Taşlar, başını taşa koyanlar, Karataş romanları ve Gezi’de direnenler

Fatih Akın’ın İstanbul’lu, müzikli, bu toprağın ve sokakların otantik değerlerini aradığı belgeselinde, sokak çalgıcılarından Siyasiyabend’in elemanı (“bizon” olmayan) Murat  söylüyordu yaklaşık olarak şöyle bir şeyler: “Bunu yaşayan bilir. Tamam mı?.. Taş, taştır... Tamam mı?.. Oraya kafanı koyduğun zaman anlarsın taşın taşlığını... Bunu ancak başını taşa koyup yatan bilir. Tamam mı?..”

 

Tamamdır Murat, tamamdır.

 

Tanıdığım için, eski arkadaşlığımıza dayanarak böyle ismiyle seslenebilirim sanırım. Tesadüf tabii tanıyor olmam “bizim” Murat’ı. “Tamam mı” tekrarlarının diline yerleştiği günlerden, 17 yaş tazeliğimizden, 18 yaş arayışlarımızdan tanıyorum. Aynı üniversiteden, kampüsten, yurt odalarından, taşlardan biliyorum. Üst ranzada elinde bağlamasıyla verdiği saflık, iyilik ve ümit dolu fotoğraflarından, bendeki o görüntüsünden hatırlıyorum... Sonradan Dev-Yol’a meyletmesinden de biraz biliyorum. Ardından “başka yollar”a uzanmasından, çok az!..

 

Ne olursa olsun, hep Dersimli, olağan şüpheli olmasından; “kafayı taşa koyma kültürü”nün başkalığından...

 

Taşı bilir sahiden de Murat; taşta yatıp sabahlamayı. Taşı bilir Dersimli; sertliği, hakiki acıyı ve acılarla yaşamayı.

 

Dersim’in taşının ve yaşamının farklılığını daha iyi hissetmeye başladım sanırım bugünlerde. Haydar Karataş’ın iki romanı “Gece Kelebeği/Perperık-a Söe” ile “On İki Dağın Sırrı”nı peşpeşe okuyunca, daha derinden ya da içeriden düşünmeye başladım sanırım bu dağlara, taşlara, topraklara dair.

 

Bilinen bir türküde söylenenin yetmediğini, “Dersim’in dört dağ içinde” olmaktan çok daha fazla şeyle içiçe olduğunu anlamaya başladım. On iki dağın tek tek ve hep birlikte sakladığı sırlarla, Sultan Baba dağının ululuğuyla, özel ziyaret taşlarıyla, bu “kutsal” kabul edilen taşların dahi bombalanıp parçalanmasıyla ve tabii ki taşı taş yapan insanlarla, halklarla; Ermenisi, Kürdü ve Türküyle farklı bir “içiçeliği” hissetmeye başladım okudukça.

 

Memleketin taşı, toprağı, sertliği, acımasızlığı bir yanda; başını kuş tüyü yastığa değil de taşa koyarak yatmak zorunda kalan fukaranın, derdi ve acısı beri yanda. Başımızı taşa koyarak, yaşayarak ve gerçekten yaşadığımızı yazarak anlayabileceğiz gerçeği. Taşın, memleketin ve memleketteki düzenin hakikatini, hakiki sertliğini...

 

Haydar Karataş, yaşadığıyla (yaşananlarla) yazdığını (yazılanları) buluşturanlardan; hep hakikati arayanlardan, yapaylığa kapı aralamayanlardan, taşın ve hayatın sertliğini yazsa da dilini su gibi akıtanlardan, su gibi anlatanlardan... ve bunlar çok önemli.  

 

Ağıtlar yakılıyor Dersim’de sürekli. Yöresel ifadesiyle “kılamlar” yakılıyor. Onca katliam ve ölümün arasında ağıt yakarak “rahatlayabiliyor” ahali. Ama sen onu da yasaklarsan... İnancını, acısını yaşamayı da çok görür, yasaklarsan...

