Türk Dili üzerine: Osmanlıca ölüsünden, Türkçe’ye (Sadeleştirme, öze dönüş ve baskılar)

Türk Dili üzerine: Osmanlıca ölüsünden, Türkçe’ye

(Sadeleştirme, öze dönüş ve baskılar)

 

            Türkçe, kökenleri kimilerine göre Sümerlere kadar uzanan köklü bir dildir. Göktürk kitabelerinde saptanan bir dil; Türkiye’nin Kemalist devrimiyle, latif alfabesini benimseyerek özünü bulmuştu. Osmanlı döneminde, halk dili olan Türkçe; ezilmiş, yok sayılmış ancak yaşamıştı. Saray dili, Arapça, Farsça, Türkçe karma bir dildi. Gökalp’in dediğince; “Türk edebiyatı ne Âşık Paşa’yla ne de Nevai’yle başlar. Edebiyatımızın kaynaklarını bir yandan taş üzerine yazılmış yazılarda, ceylan derilerinde, öbür yandan da halkın koşmalarında, masallarında, destanlarında aramalıyız.[1] Bunun bilincinden yoksun, Türk dil araştırmalarında derinleşemeyenler, dilin tarihçesini ancak Osmanlıcadan ibaret ve başlangıç olarak düşünüyorlardı. Gaspıralı’nın: “Lisan, edebi dil, din derecesinde aziz, mukaddes, değerli bir ilahi nimettir ki bunun kadrini bilmeyen millet, nankörlük suçundan, günahından ötürü yıkılmak cezasına çarptırılır..Bu da tarihle ispatlanmış bir hakikattir.”[2] Türk tarihinde, tüm Türklerin anlaşabileceği bir ortak dil kurma çabaları, yeni Türkiye’yle hızlanmıştı. Gaspıralı, tarihle ispatlanan bir hakikat olarak ifade ettiği, ‘dil bilinci’ olarak anlayabileceğimiz saptaması; Osmanlıca ve Türkçe dil ayrımından kaynaklanan; edebiyata, müziğe de yansıyan yönüyle de karmaşayı işaret etmekteydi.

 

Saray Dili Osmanlıca ve Halk Dili Türkçe

 

            Gaspıralı’nın saptamalarına ek olarak, Gökalp’in dil ikiliğinden yaşanan sorunlara ilişkin görüşleri şöyleydi: “Memleketimizde yan yana iki dil yaşıyordu. Bunlardan birincisi, resmi bir kıymete malikti ve yazıyı inhisar altına almış gibiydi. Buna Osmanlıca adı veriliyordu. İkincisi, yalnız halk arasında konuşmaya münhasır kalmış gibiydi. Buna da istihfafla Türkçe adı veriliyordu. Be avama mahsus bir argo zannediliyordu. Hâlbuki asıl tabii ve hakiki dilimiz buydu. Osmanlıcaysa, Türkçe, Arapça ve Acemceden ibaret olan üç dilin sarfını, nahvini, kamusunu birleştirmekle husule gelmiş suni bir halitadan ibaretti… Memleketimizde bu iki dil gibi, vezin de yan yana yaşıyordu. Türk halkının kullandığı Türk vezni, usulle yapılmıyordu. Halk şairleri vezinli olduğunu bilmeden gayet lirik şiirler yazıyorlardı. Tabii bu ilhamla ibdayla oluyordu. Usulle ve taklitle yapılmıyordu. O halde, bu vezin de Türk harsına dâhildi. Osmanlı veznine gelince, bu Acem şairlerinden alınmıştı. Bu vezinde şiir yazanlar taklitle ve usulle yazıyorlar. Bundan dolayıdır ki aruz vezni denilen bu vezin halk arasına nüfuz edememişti. Bu vezinde şiir yazanlar, Acem edebiyatını tedris tarikiyle öğreniyorlar, usul vasıtasıyla aruzu tatbik ediyorlardı. Binaenaleyh, aruz vezni milli harsımıza dâhil olamadı, Acemlerdeyse köylüler dile aruz vezninde şiirler söylerler. Binaenaleyh, aruz vezni İran’ın milli harsına dâhil demektir. Memleketimizde bunlardan başka, yan yana yaşayan iki musiki vardır. Bunlardan birisi halk arasında kendi kendine doğmuş olan Türk musikisi, diğeri Farabi tarafından Bizans’tan tercüme ve iktibas olunan Osmanlı musikisidir. Türk musikisi ilhamla vücuda gelmiş, taklitle hariçten alınmamıştır. Osmanlı musikisiyse, taklit aracılığıyla hariçten alınmış ve ancak usulle devam edebilmiştir… Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur. Türk edebiyatı halkın darbımeselleriyle, destanlarından, halk cenk nameleriyle menkıbelerinden, tekkelerin ilahileriyle nefeslerinden, halkın nekregûyâne fıkralarından ve halk temaşasından ibarettir. Darbımeseller doğrudan doğruya halkın hikmetleridir. Bilmeceleri de vücuda getiren halktır. Halk masalları da fertler tarafından düzülmemiştir. Bunlar Türkün esatir devrelerinden başlayarak ananevi bir surette zamanımıza kadar gelen peri masallarıyla dev masallarıdır. Dede Korkut kitabındaki masallar da ozandan ozana şifahi bir surette intikal ederek ancak birkaç asır evvel yazılmıştır… Karagöz’le orta oyununa gelince, bunlar da halk temaşası yani ananevi Türk tiyatrosudur. Karagöz’le Hacivat’ın çekişmeleri, Türk’le Osmanlı’nın yani o zamanki harsımızla, medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.[3]

