapsamı edebiyat dışına da taşan “Belgeli Birikim gericiliği” ifadesini kullanmıştı. Yazar B.Sadık Albayrak ve Ahmet Yıldız, bu kavramları edebiyat eleştirileriyle güncellemiş, içeriğini çeşitlendirmişlerdir. Yazar Kaan Arslanoğlu, bu kavramları pek kullanmasa da bu kavramların işaret ettiği edebiyata karşı önemli eleştiriler getirmiştir. Yine yazar Nihat Ateş piyasanın ruhuna uygun bu romanları “çöküş romanları” olarak kavramlaştırmıştır. Şair Zafer Yalçınpınar ana akım edebiyatın, yazılarında detaylarıyla anlattığı belli tutumlarını “yeni sinsiyet” olarak tanımlamaktadır. Başka isimler ve kavramlar da sayabiliriz. Bütün bu kavramlar, içeriği birbiriyle özdeş olmasa da aslında aynı tablonun belli bir yönünü açıklıyor.
Soyutlamamızda birkaç basamak birden atlayıp kestirmeden gidersek bütün bunlar sanatın metalaştırılmasının doğal birer sonucudur. Sanat, insan bilincinin gelişmesi, insan kültürünün zenginleştirilmesi için değil toplumu kontrol altına almak, bilincini küçültmek, nesnel gerçeklikle ilişkisini bozmak için kullanılmaktadır.
İmece Edebiyat: “Vasatlığa Giriş Dersleri” başlıklı kitabınızda, vasatlığın başlangıcında: faşizmin ayak seslerinden yükselen bilgi karşıtlığının, benci bireyin, toplumsal ötelemelerin olduğunu olgularla irdelemiştiniz. Vasatlıkla çöküş, edebiyatı da “piyasa edebiyatı” hâline soktuğunu açıklamıştınız. “Piyasa edebiyatı” üzerine söyleyeceklerinizi faşizm ve vasatlık temelinde nasıl açıklıyorsunuz?
Taylan Kara: Sanat, bireye çevresiyle ve dünyayla kurduğu ilişkide bir pencere verir. Örneğin Anna Karenina’yı okuduktan sonra aşk kavramına bakışınız değişir; okuduğunuz kitap iyi bir kitap ise bu bakış derinleşir. İyi bir kitap, daha önce fark etmediğiniz ayrıntıları görmenizi sağlar. Nesnelere, kavramlara, çevrenize karşı farkındalığınızı arttırmayan, sizi derinleştirmeyen bir kitap bir “zaman geçirme” etkinliğinden ibarettir. İyi kitap uyutmaz, uyandırır. İyi kitap çelişkileri azaltmaz, belirginleştirir.
Bugün için topluma pompalanan sanat, insanı uyandıran ve harekete geçiren değil uyuşturan sanattır. Şu haliyle piyasa sanatı bir kitle imha silahıdır. Bir bilinç bozucudur, insana zararlıdır. Sanat, artık “bilinç endüstrisi”nin en güçlü silahlarından birisidir.
H. Ford’un bir sözü vardır ki, şimdiye kadar kapitalizmin insana bakışını bundan daha iyi tanımlayan çok az cümle duymuşumdur. Mealen şöyle der: ne zaman fabrikama bir işçi alsam sadece iki el almak isterim ancak ne yazık ki yanında bir kafa ve bir de mide gelir. “Ford’un işçisini “iki el”e indirgemek için sanatın kitleleri uyuşturması, bilinçleri çürütmesi ve nesnel gerçeklikle ilişkisini bozması gerekir. Burada amacım, faşizmi ya da mevcut siyasal durumu bir “kültür etkinliği”ne indirgemek değil kesinlikle. Elbette faşizm çok boyutlu, ama bunun bir de hiç de küçümsenmemesi gereken bir kültür ayağı var.
