Ahmet Altan’ın uzun vaazı

Öylesine haksız ve zor durumdalar ki, hayatın bütününü koca bir vaazın parçalarına dönüştürmekten başka bir yol bulamıyorlar. Okulda dersi vaaz yaptılar. Zaten camiden çıktı, beş vakit yetmedi; en kitlesel vaazı verecek aleti, televizyonları ele geçirdiler ve 16 saat durmadan vaaz verme gücünde baş imamı evlere, işyerlerine, lokantalara taşıyorlar. Hayat bitmeyen, uzun bir vaaza dönüştürülmek isteniyor. En çaresiz kaldıkları alanda, yıllardır vaazlarının bayağı palavralar gürültüsü olduğunu az çok gösterme becerisi gösteren sanatta da büyük bir mesafe aldıklarını anlıyoruz. Ahmet Altan’ın son kitabı “Son Oyun” bunu anlatıyor.

Tiyatro salonlarını satışa çıkararak, kapatıp çürümeye terk ederek, sinemaları yıkarak, kitabevlerinin iflas ettiği şehirlerde, kültür merkezlerinin yerine AVM denilen insan depolarını ikame ederek sanatın altyapılarını dinamitlediler. En zor ele geçirilebilecek edebiyatta da, “muhafazakâr sanat”, best-seller dalgaları halinde üzerimize geliyor. Şimdi vaazlarını bir de kitap biçimine sokup, boş zamanlarımızı, kitaplıklarımızı işgal etmek istiyorlar.

Ahmet Altan’ın yeni kitabı “Son Oyun”, vaaz kültürünün son ve bayağı ürünlerinden biri olarak, sorgulama, yargılama yetileri silinmiş best-seller müptelalarının eline tutuşturuluyor. 12 Eylül darbesinin yazarlarından biri olduğunu daha ilk kitabıyla, Sudaki İz’le, ortaya koyan, Yalçın Küçük’ün 1986 yılında “Küfür Romanları” olarak adlandırdığı bu edebiyatın kurucu yazarı Ahmet Altan, yeni kitabında yeni dönemin diline ve estetiğine yani vaaz kültürüne katkı işine girişerek öncü rolünü hiç unutmuyor.

Estetik beğenisi çökmüş okur

“Küfür romanları”, 1986’dan beri dönemin iktidar güdümlü, sol düşmanı romanını nitelemek için elverişli bir kavram oldu. Bu romanları yazanlar, küfürlerini yükselterek veya lafebeliklerinin arkasına gizleyerek konjonktüre göre üretimlerini sürdürdüler. Sermayeleşen yayıncılık ve basın dünyasının gücünü kullanarak, okuryazar halkımızın edebiyat beğenisini sıfırlayacak ölçüde başarılı oldular. Ahmet Altan’ın roman diye piyasaya sürülen son uzun vaazının okunmasını başka türlü nasıl açıklayabiliriz? Bozuk diliyle, insanı değersizleştiren bakış açısıyla, mantık dışı kurgusuyla, böylesine bayağı bir kitabın okutulması sistemin başarısıdır.

90’lı yılların başında, İnsancıl dergisinde, edebiyatın metalaşmasını göstermeye çalışırken, bu sürecin bu ölçüde ekonomik determinizme dönüşeceğini düşünemiyorduk. Sonuçta, edebiyat, ne de olsa bir bilinç etkinliğiydi ve eleştirel uyaranlara her zaman açık olabilirdi. Hamburger tüketmekten, moda giysiler satın almaktan bir farkı olmalıydı. Ahmet Altan’ın “Son Oyun”unun, okur bulması ve okunması böyle bir farkın kalmadığının acı bir göstergesidir. Artık edebiyat da metadır ve nasıl GDO’lu pirinç, hormonlu domates, zararlarına karşın üretilmeye ve tüketilmeye devam ediyorsa, kapitalist sistem aşılmadıkça buna tam bir çözüm bulamıyorsak, iktidar güdümlü edebiyat da, iktidar GDO’lu roman da aynı gerçeğin bir başka parçasıdır. GDO’lu besinlerin bedensel sağlığımızı bozma etkisinin benzerini, iktidar hormonlu edebiyat, toplumsal kişiliği zedeleyerek yapıyor. İnsanların bakış açılarını, kendilerine ve başkalarına yönelik düşünce ve duygularını yönlendiriyor. Kısırlaştırıyor ve köreltiyor.