 

            Anlaşılacağı gibi, her saptama/çözümleme: ‘edebi dil’ meselesini gündeme taşıyordu. İnsan yaşamına, çevreye, güzelliklere ve de çirkinliklere; kendini ‘soylulaştırma’da, daha çaplı ve olgun değerlendirmeler yapabilmek için, ülkenin edebi dili ve dolayısıyla okuma kültürü artırılmalıydı. Gaspıralı İsmail Bey, “Rusya Müslümanları III. Kongresi”nde, delegelere hitaben: “Bizler umumen Türkler, aslımız birdir, neslimiz birdir. Zamanla, mekânlar ihtilâfıyla şivemizde, adetlerimizde ihtilaf peyda oldu; gittikçe farklılık arttı. Birimiz diğerimizin lisanını anlamamak derecesine geldik... Mektep Medrese Komisyonu hazır etmiş raporda iptidai mektep derslerine dört sene tayin olunmuştur. Üç senesi sade mahalli lisanla olsa, dördüncü sene de umumi bir lisanla yazılmış kitap tedris olunsa, tedricen lisan birleşirdi.[4] diyerek, azınlığın kurtuluşunun önce “ortak bir edebi dil” etrafında birleşmekten geçtiğini vurgulamaktaydı. Gaspıralı da; bu, dilde ortaklığın/birleşmenin sağlanması halinde, halkın ve dilin bundan yüksek derecede yarar göreceğini ifade ediyordu: “muharrirler ve tercümanlar Pazar, sokak diline pek o kadar yol vermeyip edebi Türk diliyle yazmaya himmet buyurmalılar ki yazdıkları, cümle vilayetlerde münteşir olabilsin. Şimdi de böylece her tarafta anlaşılır ve muteber eserler vardır. Demek isteğimiz olanaksız bir şey değildir. İş murat ve efkârdadır. Lisan birliği pek mühim bir şey olduğu herkese malumdur. Bir milletin edebi lisanı yoksa özü de yoktur. Edebi, umumi lisana sahip olmayan kavim, maarifte, irfanda hiç terakki edemez; ama edebi lisan münteşir oldukça kitapçılık güçlenip kuvvet alır ve okuyanların miktarı yüzer yüzer artar. İş ve maarif terakki eder. Ulus için dil can ve ruhtur.”[5] Ancak iş öyle hâl almıştı ki, dil birliğinde, dilin kullanımında ve sözcüklere yüklenen anlamlara kadar bir karmaşa yaşanıyordu: “..Fen ve bilim terimlerini Türkleştirmekten başka, genel olarak Osmanlı dilini Türklendirmek lazımdır; çünkü, Türk Dili, kırk milyonluk boyların dilidir. Yabancı lügatlerin kullanmasını bilgili olma ve hüner zannedip dillerini harap etmiş Osmanlılar “kız, çağına geldi” derler ama çağ; “vakit, zaman” olduğunu bilmezler. Aslımız Türk’tür, derler Türkçeyi kaba bilip özlerine layık görmezler; şöyle ki merhum Süleyman Şah ve Gazi Ertuğrul dirilip gelselerdi İstanbul’da hiçbir vatandaşla anlaşamazlardı.[6] Çünkü eğitim dili medreselerde, kırma bir dil olan Osmanlıcayla yapılmaktaydı. Gaspıralı: “mekteplerimiz yok mu? Allah’a şükür var. Öğretmenlerimiz kâfi derecede çalışmıyorlar mı? Evet, çalışıyorlar. Mekteplere yardım eden ve destekleyenler yok mu? Evet, var. Halk öğrenmek istiyor mu? Evet, hem de çok, o halde problem nedir? Mektepler eğitim ve öğretimde iyi bir metot kullanmıyorlar. İşte aksaklık budur.” diyordu ve ekliyordu: “uzun yıllar mekteplerde hocalık yaptım. Bu bana, Rus ve Müslüman mektepleri kâfi bilgi verdi. Müslüman mekteplerinde okuyan zavallı çocuklar günde 6 – 7 saat çalışır ve bunu 5 – 6 sene devam ettirirler. Bu çocukların hiçbir netice elde edememelerinden doğan perişanlıklarını gördükçe pek çok gecelerim üzüntüden uykusuz geçmiştir. Talebelerin çoğu ne iyi bir bilgi, ne de iyi bir araştırma yeteneği alabiliyordu. Öğrendikleri sadece birkaç cümleyi geçmeyen Arapça parçalardan ibaretti.[7] Bu da kuşkusuz, baskıcı yönetim anlayışının; dil üzerinde tahakkümünü gösteriyordu. Örneğin, Abdülhamit döneminde, Türk dili üzerine baskılar üzerine Akçura: “Bir taraftan Ahmet Mithat Efendi'nin yalısındaki dostça sohbetlerle, diğer taraftan Ahmet Cevdet Bey'in, 'İkdam'ında çıkan makalelerle şekillenmeye başlayan lisan ve tarihte Türkçülük cereyanı, derhal Abdülhamit idaresinin dikkatini çekmiş, sade Türkçe, yani Arapçası ve Acemcesi az bir üslupla yazılan makalelerin yayını yasak edilmiştir; aynı zamanda Türk tarihinin incelenmesine neden olmak üzere basılmakta olan kitapların da yayını menolunmuştur.[8]” demektedir.