Ford ve sınıfının çıkarları, “kitlelerin nesnel gerçeklik ile ilişkisinin bozulması” üzerine kurulmuştur. Kendini özgür zanneden köle, masaya zürafa diyen birey, sürüleşmekten heyecan duyan kitleler… Salt ellerinden, salt midelerinden oluşan parçalanmış insanlar… Bu bir Ford cennetidir, Ford’un bu cenneti milyarlar için bir cehennemdir. Onları bu cehennemde tutmanın yolu ise içinde yaşadıkları cehennemi algılamamalarını sağlamaktır. Böyle bir kitleye istediğiniz her şeyi yaptırabilir, onları istediğiniz gibi yönetebilirsiniz.
Algılayan, değiştirebilir. Değiştirenler, ancak doğru algılayanlardan çıkacaktır.
İşte bu nedenle nesnel gerçeklik bilgisi, herkesten önce “Ford cenneti”/insan cehenneminde yaşayanlar için gereklidir.
İmece Edebiyat: “Bir toplumu birbirine kenetleyen en büyük harç, suç ortaklığıdır. Bir toplumda, en çok görülen suç ortaklığıysa ‘suskunluk ortaklığı’dır.” “Vasatlığa Giriş Dersleri” kitabınızdaki bir başka çarpıcı ifadeniz! Suskunluğu bozmak ne kadar mümkün? Ya da neden suskunluk?
Taylan Kara: Tarih, kitlelerin sesini duyar. Daha doğrusu, tarihsel bir değişiklik ya da ilerleme ancak kitleler ses çıkardığında mümkündür. Öncü bireylerin sesleri, ancak kitle ile “kütle” kazandığında somutlaşır; kitaplardan sokağa iner. Suskunluk bozulduğunda duymamanız mümkün değildir. Ancak tarihte kronolojik olarak ölçülürse bu görkemli zamanlardan daha uzun bir süre suskunlukla geçer. Suskunluk, bireysel düzeyde ise bulaşıcıdır, çöküş dönemlerinde çürümenin en dayanılmaz halidir. Gözünün önündeki cinayetlere, en acımasız suçlara karşı susan, topluca susan, sistematik olarak susan bir topluma katlanmak çok zordur. “Örgütlenmiş suskunluğun” ise işlemeyeceği suç yoktur.
İmece Edebiyat: Suç, cinayet, arzuların acılı süreçleri, toplumsal varoluşun kıyımını da anlatıyor. Ne büyük bir suç yumağı vardı ki dünyada; varlığı, gökyüzünün, denizlerin ve dağların tanıklığında daha bir korkutucu hâl alıyordu. Tarihe hapsolmuş, tarih öncesine itilmiş insanı anlatıyordu, tüm yeryüzü. Masumiyetini yitirmemiş ilk insana kadar; nereden nereye geldik? “Poe’nun Kuzgunu”nundan bakarak, insanlık ne âlemde?
Taylan Kara: Karamsarım ama umutsuz olmak istemiyorum. Umudu varsaymak zorundayız. Tarih boyunca insanlık nice darboğazları aşmıştır. Arkamızda milyonlarca yıllık bir biyolojik geçmiş, on binlerce yıllık bir kültürel geçmiş var. Öyle ya da böyle, bugüne dek bu tür var olmayı başardı. Yalnız şunu unutmamak gerekir: bugüne dek var olmuş biyolojik türlerin %99’u tarihten yok olmuştur. Canlılık tarihi boyunca oluşan türlerin bugün sadece %1’i yaşamını sürdürmektedir. İnsan, bir kültür varlığı olarak kendini farklı görse de biyolojik bir türdür ve dünya, insan türü olmaz ise bir şey yitirmez. Tam aksine insan türünün dünyaya büyük bir maliyeti olmuştur. Milyonlarca yılda oluşan ekosistem, son 250 yılda insan türü tarafından geri dönüşsüz bir şekilde tahrip edilmiştir. İnsan türünün zekasının, teknolojisinin, ilerlemesinin bu gezegene ve ekosisteme büyük bir maliyeti olmuştur. Tarihte ilk defa olarak bir canlı türünün yani insanın, dünyayı yok edebilme olanağı vardır. Dünya üzerindeki nükleer silahlar bütün gezegeni onlarca kez yok edebilecek durumdadır.