Yeni Roman’ın klişesi

Hakkını teslim etmek gerekiyor; Ahmet Altan, iktidara alabildiğine duyarlıdır, dönemin gereklerini kavramakta ve uygun ürünleri çıkarmakta hiç gecikmiyor. Romanları ve gazetecilik çalışmasını bu açıdan incelediğimizde, son otuz yılın sermaye politikalarının soyağacını çıkarabiliyoruz. Ahmet Altan, sol düşmanlığından, 200 yıllık bütün kazanımlarımızı silmeye cüret eden Cumhuriyet düşmanlığına evrilen bu politika ve ideolojinin birebir yazıcısı olmuştur. “Son Oyun”da, Cumhuriyet’in en önemli niteliğinin, laisizmin yıkılışıyla yaşamı kuşatan dinselliğin temel alındığı ve meşru kılındığı uzun bir vaaz buluyoruz. Laikliğin çöküşüne bir sevinç hezeyanı da diyebiliriz.

Daha kitabın ilk sayfasında katil olduğunu söyleyen bir anlatıcı ikinci sayfada “Tanrı” vaazına başlıyor: “Tanrı’nın kötü ve savruk bir romancı olduğunu düşünüyorum.” Bu tatsız vaazın iskeletini, insanların bütün yaşamını bir romancı türünden belirleyen “Tanrı” düşüncesi oluşturuyor. Bunun analizini de Yalçın Küçük’ün “Küfür Romanları”nda bulabiliyoruz, “Yeni Roman”cıların elli yıldır bir klişe haline getirdikleri, gerçekçi romancıya, her şeyi bilip anlatan “tanrı romancı” benzetmesiyle saldırmalarını Ahmet Altan, kitabının sakızı yapmış. Kurguda ve olmayan olay örgüsünde aklına estikçe bu sakızı çiğniyor. Ama yazıcılığına uygun bir düzeyde, “Yeni Romancı”ların benzetmesini tersine çevirerek, romancıyı sorgulamak yerine, “romancı Tanrı” benzetmesiyle dinci vaazına entelektüel çeşni katmaya çalışıyor. Sonraki cümle kötü romana açıklama getirmekten çok, Tanrı’yı doğallaştırma çabasını düşündürüyor. Sözde, Tanrı bir romancıdır ve hepimiz onun romanının kişileriyiz. “Yarattığı bütün insanlar arasındaki ilişkileri tesadüfler üstüne kuran, olayların sıkıştığı bölümleri tesadüflerle çözen bir romancıya iyi romancı demem ben.” (Ahmet Altan, Son Oyun, s.2, Everest Yayınları, 2013) Yaşamlarımızı Tanrı yazmaktadır. Bütün vaaz bu düşünceyi eksen alarak sayfa doldurmaya dayanıyor.

İmamın önünde diz çökmek

İnsanları çizmeyi, mekânları betimlemeyi beceremeyen Ahmet Altan, dini güzelleştirmek için bütün gücünü seferber ediyor. Romanın anlatıcı kişisi yazarın, uçakta tanıştığı Zuhal, işletmecidir, tekellerde danışmanlık yapıyor, nedense, “imam nikâhı”yla evlenmek istiyor. Aldığı eğitime, yaşam biçimine hiç uymayan, hiçbir mantıksal gerekliliği bulunmayan bu istek, Ahmet Altan’ın uhrevi atmosfer ve güzellik çizimi için gerekiyor. Camide imam nikâhını şöyle anlatıyor: “Başımı çevirdiğimde, Zuhal’in genç kadının verdiği incecik beyaz bir başörtüyü bağladığını gördüm. Çok güzeldi. Böylesine masum, saf bir kadın güzelliğine daha önce hiç rastlamamıştım. Caminin bir parçası olmuş gibiydi.” (s. 259) Betimleme yoksulu yazar “çok güzeldi”, “masum”, “saf” güzellik kavramlarıyla, son yirmi yıldır, kadının başını türbanla kapatmaya çalışanlardan biri olduğunu göstermek istiyor. Caminin bir parçası olmuş, başı bağlanmış kadının eşsiz güzelliği… Bir otel odasından, hard porno olduğu ima edilen bir çiftleşme sahnesinden çıkıp gelmiş Zuhal’in imam nikâhının sırrı da bu dinci güzellemede gizli. Yazar, roman kişileri için hiçbir gerekliliği olmayan imam nikâhını bu güzellemeyi yazabilmek için araya sokuşturuyor. Devamı da var. “Camiye girdik. İçerisi tertemizdi, aydınlıktı, sessizdi, kilimler pencerelerden giren güneş ışıklarıyla parlamıştı, mihrap sade ve huzur vericiydi.