 

Rusya’da Türk Dili Üzerindeki Baskılar Örneği

 

            Bu tür baskılar: sadece, Osmanlı’da olmamakta; Türklerin, Rusya’da, Kafkasya’da ve Balkanlar’da kimlik mücadelesinde de kendini göstermekteydi. Ancak, Gaspıralı’nın, “insanoğlu hakikati ve saadeti hiç bulamaz ve lâkin bu hakikat ve saadet yolunda yürüyene yardımcı bir şey vardır, bu karanlıkta fenere benzer, buna eğitim yaki bilgi derler, eğitim insanın fikrini çok eder, aklını keskin eder, zekâsını çoğaltır. Bir insanın aklı ve zekâveti artsa kuvveti ve serveti dahi artar.[9] Mücadele uğrunda, yaşamlarını adayanların bilgi için varlık ve yokluk savaşı vermesi; baskı ortamını kurmaları, tahayyül edebileceği bir erdemlilik değildir. Örneğin, Rusya’daki Ceditçilik akımıyla, Türk okullarında milli unsurların geliştirilmesine yönelik çabalar, türlü engellerle karşılaşmıştır.

 

Rusya'daki Türk okullarıyla ilgili olarak Rusya'nın korktuğu başına gelmişti; Türk okullarında resmen olmasa da fiilen, matematik ve diğer fen bilimleri ders olarak okutulmaktaydı. İlk usulü cedit okulunun açıldığı Bahçesaray'da, 1906 yılı itibariyle muntazam Türk okullarının sayısı 35'e yükselmiş; Kuzey Azerbaycan'da ilk usulü cedit okulu Ordubad'ta, 1890'da açılmışken, bunu Şemahı, Kuba, Salyan, Bakü ve diğer yerleşim merkezleri izlemiş; Orta Asya'daysa tüm resmi engellemelere karşılık, Münevver Kari, Mahmut Hoca Behbudi ve Çorabay gibi idealist eğitimci ve din adamlarının öncülüğünde peşpeşe yeni okullar açılmıştı. “Kongreler Dönemi”nde bu sayı 100'e yaklaşmıştı. 20. yüzyılın başları itibariyle, bütün Rusya'da usulü cedit üzerine eğitim veren okul ve medreselerin sayısı 5.000'i aşmış olup, gelişme, artarak devam etmekteydi. Bu okullar, Rus Hükümetinin Eğitim Bakanlığı dışında gelişmekteydi. Yani, okulları denetleyecek ayrıca bir kurumsal yapı bulunmamaktaydı. Okulların bu yüzden, müfredatı farklılık göstermekteydi. Örneğin, Vyatka vilâyetinin Sarapul yöresinin Esen köyünde, 15 Ocak 1906 tarihinde gerçekleştirilen bir toplantıda belirlenmiş müfredat şöyleydi: “Hazırlık sınıfının (burada yedi yaşından itibaren çocuklar girebilirdi) müfredatında alfabe, Türkçe okuma ve yazma, ilmihal (Müslümanlığın farzları üzerine), Kuran'a Başlangıç, Riyaziye (Matematik) ve Türkçe Gramere Giriş, Kısa İslâm Tarihi ve Genel Coğrafya vardı. İlkokulun birinci sınıfında, bunlara, Arapça Etimoloji, Dört Temel İşlem, Avrupa Coğrafyası, Kaligrafi, Dogmatik, Ahlâk, Metot ve haftada bir kere Arapça telaffuz çalışmaları; ikinci sınıfta, Cebir, Mantık, Asya Coğrafyası, Kuran'ın Yorumu, Arapça İmlâ, Psikoloji, Dünya Tarihinin İlk Dönemi... Üçüncü sınıfta Tecvitle Kuran, Din Filozofisi, Hitab, Kuran ve Kutsal kitaplara ait yorumlar...[10] yer almaktaydı.[11]

 

Ceditçilik ve Türklere Ortak Tek Bir Dil

 

            Rusya’da Usul-ü Cedit’le Türk okullarını: bilimle, Türk diliyle, Matematikle buluşturan Gaspıralı, baskıları göğüslemiş ve Anadolu’da bu ceditçi hareketin halkın azim ve kararlılığıyla daha da kolay uygulanacağına inanmaktaydı: “Ben öyle görüyorum ki, Türkiye’de eğitimin temin ve inkişafı her memleketten kolay olacaktır, çünkü Anadolu halkının eğitime, mektebe, tahsile, büyük ve gayet tabii ve hakiki bir aşkı var. Hatta Türklerin Avrupalılardan ziyade tahsile heveskâr olduğunu itiraf etmemek onlar hakkında iftira etmek demek olur. Türklerde çocuğun tahsile başladığı gün bir bayram sayılır, bu hangi millette var? Eğer Türkler dillerini biraz daha sadeleştirmiş, kıraat ve imlayı tahsil edecek surette Hurufi-ı savtiyeyi istimal etmeye başlamış olsalardı, beş altı seneye kadar Rusya Müslümanlarıyla lisanları suret-i katiyyede birleşmiş olurdu. Bundan husûla gelecek faydaları izaha hacet yoktur sanırım.[12]

 