İnsan türü bugün çok hassas bir kararı verme aşamasındadır. Ya parçası olduğu gezegeni ve doğayı gözeten bir “tür ahlakı” edinecek ya da yok olacaktır. Seçenekler bu derece yalındır. Keşke insan türünün zekası ve teknolojik ilerlemesi, bu ilerlemeye paralel bir ahlakı da yanında getirebilseydi. Ancak ne yazık ki insan türünün ahlakı, zekası kadar hızlı ilerleyemedi.
İmece Edebiyat: “Vasat Edebiyatı 101”le, edebiyattaki vasatlığı, yozluğu, ödül-para-şöhret ilişkilerini, kötü romanlarla insanların estetik bilincini nasıl kötürümleştirildiğini önemli örneklerle irdeliyorsunuz! Edebiyat dünyasındaki ödüllere konuyu getirmek istiyorum. Ödül neden veriliyor? Neden bir ödül-ceza mekanizması işlemek zorunda? Ya ödül almayanları ne yapacağız? Onları edebiyat dışında mı değerlendireceğiz? Neden bu ayrımcılık?
Taylan Kara: Edebiyattaki ödül kurumunu doğru anlamamız için bağlamına oturtmak gerekiyor. Az önce de konuştuklarımıza da dayanarak şöyle tanımlayabilirim. Metalar dünyasında yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız siyasal-toplumsal sistem, insanların değil metaların sorunlarını çözüyor. Bu yaşamda her nesne, kavram ve kişinin değeri “değişim değeri”ne göre ölçülür. Sanat da bunun dışında değildir. Sanat eserleri ve kitaplar bu düzenek içerisinde bir metadır ve metaların yasalarına tabidirler. Bu düzen içerisinde kitaplar için sanatın terminolojisi değil metaların terminolojisi kullanılır. Kitabın “pazarı”, “müşterisi”, “reklamı”, “piyasası”, “arzı”,”talebi” vardır artık… Kitap ya da sanat eserinin bu açıdan bir kot pantolon, bir araba ya da bir buzdolabından farkı yoktur. Bu bakımdan en iyi kitap “çok müşterisi” olan, “pazarlaması” kolay, “en çok kar getiren” kitaptır. Bunun için kitapların “reklam”ı yapılır, “talep” yaratılır, “müşteri”nin “tüketimi” arttırılır. Bu “tüketim-pazarlama döngüsünün devamlılığı için çeşitli mekanizmalar kullanılır. Birisi de “tüketimi arttırmak”tır.
Nasıl markalar yaratılıyor ve tescilleniyorsa edebiyatta da “star yazarlar” vardır. Bunlar reklamlarla markalaştırılır. Ödül mekanizması işte bu düzeneğin bir parçasıdır. Ödüllerin bunun dışında işlevleri de vardır. Edebiyatın iktidarındaki kişiler için sağlam bir iktidar aygıtıdır ödül kurumları: bu mekanizmanın tepesindeki beş-on jüriye, istediği yazarları öne çıkararak bu mekanizmayı şekillendirme olanağı sağlar. Edebiyat ödülleri, ödül alan kişiler kadar ödülleri veren kişilere de paye verir. Bir tek roman yazmadan onlarca roman ödülü jürisinde bulunmak, bir tek mısrası bilinmiyorken bütün şiir ödüllerinde yer almak… Bu durumların başka açıklaması yoktur.
Ödül kurumu ile okura önerilen edebiyat anlayışını şekillendirmiş olursunuz. Ve de son olarak edebiyatın iktidarı bir “besin piramidi”dir. Bir ödülü vererek ya da verme beklentisi yaratarak yazarı o piramitle ilişkili hale getirir, bir anlamda onu bağlarsınız.
Gördüğünüz gibi çok boyutlu bir düzenek ve edebiyatı aşan bir etkinliği var. Ödül kurumunun bu işlevleri dikkate alınmazsa, sadece “X ödülünü A aldı, aslında B’ye verilmeliydi” düzeyinde tartışmış oluruz. Bu düzeyde de bu düzeneği anlamanın yolu yoktur.