Emekli imamın önünde diz çöktük.” (s. 259) Canlandırmayı beceremeyen yazar bütün iyi sıfatları cami için kullanıyor. “Aydınlık” da buradadır. Kilimlerin “pencerelerden giren güneş ışıklarıyla” parlamasını canlandıramasak da yazarın bize ideal bir ortamı ve eylemi çizdiğini görüyoruz. İmamın önünde diz çökmek; iktidarın ideal insanını Ahmet Altan pek açık göstermiştir.

Bir karşılaştırma için gerçekçi edebiyatımıza bakabiliriz. Gerçekçi romanımızda eleştirel gözle çizilmiş imamlar vardır; örnek olsun, Orhan Kemal’ın Kabak Hafız’ı, 50’li yıllardan beri içine sokulduğumuz dinci karanlığı ve tiplerini anlamak için büyük ipucudur.

Toplumsal kötülüğü örten “günah”

Kitabın en çok kullanılan kavramlarından biri, “günah” kavramıdır. “Son Oyun”un roman değil, uzun bir vaaz olmasının kanıtlarından biri olarak da alınabilir, Ahmet Altan, kötülük kavramını günahla özdeşleştirerek, gerçekliği tersyüz etmektedir. Dinsel kötülük kavramı günah, çıkar çatışmalarından ve toplumsal ilişkilerden örülü bir yaşamda ortaya çıkan toplumsal kötülüğü göz ardı etmek içindir. Ahmet Altan yazıcılığının toplumsallıkla ilişkisi her zaman ideolojiktir. Toplumsallığı görmemeye, çarpıtmaya ve gerçekdışı, günah benzeri kavramlarla gizemleştirmeye çalışır. “Günah” dinin temel kavramıdır. Toplumu dine indirgemeye çalışan dincilere uygun yazıcılık bu kavramı roman yapmıştır. Denilebilir ki, Ahmet Altan, “günah”lı gazete fıkralarının aralarına eklediği yatak odası fantezileriyle ilgi çekmeye çalışarak uzun bir vaazdan roman çıkarmıştır.

Dili bozuk, kurgusu, kişileri bu kadar kötü oluşturulmuş bir kitabı, ciddi bir incelemenin nesnesi yapma eziyetini göze almak da, bu ideolojik niteliğinden dolayı gereklidir. “Son Oyun”, bayağı bir kitaptır, ancak burjuva edebiyatının insana ve topluma bakışının nasıl sınıfsal, hiyerarşik değerlerle yüklü olduğunu görmek için veri deposudur.

Ahmet Altan’ın her satırına sinmiş sınıfsal bir bakış vardır. Ancak bu sınıfsallık, toplumsal ilişkilere göre belirlenmiş biçimiyle ortaya konmaz, egemen sınıfın gözünden yapılmış bir ikili sınıflandırmaya dayanır. Yazarın anlatıcı kişisinin gözünden kitaptaki bütün kişiler seçkin, zeki, yakışıklı, güzel olanlar ve bunların karşısında aptal, sıradan, çirkin, nesne konumunda olanlar biçiminde iki sınıfa ayrılmıştır. Birinci sınıftakiler, kitapta adları sanlarıyla yazılanlar hep iktidardakilerdir. Kitabın anlatıcısı, her kişiyi kendisinden üstün mü aşağı mı değerlendirmesine sokar, olaylar karşısındaki temel kaygısı, kendisine sağlayacağı yarardır. Her şeyi böyle bir sınıflandırma içinden görmek, sağlıklı bir ruh halinin ürünü olamaz. Toplumsal hiyerarşinin derin izler bıraktığı, zedelediği bir ruhsallıkla dünyaya yaklaşmak sıradan ve olağan sunulmaktadır. Böyle kompleksli bir kişiliğin olağan ve meşru gösterildiği, hayatın başkalarıyla kendimizi hep kıyasladığımız bir cehennem olarak sunulduğu bir kitabı okuyanlar buna nasıl katlanabiliyorlar anlamak zordur.