Gaspıralı, aynı yönde, Azerbaycan Türklüğü için de mücadele etmiştir. Azerbaycan’da çıkan, Füzuyat dergisine gönderdiği mektupta; dergiyi biçim yönüyle olumlu karşılamış ancak dili konusunda sadeleşmeye dikkat etmeleri gerektiğini, gerekçesiyle yazmıştır: “Füzuyat’ın birinci sayısını aldım. Güzel tertib ve tab olunmuş, hayırlı olsun. Lisanını biraz daha sadeleştirirseniz avam arasında daha ziyade münteşir mucib olurdu, zannındayım. Yazmaktan usanıyorum, lâkin dilsizlikten canım yandı. Volga, Kazan ve bu aralık çıkardıkları gazetelerin muhtelif ve kaba dilleri ve Tatarlıkları Millet gazetesinin tesisine beni mecbur etti. Sade Türkçeyi intişara mahsus olacaktır.”[13]

 

Sade Türkçe için, Gaspıralı’nın Tercüman Gazetesi büyük bir etki göstermiş ve işlevi tüm dünya Türklüğünde emsal olmuştur. “Tercüman olarak anılan gazetenin tam ismi, Tercüman-ı Ahval-i Zaman’dır. Adını Şinasi’nin İstanbul’da çıkardığı Tercüman- Ahval’den alan bu gazetenin Rusça adı da Perevotçik olacaktır. Zühre Hanım’ın ziynet eşyalarını ve annesinden kalan kıymetli elbiseleri satarak elde ettiği paraya, 300 ruble kadar abone parasını da ilave ederek eski bir makine ve hurufat alan Gaspıralı, ilk nüshayı 10 Nisan 1883’te çıkarır. Böylece, “bahar güneşiyle dünyanın dirilip çiçeklendiği günlerde, uzun yıllardan beri karlı kefenlerle örtülüp ölü gibi uyuyan şimal Türklerinin ilk beyaz bahar çiçeği”[14] doğmuş oluyordu. Tercüman’da, dergilerde/gazetelerde kullanılan “tatar dili” üzerine eleştirilerini yazmış ve Türklükle, Türk dili bağlamında: Gaspıralı, Tercüman Gazetesi'ndeki bir yazısında[15]: “Hürmetli 'Nur' gazetesinin 11. nüshasında (A.A.) imzasıyla neşrolunmuş “Tatar Tili” makalesini okuduk. Cenab-ı muharrir (sayın yazar) diyor: 'Biz Tatarmız, Arab ya ki Türk tügülmüz (değiliz). Şulayuk (şöyle oldukta) tilimiz özümüze ayrım (başka) bir tildir.” Makalenin bu beş satırlarını gördükten sonra ilerisini okumaya hacet yoktur. Demek oluyor ki, Hankirmanlı bir Türk olan Ataullah Efendi özünü bir Tatar zannediyor. Öyle mi? Bu çok büyük bir hatadır. Eğer olmuş geçmiş zaman olsaydı, bu itikad-ı batılayı (batıl inanışı) yazan, ya ki 'cebir efendi'dir (zorlama efendi) zannederdik. Her şeyin doğrusunu, tamamını yazmaya müsaade edilmiş bir zamanda efkâr-ı umumiyeyi (kamuoyunu) böyle karıştırmak ve edebiyat-ı milliye meydanına böyle tefrika (ayrılıkçılık) düşürmek yalnız 'Nur' refikimizin (arkadaşımızın) malûmatsızlığına yüklemek lâzım geliyor. Mukaddemce (evvelce) Tiflis'te çıkmış refikimiz 'Şark-i Rus', elifba tebdili (alfabe değişimi) meselesini ortaya atmıştı. Hazırda 'Nur' til meselesi çıkardı. Fikir ve til ve amel (iş) birliğine yumruk uruldu. Lâkin ziyansızdır. Herhalde 'tevhid' (birleştirme) gibi vücud-u aziz mükkerremin (aziz ve muhterem varlığın) müdafaasına çalışmak borcumuzdur. Biz Arap değiliz amma Tatar da değiliz efendim. Çünkü 'Tatar milleti' bizlerden bambaşka bir milletdir. Tatarlar Kıtay'a (Çin) tâbi ve Moğolistan'ın bir köşesinde dolanan bedevi (göçebe) ve mecusi, putperest bir kavimdir. Tilleri bizim tille hiç oşamaz (benzemez). Rusya'da bunlardan bir nefer bulunmaz. Elinizde tarih kitap olsa gerektir. 'Babürname', 'Şibân-ı Name', 'Şecere-i Türki' hatta merhum Mercani'nin 'Tarih-i Bulgar'ı gibi, atalar eserlerine müracaat buyrun. Eğer bunlar elde yoksa Rus tilinde yazılmış 'istorya' ve 'etnografya' kitapları Petersburg'da yüzlep (yüzlerce) bulunurlar. Bunlara müraacat buyrun. Her ilim ve fenden icmalen (özetleyerek) haber veren seksen cilt Brockhaus Lûgat-ı umumisine müracaat edelim. Bu lûgat-ı ilmiyenin 47. cildinin, 189. ve 344. betlerine (sayfalarına) bakın ne demiş: “Türk tilini şiveleriyle tekellüm eden (konuşan), taifeler (boylar) Asya'nın birçok yerlerinde, Avrupa'nın şimal (kuzey) ve cenub-i şarkisinde (güneydoğu) ve kısmen Afrika'nın şimal-i şarkında ikâmet ederler. Bahr-i Muhit-i Müncemitten (Buz Denizi) ta İran ortalarına kadar, ta Rusya ortalarından Kıtay'da Hankirmanlılar, Makedonya'da Osmanlılar bu millete mensupturlar. Til lisan itibariyle Sibirya'nın Yakutları, Sibirya Türkleri, Baraba, Kazak, Kırgız, Karakalpak, Başkırt, Nogay, Kazanlı, Kırımlı, Kumuk, Uygur, Özbek, Tarançe, Sart, Azerbaycan ve Osmanlı namlarıyla maruf taifeler, orumlar hep Türk tiliyle söyleşirler. Hep Türklerdir. Biz Tatarız diyen kişiler rücu kılmalı (sözünü geri almalı), bu fikirde kaytmalı (geri dönmeli) Gelelim 'Tatar Tili'ne, yazdığınız Tatarcaysa, gazetenizin yine şu 11. nüshasında, Perm vilâyeti Osa şehri, Biçom Köyünün imamı Abdurrahman Efendi'nin, Uralsk beldesinden Zarif Elhari Efendi'nin, Orenburg vilâyeti Bozuluk şehri imamı Ali Asgar Efendi cenapları tarafından gelmiş ve derc edilmiş (yayınlanmış) mektupların tili nasıl tildir? Ata, ana tili yani Türkçe değil midir? Sizin kullandığınız til hiç 'tatarca' değil, lâkin uram ve izvoşcik arabacı şivesidir. Şehabettin-i Mercani'den Kayyum Nasıri'den başlayıp, 25 – 30 seneden beri elenmiş ve bir derece hallonulmuş milli ve umumi lisan-ı edebiden niçin oluyor da haberiniz yoktur? Bu gaflet hiç caiz görülemez. Hiç olmazsa aldığınızz özünüzden menkul. Dokuz yüz mektuptan yedi yüz ellisi lisan-ı edeple yazılmış olduklarından ibret ve meslek almak gerek