İmece Edebiyat: Bir de yarışmalar konusu üzerine şunları sormak istiyorum: bir edebi eseri yarıştırmak nereden ve neden kaynaklanıyor? Edebiyat eseri biricik, tek değil mi? Yani Fethi Naci’nin “İnsan Tükenmez” kitabıyla, Nermi Uygur’un “Güneşle” kitabını yan yana koyarsak; mevcut edebiyat ortamının anlayışına göre hangisi birinci, hangisi ikinci olur? Hangi ölçütler geçerli ayrıca? Yani dil işçiliği, Türkçeyi doğru kullanma, kurmaca yapısı, karakter analizleri… Kısaca hangi ölçütlerle değerlendireceğiz?
Taylan Kara: Dil işçiliği, dili doğru kullanma, kurmaca, karakter… Son yıllarda verilen ödülleri, ödül gerekçelerini ve ödül alan kitapları göz önüne alarak konuşursak bunlar değerlendirmede yetmişinci sırada gelir, o da eğer jüri üyeleri dosyaya göz atma zahmetine girdi ise!
Edebiyat ödüllerinde çoğu jürinin dosyaları hiç okumadığı, bizzat jüri üyelerinin kendi ifadeleri ile kanıtlanmış “herkesin bildiği bir sır”dır. 2003 yılı Behçet Necatigil Şiir Ödülü, babasının jüri üyesi olduğu bir kurul tarafından oğluna verilmiştir. 2009 yılı Melih Cevdet Anday Şiir Ödülü, abisinin jüri üyesi olduğu bir kurul tarafından kardeşine verilmiştir. Bizzat kendisinin seçtiği seçiciler kurulunun ödül verdiği kişiler vardır. Hatta jüri başkanı olduğu seçiciler kurulundan ödül alan, yani kendi kendine ödül veren jüri bile vardır. Türkiye’nin en saygın birkaç edebiyat ödülü’nden birisi olarak bilinen Yunus Nadi Ödülü’nü 2002’den 2015’e kadar 2 yıl hariç diğer bütün yıllarda Can Yayınları’ndan çıkan kitaplara verilmiştir. 2014 yılında Yunus Nadi Öykü Ödülü seçiciler kurulunda yer alan beş üyenin dördü (biri editörü olmak üzere) Can Yayınları’nın yazarıdır.
Bu örneklerden daha onlarcası var ve size saatlerce anlatabilirim, her biri için sayısız yazı yazıldı. Bu örneklere bakıp siz karar verin.
İmece Edebiyat: Bu yarışma, ödül mekanizmaları üzerinde bir soru daha anlam kazanıyor. Jüriler… Jürileri kim seçiyor? Jüri olmak için aranan özellikler nelerdir? Belirli isimlerin hemen her yarışma jürisinde yer almasını nasıl açıklıyoruz? Yani Enver Ercan, Doğan Hızlan, Turgay Fişekçi, Hilmi Yavuz olmak için belirli bir okuma ve yazma mertebesine erişmek mi gerekiyor?
Taylan Kara: Bu sorunuzu da yukarıdaki sorularla birlikte yanıtlamak gerek. Konuyu kişiliklere indirgediğimizde konunun özünü kaçırma olasılığı var. Bu düzenek, kişileri aşan bir düzenek. Bir insanın bir yılda tam 16 ödülde seçici kurulda layıkıyla görev yapması, gelen dosyaları bırakın okumasını, sadece kapağına bakması bile mümkün değil. Edebiyat dünyasını yıllardır yakından takip etmeye çalışırım. Olan biteni az çok izleyen biriyimdir. Birçok ödülde yıllarca görev alan bazı kişilerin bir tek romanını ya da öyküsünü görmemişimdir. Bir mısrası bile bilinmeyen bazı jüri üyeleri şiir ödüllerinde şair seçiyor! Şöyle düşünün: hiç nota bilmiyorum ve beni müzik yarışmasında seçici kurul üyesi yapıyorsunuz. Bir tek bilimsel makalem yok ama bilimsel dergilerde editörlük yapıyor, hangi makalenin yayımlanacağına karar veriyorum.