Vaazı okutmak için parça: cinsellik

Ahmet Altan’ın vaazında dinsellik kadar cinsellik de vardır. Cinsellik, bu uzun vaazı okutmak için, aralara serpiştirilen parçalardır. Bir zamanlar “seks filmlerinin” arasına konan parçalar benzeri. Kitabın bütününde görülen betimleme, canlandırma yetersizliği bu parçalarda da var. Ahmet Altan cinselliği de anlatamıyor, parçalar cinsellik konulu vaazlardan öteye gitmiyor. Yazarın kadın erkek ilişkisine bakış açısı da benmerkezci, hiyerarşik ve erkek egemen nitelikte. Sevişme değil, kadını “teslim alma”, nesneleştirme üzerine kurulu bir ilişkiyi yazıyor. “Masanın yanında sevişmeye başladık” diye başlıyor Ahmet Altan, devamında şunları okuyoruz: “Bir hayvan gibi parçaladım onu. Ben paramparça etmeyi seviyordum. O paramparça olmayı. Vücudunda değmediğim, dokunmadığım, doldurmadığım hiçbir yer kalmadı.” (s. 111) Ahmet Altan’ın sevişme anlatımı işte budur: “doldurmadığım hiçbir yer kalmadı.”! Kitap boyunca kendini, “kadınları çok iyi anlayan ve anlatan” bir yazar olarak sunan anlatıcının, bütün yazabildiği bu kadardır. Cinselliğe bu insani olmayan bakışın, estetik bir anlatım oluşturması mümkün olamıyor. Parçalardan birinde şunu okuyoruz: “Beni yönetmekten vazgeçip teslim olmuştu. O eskimiş vücudu, hafifçe sarkan göğüsleri, dolgun karnıyla beni gerçekten çıldırtıyordu.” (s.189) İnsandan, “eskimiş vücudu” diye söz etmesi, insana bir eşya olarak baktığını yeterli açıklıkta gösteriyor.

Cengiz Gündoğdu, “İsyan Günlerinde Aşk” kitabı için yazdığı eleştiride, Ahmet Altan’ın cinselliğe ve aşka bakışını şöyle çözümlüyor: “Yazar, körelmiş duyguların üstünde yükselmemelidir. Yazar aşka öyle bir yorum getirmeli ki, ben bu aşk için mücadele etmeliyim. Ama Ahmet Altan basmakalıp, insanın içini bunaltan bir yorum getiriyor aşka. Aşk, kasıkların hazdan sızlaması… Bunun hiçbir yanı insani değil. Ben bunu bütün kötü romanlarda okudum. Yetmezmiş gibi bir de Ahmet Altan’ın kitabında okuyorum.” (Cengiz Gündoğdu, Taşkıran, s. 148, İnsancıl Yayınları, 2004) Ahmet Altan “Son Oyunda” da buradadır. Aşkı yazamıyor, yazmaya başlayamıyor bile. Tinto Brass’ın filmlerinden ibaret bir düşgücüyle olmalı, kitabın kadın kişisi Zuhal, sevdiğini söylediği yazara, “Sat beni!” diyebiliyor ve onu seven yazar, “pezevenklik” rolünü üstlenmekte hiç duraksamıyor. Ahmet Altan’ın düşgücü seks filmlerinin de gerisindedir; uygun “alıcıyı” bulamıyorlar.

Bozuk bir Türkçeyle sayfalar dolusu sürüp giden vıdı vıdı. “Eteği hafifçe sıyrılınca diğer bacağının üstüne koyduğu bacağının arkası kalçasına doğru bir karış kadar açıldı.” (s. 186) Tipik bir Ahmet Altan Türkçesi örneğidir; “bacağının arkası kalçasına doğru bir karış” açılmış… Yolculuğa çıkacak; “Orada ne kadar kalacağımızı bilmediğim için küçük bir çantaya birkaç gün yetecek kadar eşya koydum” (s. 109) diye yazıyor. “Eşya” sözcüğünün valize sığmayacak çağrışımları hiç umurunda değil.

Yalçın Küçük, “Küfür Romanları”nı, 2011’de yeni bir kitaba dönüştürdü: “Cumhuriyete Karşı Küfür Romanları”. 1986’da eksik kalanlar, Orhan Pamuk ve Ahmet Altan’ın sonraki ürünleri, buraya girdiler. Roman yazmayı bilmediği burada yazılıdır, öğrenme çabasının olmadığını “Son Oyun” bir kez daha gösteriyor. Roman bir olay örgüsü ve karakterler yaratma sanatıdır. Altan’da ikisini de bulamıyoruz. Yazarın kuklaları, onun vaazlarını aktarmak için belirsiz bir zamanda ve olmayan mekânda oynamaktadırlar.

“Son Oyun”, Cumhuriyete karşı küfür romanlarının, reklam ve pazarlamayla okuryazar halkımıza kakalanan kötü bir örneğidir. Böyle bir kitabı roman niyetine okuyanlar adına üzülmek de bize kalıyor.

EK:

CENGİZ GÜNDOĞDU’YA GÖRE AHMET ALTAN YAZICILIĞI

Cengiz Gündoğdu, Ahmet Altan’ın “İsyan Günlerinde Aşk” kitabı için yazdığı eleştiride, onun tipik özelliklerini ortaya koydu. Taşkıran kitabında yer alan bu inceleme, “Son Oyun”u değerlendirmek için de birebir. “Bir Acayip Nesne Gördüm… İsyan Günlerinde Aşk” başlıklı bu eleştiriden bazı parçaları buraya alıyoruz.