 

Dilde Özleşme ve Tasfiyecilik Tartışması

 

Gaspıralı’nın bu sert eleştirilerinin yanı sıra, övgüye değer olan, hakkıyla sahip çıkan aydınlarla da iletişim halinde, birbirlerini besleyen, birbirlerine cesaret ve güç veren aydınlarla da ilişkilerini korumaktaydı. Mehmet Emin Yurdakul’a yazdığı mektupta: “Kânunuevvel üç tarihli mektubunuzu yedisinde alıp hediye buyurduğunuz ‘Türkçe Şiirler’e sevindim gelmesine muntazır kaldım. Rusya nizamınca asar-ı şarkiye, postadan doğruca Tiflis sansürhanesine yollanıp muayeneden sonra adreslerine gelir… Bundan dolayı eserinizi pek geç aldım. Okudum, pek ziyade ferahlandım. Eserleriniz hakkında edeceğim mütalaayı Şemsettin Sami Beyefendi yazmış, tekrarına hacet yoktur. Bir denilecek kalmışsa, şiirlerinizin dilinden maada efkârı da İstanbul’un ‘mahitap’tan, ‘kara saçla mavi göz’den ibaret asar-ı Şiriyesinin cümlesine faik olduğudur. Cübbeleri kıyamet olan efendilerin bastonları, ceketleri alamet olan şık beylerin usulüne muhalif sade ve ‘kaba’ Türkçe kalem çekmek büyük cesarettir; asar-ı edebiye ve şiriye arasında böyle mesleki bir eser araştırmak Türk âlemine büyük bir hizmettir ki, derûnen tebrik ediyorum. Türk âlemine dediğim mübalağa zannolunmasın. Mübalağayı ne severim ve ne de ederim; doğrusudur; çünkü şiirlerinizi Edirne, Bursa, Ankara, Konya, Erzurum Türkleri anlayıp, lezzetle okuyabilecekleri gibi Tiflis, Tebriz, Şirvan, Horasan, Türkistan, Kaşgar, Deşt-i Kıpçak, Sibirya, Kazan ve Kırım Türkleri de okuyacaktır ki, bu şerefe Fuzuli ve Nabi nail olamadılar. Kırk, elli milyonluk ve otuz asırlık âleme iptida bir karışık oğul balını yediren siz oldunuz ki, size şereftir, bize saadettir! Tekrar tebrik ediyorum. Tercüman’ın da çabaladığı bu yolda hizmettir, sadece ve ‘kaba’ lisanıdır ki, Dersaadet’in hamal ve kayıkçılarına Çin dâhilinde bulunan Türk devecilerine ve çobanlarına, gazeteyi tanıtmıştır. Kazan’da, Sibirya’da olduğu gibi Tebriz ve Horasan’da da Bahçesaray dilini öğrenmeye meyil olmuştur. İstanbul edebiyatının mesleksiz devamında ve tutukuşu lisanından usanmış, kararmıştım. Şiirleriniz büyük teselli oldu. Bunun için de Allah sizden razı olsun. Size kardeşçesine gazetemi takdim ediyorum. Duhulü memnun değildir. Lâkin sansürle posta müvezzilerine emanet edemeyip Rusya postanesinde kalmak üzere adres yazdım. Her Salı günü gönderip alırsanız pek memnun olurum..”[16]    

 