Bir ödülde jüri olmak için kitaplarınız, eserleriniz, edebiyat dünyasında saygınlığınızın olmasına gerek yok; ilişkileriniz ve gücünüz var ise siz de olabilirsiniz. Kurun bir dergi, bulun bir belediye, düzenleyin bir festival, siz de jüri olun! Sizin Şakir Şırıldak Şiir yarışmasının, şu an piyasadaki “saygın” şiir yarışmalarından ne eksiği var!
İmece Edebiyat: Gazetelerin vermiş olduğu kitap ekleri üzerine çok düşünüyorum. Hemen her kitap ekinde belli başlı yayınevlerinin (özellikle can yayınları) kitap tanıtım yazıları çıkıyor. Bunlar para alınıp, sipariş üzerine mi yazılıyor? Ben sizin kitaplarınız üzerine yazıp, örneğin Cumhuriyet Gazetesi’nin kitap ekinde yayımlanması üzere gönderdim ancak yanıt dahi gelmedi. Kitap eklerinin künyesine, “sadece kadrolu yazarlara açıktır, sadece kadrolu yazarların yazılarına yer verilir” ya da “siparişler dışında yazı kabul edilmemektedir” gibi uyarı yazısı konulması hiç de abartılı sayılmaz, sanırım! Bunun üzerine son kitabınız “Vasat Edebiyatı 101”de, bir örnek tanıtım yazısı var. Gerçekten bu yazıları hemen her kitap yazısında bulmak olası, sanırım yayınevi yazarları, af edersiniz, kitap eki yazarları siparişleri yetiştiremiyor?
Taylan Kara: Kitap eklerinde, kültür sanat sayfalarında tanıtılan ve övülen, kitapçılarda vitrinlere konup gözlere sokulan kitaplar hep aynı tip kitaplardır. Bu bakımdan kitap eklerinin çoğu birbirlerine o kadar benzer ki, A kitap ekinin kapağını B kitap ekininkiyle değiştirseniz, çoğu okur bu değişikliği fark edemez. Kitapçılarda bir kitabın hangi rafta olacağı, hangi kitapların haftalarca vitrinlerde gözlere sokulacağı baştan bellidir.
Türkiye’de piyasanın “star yazarları” vardır. Bu star yazarlar birer puttur. Bu yayın organlarında edebiyat iktidarının star yazarları hakkında bir tek olumsuz eleştiri bulamazsınız. Roman diye çıkarılmış kitaplarda karakter, olay örgüsü, kurgu yoktur. Kitabın karakteri yazarın kuklasıdır. Hangi ölçütle ele alırsanız alın beşinci sınıf bir metindir ama edebiyat iktidarının kitap eklerinde “başyapıt” diye övülür.
Althusser’in bir cümlesini çok kullanırım: “görmemek, görmenin bir başka biçimidir” der. Bu aygıtların neyi gördüğü ve neyi görmediği konusunda son derece bilinçli bir tercihi vardır. Gördükleri de görmedikleri de tesadüf değildir. Bu anlamda onların “kör noktaları”nda yaşıyoruz biz. Bu bir penguenleştirme sürecidir. Okura dayatılan edebiyat tek tip edebiyattır. Edebiyatın iktidarı topluma aynı tip romanları ve aynı tip edebiyat anlayışını pompalamaktadır.
İmece Edebiyat: Edebiyat, felsefe üzerine yazıların anlaşılmazlığı üzerine de sormak istiyorum. Kimi yazılar var ki, örneğin Nermi Uygur, yalın bir dille çarpıcı olabiliyor, meramını anlatıyor. Kimi yazılar da var ki, kavram karmaşası olması nedeniyle hiçbir şey anlaşılamıyor. Belki benim sığlığımdır bu ama her okuyucu da bu karmaşayı algılayamayabilir. Sanat yazısı, felsefe yazısı diye mi böyledir bu? Anlaşılmazdır yani? Kendi alanlarına herkesin girmesini istemiyorlar mı, yazanlar? Yoksa gerçekten felsefi kavramlar üzerine çalışma yapıp, sonra mı yazıyı okumalıyız?