“Şimdi burada duralım. Edebiyatçı, var olanla çatışmaya girdikte dedim. Bunun için edebiyatçının var olanı bir sorun diye kavraması gerekir. Bugün bütün insanları sarıp sarmalayan, insanı “kendi efendisi” olmaktan alıkoyan var olanı, sorun diye kabul etmek bir yazar için, bir edebiyatçı için ölçüttür, temel ölçüttür.” (s. 129)

“Cesetleşmiş bir dille tip-karakter yaratılamaz. Aslında Ahmet Altan’ın böyle bir sorunu yok.

Tip-karakter gerçekçi yazarlar için sorundur.

Tipmiş, karaktermiş, yaratmaymış, canlandırmaymış bunların hiçbirine aldırmıyor Ahmet Altan.

Keyfi genellemelerle “roman” yazıyor. Keyfi genellemelerle boğuyor kişileri.” (s. 135)

“Şimdiye kadar okuduğum, beğenmediğim hiçbir kitap, hiçbir yazar, Ahmet Altan kadar insanı küçümsemedi.

Ahmet Altan, zamansız mekânsız kişileriyle bütün kadınları, bütün erkekleri özdeşleştiriyor. Her insanda ayrı itkiler yaratacak örgeler, her insanda, her kadında, her erkekte aynı itkiyi yaratıyor. İlk elde şunu söylemek gerekiyor. İnsan hiçbir zaman belirlenmiş bir varlık değildir. Dolayısıyla hiçbir zaman bir kadın “bütün kadınlar gibi” davranmaz. Bir erkek “bütün erkekler gibi” davranmaz.” (s. 137)

“kitapta kişilerin varoluşu, neden yaşadıkları belli değil. Bu kişilerin varoluşu, Ahmet Altan’ın keyfi için oluşmuş.” (s. 138)

“Buna ruh çözümlenmesi denmez. Kırkambar yöntemi denir.

Ahmet Altan, bütün kadınları, aynı zevk çığlıkları atmada paydalıyor. Ama bu yanlış bir tümevarım. Üstelik tümevarımla elde edilen doğrular, mutlak değil, olumsaldır. Dahası tümevarımı insanlara uygulamak son derece sakıncalıdır.

Bütün kadınların zevk çığlıkları attığını nerden biliyor Ahmet Altan. Kimisi hiç çığlık atmayabilir.” (s.139)

“Yazar, sorunu olan bir insandır. Bu sorun, ben’den evrensele uzanan insani bir sorundur. Böyle bir sorunu yok Ahmet Altan’ın. Çözümlerin insanı Ahmet Altan. Tam burada şunu söylemem gerekiyor. Ahmet Altan bende hep rahat bir insan izlenimi bıraktı. Bu kitabını okudukta anladım, Ahmet Altan’ın rahatlığını. O, bütün sorunlarını çözmüş.” (142-143)

“Ahmet Altan, insanlar dünyasında dolaşmıyor, kabak tarlasında dolaşıyor. Hiçbir insan, özerk değil. Hiçbirinde karakter özellikleri yok. Hiçbirinin iç dünyası yok.

Tensel aşka inanıyor Ahmet Altan. Aşk yalnızca cinsel ilişki, cinsel hazdan kasıkların sızlaması. Bu, Ahmet Altan’ın insan görüşünden çıkıyor. İnsanın yaratıcılığına inanmıyor Altan. Cinselliği de kapsayan tinsel aşkların yaratıcı öznesi değil insanlar. Onlar, cinsel güdülerin oyuncağı.” (s. 143)

“Hani, insan meyve yerken, bilmeden çürük meyveyi ağzına atar ya, ağzının tadı bozulur ya, İsyan Günlerinde Aşk’ı okurken böyle oldum. Geceleri eve giderken canım sıkılıyordu. Üstelik iki kez okumak zorundayım. Ahmet Altan’ın kitabını bitirdikten sonra tadım yerine gelsin diye, Yakup Kadri’nin Panorama’sını okuyorum yeniden. Eve giderken canım sıkılmıyor.” (s. 148)

Cengiz Gündoğdu, Taşkıran, İnsancıl Yayınları, 2004, İstanbul.

B. Sadık Albayrak

Not: Bu yazı daha önce Aydınlık Kitap’ta yayımlandı.

Facebook
henüz yorum yapılmamış
24-05-2013
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211059
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.