            Gaspıralı, Akçura; dilde özleşmeyi, halk dilinin egemen kılınması üzerine ideolojik, ekonomik ve kültürel mücadele verirken; Gökalp, Türkçede sadeleşmeyi “tasfiyecilik”le açıklayarak, dilde özleşme çabalarına mesafeli davranmıştır. Gökalp: “Tasfiyecilik, dilimizden Arap, Acem köklerinden gelmiş bütün kelimeleri çıkararak, bunların yerine Türk cezrinden doğmuş kelimeleri yahut Türk cezrinden yeni edatlarla yapılacak yeni Türk kelimelerini ikame etmekten ibaretti. Bu nazariyenin fiili tatbikatını göstermek üzere neşrolunan bazı makaleler ve mektuplar zevk sahibi olan okuyucuları tiksindirmeye başladı. Halk diline geçmiş olan Arabî ve Farisi kelimeleri, Türkçeden çıkarmak, bu dili en canlı kelimelerden, dini, ahlaki, felsefi tabirlerinden mahrum edecekti. Türk cezrinden yeni yapılan kelimeler, sarf kaidelerini hercümerç edeceğinden başka, halk için ecnebi kelimelerden daha yabancı, daha meçhuldü. Binaenaleyh, bu hareket dilimizi sadeliğe, vuzuha doğru götürecek yerde, muğlakiyete ve zulmete doğru götürüyordu. Bundan başka, tabii kelimeleri atarak, onların yerine suni kelimeler ikamesine çalıştığı için, hakiki bir lisan yerine suni bir Türk esperantosu vücuda getiriyordu. Memleketin ihtiyacıysa, böyle bir yapma esperantoya değil, bildiği ve anladığı munis ve gayrı suni kelimelerden mürekkep bir anlaşma vasıtasınaydı. İşte, bu nedenden dolayı ikdamdaki tasfiyecilik cereyanından fayda yerine mazarrat husule geldi. Bu sırada Tıbbiyede teşekkül eden gizli bir inkılâp cemiyetinde Pantürkizm, Panottomanizm, Panislamizm mefkûrelerinden hangisi daha ziyade gerçeğe muvafık olduğu münakaşa ediliyordu.”[17]

 

            Gökalp, “tasfiyecilikle” aslında ince bir çizgiyi göstermeye çalışıyordu. Aşırılığa, kemikleşmiş sözlerin/sözcüklerin atılmasının doğru olmadığına ilişkin görüşleri vardı. Arapçadan, Farsçadan: Türkçeye geçmiş, halkın günlük kullanımında olan ve ‘canlı’lığını koruyan sözcükleri Türkçeye eklemlemek, Türkçeden koparmamak üzerine, Gökalp, şunları yazmaktaydı: Bazıları yeni Türkçeyi yalnız menfi gayelere malik zannederler. Lisanımızda fazla birçok kelimeler, terkipler, edatlar var. Yeni Türkçe bu fazla unsurların lisanımızdan çıkarılmasını ister. Bu hedef, yeni Türkçenin yalnız menfi gayesidir. Fakat yeni Türkçenin gayeleri lisanımızın hastalığı yalnız fazla kelimeleri, terkipleri, edatları havi olması değildir. Hastalık bundan ibaret olsaydı, bu fazla unsurları atmakla lisanımızı kolayca tedaviye muvaffak olabilirdik. Hâlbuki yazı lisanımızın bir hastalığı da birçok kelimelerin eksik bulunmasıdır. O halde lisanımızın tam bir tedavisi, bu eksik kelimelerin ilâvesine de muhtaçtır. İşte yeni Türkçenin müspet gayesi de bu eksik kelimelerin aranıp bulunması ve lisanî uzviyetlerimizde yerli yerine konulmasıdır. Yazı lisanımızda fazla olan kelimeler hiçbir ihtiyaca tekabül etmeyen Arabî, Farisi kelimelerdir. Meselâ ‘gece’ kelimesi varken ‘şeb’ ve ‘leyl’ kelimelerine ne ihtiyaç vardır. Fakat bazı Arabî ve Farisi kelimeler de vardır ki Türkçeleri artık kullanılmıyor. “Şahit, ayna, hasta” kelimeleri gibi. Bunların Türkçeleri olan “tanık, gözgü, sayrı” kelimeleri canlılığını kaybederek müstehase haline girmiştir. Ölmüş kelimelerin tekrar dirilmesi kabil olmadığından artık bu gibi müstehase kelimeler canlı Türkçemize avdet edemezler. O halde, bu kelimelerin yerine kaim olmuş olan Arabî ve Farsi kelimeler, lisanımızın canlı uzuvları sırasına geçmiştir. Bundan başka, Türkçe mukabilleri de lisanımızda müstamel olmakla beraber, hususi bir manayla onlardan ayrılan Arabî ve Farsi kelimeler de lisanımızın eczasındadır. Bu gibi Arabî ve Farsi kelimeleri lisanımızdan atarak yerlerine eski Türkçelerini koymak isteyenlere ‘tasfiyeci’ denilir. Yeni Türkçecileri bu gibi noktalarda tasfiyecilere muhaliftirler. Arabî ve Farsi terkiplerle edatlara gelince, yeni Türkçeciler bunların hepsini Türkçeden atmak lüzumuna kaildirler. Yazı lisanımızda eksik olan kelimeler de iki bölümdür. Bir, milli tabirlerdir; yazı lisanı, konuşulan halk lisanına uygun değilse milli değildir. İstanbul’da ve Anadolu’da konuşulan birçok tabirler ve tabir-i mahsuslar vardır ki yazı lisanımızda kullanılmıyor. Hâlbuki lisanımızın milli zenginliğini bunlar teşkil eder. Bunların yavaş yavaş keşfedilerek yazı lisanımıza alınması, lisanımızın millileşmesini temin eder. İki, uluslararası kelimelerdir; bir millet hangi medeniyet zümresine, hangi uluslararası alana mensupsa, onun bütün mefhumlarını ifade edecek hususi kelimelere malik olması da lazımdır. Türkler, şimdi Avrupa medeniyetine girdiklerinden, Avrupai mefhumları ifade edecek kelimelere muhtaçtırlar.[18]