Taylan Kara: “Zor anlaşılır” ile “anlamsız” birbirlerinden çok farklıdır. Elbette bazı yazılar ya da düşünceleri anlamak için önceleyen düşünceleri, bu düşüncelerin gerektirdiği kavram setini bilmek gerekli olabilir. Ancak birçok anlamsız yazı, kendini “zor anlaşılır” etiketiyle pazarlar. Edebiyat, felsefe literatürü böylesi yüzlerce yazıyla doludur. Şimdiye kadar yüzlerce, binlerce saçma, anlamsız yazı okuduğumu söyleyebilirim. “Saçma uzmanlığı” diye bir şey olsaydı bu konuda bir paye alacak kadar çok!
Böyle anlamsız yazıları teşhis edecek bir “düşünsel bağışıklık” geliştirdiğimi zannediyorum kendimce. Çok kullandığım ve okurlara da önerdiğim basit bir yöntem var. Böyle bir yazı gördüğümde yazarına hiç çekinmeden –aptal yaftası yemekten hiç korkmadan- şunu sorarım: ne demek istiyorsunuz?
Bir felsefe hocasının bir cümlesi bu konuda yol göstericidir: “en zor konuyu bile 15 yaşında bir çocuğun anlayacağı biçimde anlatamıyorsan, sen o konuyu yeterince bilmiyorsundur.”
Böyle çok derinmiş gibi görünen anlamsız yazılar, okura şu duyguyu vermek için yazılır: “bakın ben neler neler biliyorum. Bu konunun uzmanı benim, siz hiçbir halt anlamazsınız!”
Yazı, okura bir şey iletmek için yazılır, okuru aptallaştırmak için değil. Okuru hipnotize etmeyi amaçlayan böylesi yazıları ve yazarları olabildiğince teşhir etmeye çalışıyorum.
İmece Edebiyat: Üniversitelerde ders olarak da okutulan, metinlerarasılık üzerinde de durmak istiyorum. Örneğin bir yazar çıkıyor ve Cervantes’in Don Kişot eseri üzerinden yeni bir eser kurguluyor. Bunu da okuyuculara, kendi eseri olarak sunuyor. Nerede kalıyor peki özgünlük? Yaratıcılığı, biricikliği yarışmalar, ödüller körelttiği gibi yeni edebiyat akımları da köreltmiyor mu? Tüm bu ödül, yarışma, metinlerarasılık gibi konulardan söz ederken; aynı zamanda çağcıl bir hastalıktan da mı söz ediyoruz?
Taylan Kara: Çeşitli vesilelerle ortaya koyduğumuz hastalıkların “bulguları” bunlar. Metinlerarasılık, bilinç akışı tekniği ya da diğer modern roman teknikleri… Bunları inkar etmiyorum. Bu tekniklerin edebiyata getirdiği yenilikleri ve bunların başarılı örneklerini bilmeyen biri de değilim.
Ancak bu ifadeler ana akım edebiyat pratiğinde son derece keyfi olarak kullanılıyor. Yazarın apaçık intihal yani hırsızlık yapmış olduğu bir metni bile ”metinlerarasılık” diye açıklıyorlar.
Aklına gelen her şeyi kitaba dolduran, yazdığını ikinci kez okumayan, ağır dil bozukluklarıyla dolu bir kitabı eleştirdiğinizde bu kötü metni “ama bu bilinç akışı tekniği” diye temize çıkarabiliyorlar. Edebiyat pratiğinde bu tür teknikleri, ortaya konulduğu anlamlarından çok böylesi saçmalıklarıyla görüyoruz. Bu kavram ve teknikleri hakkıyla tartışmamız için öncelikle bu “niteliksizlik örtüsü” rolünden kurtarmamız gerekiyor.
İmece Edebiyat: Tekrar yarışma ve ödül mekanizmasına, Cengiz Gündoğdu’nun deyimiyle “Star sistemi”ne dönmek istiyorum. Geçen aylarda bir yerel televizyon kanalında, tanınan bir şair, şunları söylemişti: “Ödüller, şairin vitrinidir.” Şair halka, halk için şiir yazmıyor mu? Şair ayrıca neden bir işportacı tezgâhı gibi “vitrine” gereksinim duyuyor?
Taylan Kara: Müşterisi olanın, bir şey pazarlayanın, malını satmak ve daha çok satmak gibi bir kaygısı olanın elbette malını satması için vitrini de olur; bunda garipsenecek bir şey yok! Bu cümle şiire, edebiyata, genel anlamda sanata bakışın bir göstergesidir. Ana akım edebiyatın, piyasa edebiyatının bakışı tam da budur.
İmece Edebiyat: Dergimiz geçmiş sayılarında, edebiyat ortamının yarışma, ödül verme heyecanına ortak oldu ve “Şakir Şırıldak Şiir Yarışması” düzenledi. Ve bu yarışmaya 80’in üzerinde şair başvurdu. İçlerinde PEN üyesi bir şair, çeşitli edebiyat derneklerine üye şairler de vardı. Bu aslında bir skandaldır, tıpkı sizin ortaya koyduğunuz ödül, yarışma istatistikleri gibi! Bu kurmaca şiir yarışmasına, körü körüne şiir gönderenlere, mesajınız nedir?
Taylan Kara: Bu yarışmayı çok önemsedim. Bizlerin onlarca defa yazdığı, yazmaktan bıktığımız bir konuyu bir tek hamlede, muhteşem bir performansla ortaya döktünüz. Hiçbir yazı veya program, edebiyat ödüllerinin çürümüşlüğünü bu kadar açık teşhir edemezdi. Ödülün adından seçici kurul üyelerinin adlarına kadar sahteliği bu kadar açık olan çakma bir yarışmaya bu kadar çok katılım olmuşsa, bu durum katılımcıları aşan bir sorundur. Aslında bu olay, edebiyat yarışmalarına yazarların ve okurun nasıl baktığının da bir göstergesidir. Bu kadar şairin bir teki bile “yahu kim bu Şakir Şırıldak?” diye google’a yazmamıştır. Jüri diye açıklanan sahteliği 500 metreden anlaşılan gülünç isimlerin kim olduğunu merak etmemiştir. Diğer yarışmaların da bundan farklı olduğunu düşünmeyin sakın.
Böylesine büyük bir skandal 3-5 duyarlı yazar hariç hiç kimse tarafından tartışılmamıştır da… Bu bir çöküşün göstergesidir. Piyasa edebiyatının düzeyi budur işte.
Türkiye’de düzenlenen hemen her edebiyat ödülü birer Şakir Şırıldak Ödülü’dür!
İmece Edebiyat: Gelecek eleştiri, deneme, öykü, roman çalışmalarınız varsa paylaşmak ister misiniz?
Taylan Kara: Yazmakta olduğum bir romanım var. Bu benim en son kitabım olacak, başka bir kitap çıkarmayı şimdilik düşünmüyorum. Söylemek istediklerimi söyledim, daha fazlasının kendini tekrarlamak olacağını düşünüyorum. Sonradan düşüncem değişir mi bilemem. Yazar, zamanında ölmesini ya da sahneyi bırakmasını bilmeli. Bu romanı tamamlamak için epeyce bir zaman harcamam gerekiyor, ama tamamlamadan ölmek istemem.
Yakın zamana kadar Aydınlık Gazetesi’nde köşe yazılarım yayımlanırdı, son programdaki eleştirilerimden zannediyorum artık yayımlanmıyor.
Bu ödül yazılarının, eleştirel yazıların bedelini, yazın yaşamını cehenneme çevirerek ödetiyorlar. İnsanlar ve kurumlar, övgü istiyor sadece; en küçük bir eleştiriye bile tahammülleri yok.