 

Türkçenin Ulusal Dil Olmasında Ölçütler

 

            Gökalp’in bunca muhalefet ettiği, dilde özleşmenin/sadeleşmenin aşırılığına gösterdiği tepki: onu, Türkçenin öz savunuculuğunu yapmasına engel olmamıştır. Ulusal bir dil oluşumu içim, Gökalp; yapılması gerekenleri şöyle özetlemiştir:

“1. Milli dili oluşturabilmek amacıyla, Osmanlı dili hiç yokmuş gibi bir tarafa atılarak, İstanbul halkının bilakis İstanbul hanımlarının, konuştukları gibi yazılacak, böylece İstanbullu hanımların konuşma dili yazı dili haline getirilerek milli dil ortaya çıkartılacaktır.

2. Halk dilinde Türkçe eş anlamlıları bulunan, Arapça ve Farsça kelimeler atılacak, anlamsal bakımdan küçük bir farkı olanlar dilde muhafaza edilecektir.

3. Halk dilinde geçmiş olup, söyleniş ve anlam bakımından, hatalı olan, kurallara uymayan Arapça ve Farsça kelimeler, bozulmuş şekilleriyle Türkçe sayılacaktır.

4. Eski kelimeler diriltilmeye çalışılmayacaktır.

5. Yeni terimler arandığında, önce halk dilindeki kelimelere bakılacak, bulunamadığı takdirde, Türkçenin gramer kurallarıyla yeni kelimeler, buna da imkân bulunmadığında Arapça ve Farsçadan –tamlama şeklinde olmaksızın- yeni kelimeler kabul edilerek, bazı devirlerin ve mesleklerin özel durumlarını gösteren kelimelerle, tekniklerle ait alet isimleri yabancı dilden aynen alınacaktır.

6. Arapça ve Farsçanın, kip, edat ve tamlamaları dilimize sokulmayacaktır,

7. Türk Halkı’nın bildiği ve kullandığı her kelime, Türkçe olarak kabul edilecektir.

8. İstanbul Türkçesi, yeni Türkçenin temeli olduğundan, başka Türk lehçelerinden, kelime, kip, edat, tamlama kuralları alınamaz. Fakat bu lehçelerin derin bir şekilde incelenmesine de gerek vardır.

9. Eski Türk müesseselerinin isimleri terim olarak kalacaklardır.

10. Yeni Türkçenin bu ilkeler ışında bir sözlüğü ve grameri oluşturulmalıdır.[19]

 

            Kemalist devrim, dil devrimini gerçekleştirmiş; yeni harflere halkın alışması kolay olmuş. Osmanlıca için 6 – 7 yıl dil eğitimi alan bir öğrenci; Türkçe’yi kısa sürede öğrenebilmektedir. Bunu, ceditçi hamleden başlayarak, onulmaz baskılar altında verdikleri mücadelelerle ‘dil’ üzerine çalışmış, dil araştırmalarına yaşamını vermiş aydınlara borçlu olduğumuz, katıksız gerçektir.      

 

 

 

Kaan Turhan

 



[1] Ziya Gökalp, Türkleşmek İslamlaşmak Çağdaşlaşmak ve Doğru Yol, Hazırlayan: Yusuf Çotuksöken, İnkılâp ve Aka Yayınları, 1976, İstanbul. s. 37

[2] İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Can ya ki Dil Meselesi, 22 Yanvar 1908. s. 120

[3] Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Varlık Yayınları, Şubat – 1952. Ss. 23 – 25

[4] Necip Hablemitoğlu – Şengül Hablemitoğlu, Şefika Gaspıralı ve Rusya'da Türk Kadın Hareketi (1893 – 1920), Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, Aralık – 2004, İstanbul, Ss. 126 – 127.

[5] İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Kitap ve Kitapçılık, 1 Oktyabr 1904. Ss. 73 – 74

[6] İsmail Gaspıralı, Dil, Edebiyat, Seyahat Yazıları Seçilmiş Eserleri:3, Yayına Hazırlayan: Yavuz Akpınar, Ötüken Yayınları, İstanbul – 2008, içinde, Hizmet Gazetesi, 27 Oktyabr 1888. s. 33

[7] Dr. Yusuf Ekinci, Gaspıralı İsmail, Ocak Yayınları, 1997 – Ankara s. 25

[8] Yusuf Akçura, Yeni Türk Devletinin Öncüleri, Türk Yılı, 1928, Kültür Bakanlığı, 1981, s. 97, aktaran, Demirtaş Ceyhun, Ah Şu Biz “Kara Bıyıklı” Türkler, E Yayınları, 3. Baskı, Haziran 1992, İstanbul, s. 122.

[9] Doç. Dr. Nadir Devlet, İsmail Bey Gaspıralı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 962, 1988, Ankara. s. 60

[10] Necip Hablemitoğlu – Şengül Hablemitoğlu, Şefika Gaspıralı ve Rusya'da Türk Kadın Hareketi (1893 – 1920), a.g.e, Ss. 73 – 74.