Eskiden yazılarımı yayımlayan bir muhalif gazete, ödüllerle ilgili eleştirel yazılarımdan sonra yazılarımı yayımlamadığı gibi daha önce yayımladığı yazılarımı da arşivden kaldırdı. Dost bildiğimiz internet siteleri, bu ödül eleştirilerine sistem medyasından daha fazla tepki gösteriyor ne yazık ki. Hiçbir tartışma zemini de yok… Çok saygın yayınevlerinin resmi sitelerinden ismimi vererek küfür ettiler. Sol-muhalif-sosyalist sitelerin editörlerinden de bildiğimiz sokak ağzıyla ana avrat küfür yemiş biriyim!
Edebiyatın eleştirel bakış ile gelişeceğini biliyor olsalar da pratik yaşamda buna yer yok. Şimdilik yazmama izin verilen bir gazete yok. Bunlar bir yenilgi göstergesi mi? Tersine… Örgütsüz, talimatsız, hiçbirini tanımadığım onlarca okur veya izleyiciden ise son derece olumlu mailler aldım, almaktayım.
Kaybedecek bir maddi zenginliğim, konumum, bu piramitte kaybetme korkusu duyacağım bir koltuğum, ödülüm, kaybedersem üzüleceğim jüri üyeliğim yok… “Aman dikkat edeyim, ilişkimi bozmayayım” dediğim bir çıkar ilişkim, yayınevi yakınlığım da yok… Sıfır noktasındayım… Bu anlamda kaybedeceğim hiçbir şey yok. Bu çok büyük bir güç…
Eğer kapatmazlarsa internette, insanbu.com sitesinde, köşede kenarda kalmış dergilerde yazmaya devam edeceğim sanırım.
İmece Edebiyat: Dergimizin ilk söyleşi yaptığı yazarsınız. Daha önce de bu dergi çıkmadan önce, Vecihi Timuroğlu’yla yaptığım bir söyleşiyi yayınlamıştım. Onu yitirdik. Sizi İmece Edebiyat dergisinin sayfalarında okumaktan büyük zevk duyacağız. Bizi onurlandırdığınız için minnettarım. Yerel bir derginin çabasını edebiyat açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
Taylan Kara: Ben teşekkür ederim, siz beni onurlandırmış oldunuz. Türkiye’deki yayıncılık tarihine baktığınızda bir dergi mezarlığı görürsünüz. Onca özveriyle çıkarılmış onlarca dergi 3-5 sayı çıktıktan sonra parasızlıktan kapanmıştır. Yayın yaşamını istikrarlı bir şekilde sürdüren ve şu an hala çıkan dergilerin büyük bir kısmı ya büyük yayınevlerinin ya da bir sermaye grubuna yaslanmıştır. Kendi kaynakları ve okurların desteği ile ayakta kalabilen dergilerin sayısı bir elin parmaklarının sayısından fazla değildir. Böyle bir yayıncılık ortamında yaptığınız iş apaçık bir enayiliktir! Toplumlar, enayileri sayesinde ayakta durur. Hiçbir karşılık beklemeden, toplum yararına bu tür işleri yapmak asla cezasız kalmaz. Büyük bir olasılıkla bir süre sonra siz de kapanırsınız. Geride, geleceğin enayilerinin sırtına, geçmişten aldığınız ahlaki yükleri bırakarak… Bu bir sürekliliktir. Bruno da bir enayiydi, Aziz Nesin de kendini enayi olarak tanımlardı. Ben de bilincim ve ahlakım yettiğince bir enayi olmaya çabalıyorum. İçinde yaşadığımız sistemde ahlaklı kalabilmenin yolu eğer ölmeyecekseniz ancak enayi olmaktan geçiyor.
Yüzünü görmediğimiz, belki henüz doğmamış insanların bilincinden kendini sorumlu hissetmek… Umarım son nefesimize kadar bu sorumluluğu hissedebiliriz.