[11] İlköğretimin ıslahı ve eski eğitim sisteminin yeni eğitim sistemiyle değiştirilmesinin en önde gelen temsilcisi, Gaspıralı'dır. Cedidçilik akımını olgunlaştırıp sistemleştirmekle birlikte, okullarda reform yapma fikri, ilk kez Kazanlı Şehabettin Mercani'nin öğrencisi ve meslektaşı Hüseyin Feyizhani (1828-1866) tarafından ortaya atılmıştır. Feyizhani, Islah-ı Medaris adlı eserinde, medreselerin müfredatına pozitif bilimlerin de alınmasını ve Avrupa modeline uygun Tatar okulu açılmasını öneren ilk reformcudur. Bu öneriyi geliştirerek pratiğe geçiren İsmail Gaspıralı, eğitim gördüğü İstanbul'da Jön Türkler'den, Paris'te de liberallerden ve sosyalistlerden etkilenmiştir. Kırım'da, Kazan'da ve Türkçe'nin değişik lehçelerini konuşan tüm ülkelerde halkın içinde bulunduğu geri koşullardan kurtulabilmesinin ilk adımını, eğitim ve kültüre bağlamıştır. Eğitim ve kültüre uzanan yolun ilk kapısının da ilkokullar olduğu fikri işleyen Gaspıralı, eski eğitim yöntemlerine ve kurumlarına karşı sistematik bir savaş açmıştır.” Bkz: Halit Kakınç, Sultangaliyev, İmge Yayınevi, 1. Baskı, Ss. 118-119

[12] Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, s. 30

[13] Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, Ss. 31 – 32

[14] Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, S. 19

[15] İsmail Gaspıralı, Yeni Lisan Bahsi, Tercüman, 21 Kasım 1905, Nu: 95

[16] Dr. Yusuf Ekinci, a.g.e, Ss. 32 – 33

[17] Ziya Gökalp, a.g.e, Ss. 7 – 8

[18] Kâzım Nami Duru, Ziya Gökalp, 3. Basım, Milli Eğitim Basımevi, 1975 – İstanbul, Yeniden Gözden Geçiren: Mübeccel N. Duru, içinde, Yeni Türkçenin Olumlu ve Olumsuz Amaçları, Küçük Mecmua, 20 Kasım 1922, Sayı: 23. Ss. 5 – 6

[19] Cihan Osmanağaoğlu, Ziya Gökalp’te Türkçülük Akımı, On iki Levha Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, Ocak – 2008. Ss. 15 – 16

Facebook
yorumlar ... ( 5 )
21-12-2014
20-12-2014 22:36 (1)
Yazılar üst üste binmiş ve bazı yerler okunmuyor. Yazarlarımız lütfen biçimlendirilmemeiş word dosyası gönderirlerse uygun olur. Böyle biçimli ve üst alt notlu yazılar, bazı browserlarda sorun çıkarıyor ve iyi okunmuyor. Bunun düzeltilmesi de güç. Taylan'ın ve tüm yazarların dikkatine. Kaan Ars.
20-12-2014 23:10 (2)
1. kimileri bugünkü bilgimize göre boş atmış, dolu tutturamamışlar. sümerce / türkçe??? yaşayan türevinin bulunduğuna dair kanıtımız olmayan diller için hipotezler geliştirirken işkembemizi dayanak olarak kullanmasak?.. Güneş'in kalbine kazık çaktıydık ya, unuttunuz mu? 2. bundan sonra siz referansları yazsanız, biz doğrudan onları okusak? aradaki kısımları madem amalgam olarak kullanacaksınız... onur şahin transkripte eder bize. o dişhekimi. amalgamlı, amalgamsız... çözüverir. 3. gece gece çok mu kötüyüm? sarımsak, vaftiz suyu ve hatta okunmuş şeker ve pirinçle bana bir ayar mı çekmek lazım? 3 gulfu - 1 elham da olur belki, hmmm? konan ataryan!
21-12-2014 13:40 (3)
çok güzel bir yazı. kutlarım. m. yılmaz
21-12-2014 15:00 (4)
osmanlıcanın tekrar diriltilmesinin tek bir sebebi vardır; osmanlı ve islam kültürünü canlandırmak, aynı zamanda Kuran alfabesi olan arap alfabesini yaygınlaştırmak böylece dini duygu ve kaygıları canlandırmak.ister beğenin ister beğenmeyin tek amaç budur. bu yüzden osmanlıcayı öğrenmek zor mudur yok efendim işte latin harfleri bize daha uygundur ve pratiktir vs gibi tartışmalar anlamsızdır.
22-12-2014 09:37 (5)
Güzel bir yazı... İçerik olarak... Ama.. Bence..bu uzun alıntılar özenli bir şekilde ayıklanarak, konunun özüne ait "kasıt-ifade" şeklinde "kırpılsaydı", alıntıların 4 de 3 ünü okumazdık. Yazı akıcı ve okunma ve bilgilenme de artan değerde olacaktı... Doğrusu ben bir alıntı yaparken çok uğraşıyorum. Anlama ciddi bir şey katmayan değil cümle, kelimeleri bile siliyorum. Zaten dip not, yayın, sayfa veriliyor.. Meraklısı, güvenmeyeni gitsin baksın... Bu kadar yazmamın nedeni önemli-değerli bilgiler içeren bu yazı, ancak sabırlı okuyucular için sınırlı kalmamalıydı.. ogürsel
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210973
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.