 

Mendili kapıp “karaçor” dönüyor küçücük bir sevinç dahi yaşadığında bu bizim Dersim’deki ahali. “Bom olmuş” yani aklını yitirmiş de olsa kimisi, eski söylencelerini nakledip yeni hikayeler uydurarak, içindekini canlı tutmaya çalışıyor sürekli. Ama içindeki hep boğuluyor, sevinci hep kursağında kalıyor ne yazık ki. Sazı var, sözü var, “cem”i var, “gülbank”ı var. Ama sen bunları da yasaklarsan... Onu bırak, kendi adını, “Dersim” adını bile yasaklarsan...

 

Kahramandır bu bizim ahali. Tutkuludur, arzuludur, dirençlidir her şeye rağmen. Küçüklüğünden itibaren “kırma” adını verdiği mavzerlerin peşindedir; o olmazsa “sımser bıçağı”nın, çakısının derdindedir. Daha çoçukken eşkiya masalları dinlemiş, dağdan geleni görmüş, kahraman bellemiştir; günü geldiğinde o da dağa çıkıp hesabı kesme niyetindedir. Hemi de hepsini kesme…  Sen ona sadece ve sadece “hesap kesme” tutkusuyla yanıp tutuşacağı acılar sunarsan…

 

Bu topraklardan sökülüp atılan Ermeni komşularının hünerlerini, taş ve ağaç işlemedeki ustalıklarını, ellerindeki mahareti anıp, vahvahlanıp durur bu bizim Dersim’deki ahali. Ermeni komşularını ölüme, sürgüne terk etmeyendir; yine de ölümlerini, sürgünlerini engelleyemeyip dertlenendir. Taşa şekil veren hünerli eller Ermenilerindir amma Ermenileri sürdükten sonra o kilise taşlarını alıp karakol kuran da devlettir. Sen ona hep karakol sunarsan…

 

"Hece, kocana söyle çıkıp Bend'e gidelim. Sen Bend köyünü görmemişsin, bir görsen şu Dervişler de neymiş, Pertek Ovası neymiş dersin. Bir görsen, kıyamazsın evlerine bakasın, iki katlı, önünde kocaman çardakları, bir de ulu meşe ağaçları var, kara meşe her biri göklere ağmış, başı Buyer Baba'ya değmiş sanırsın. Ermeni yapmış, yapmış da karşısına geçip bakmış yaptığı eserine. Taş ustası dedin mi, Ermeni'den başkasını tanımayacaksın şu dünyada. Kopo Rayber konağını yaptırmak için gidip ta Erzurum'dan usta getirdi, o koca Rayber üç kez konağını yıkıp yeniden yaptırdı, yaptırdı da beğenmedi, gidip Halvoru'dan Ermeni ustaları getirdi en sonunda. Dedi, ben görmedim Ermeni gibi taşı peynir kalıplarından farksız kesen. Ermeni'nin elinde taş dile gelip konuşur. Dedem Süleyman Salih Ağa'nın ilk konağını da Ermeni ustaları yapmıştı. Dünya Harbi'nde Osmanlı yıkıp geçti, ama duvarları hâlâ öyle durur. Ermeni taşa harç vurmaz, Hecem. Ermeni taşa sanki çekiç vurmaz, parmaklarının ucuyla adeta bir Yemen halısı okşar gibi okşar. Ben çocukken, çok Ermeni ustanın çekiç sesini dinledim, bir görsen, Ermeni ustası elindeki çekiçle taşa vurdukça sanırsın bülbüller şakır. Ermeni taş ustaları bir de acı ağıt yakar ki, elinin altındaki taş dile gelip ağlar."

 

Dersim’in dağları arasında ağıtlar, açlıktan ölen insanlar, taş ustası Ermeniler, ağa ve devlet zulmünde sıkışıp “ölümlerden ölüm beğenen” Kürtler var. Kadınlar, erkekler ve illa ki çocuklar var. Şifa peşinde oradan oraya sürüklenen karnı şiş bebeler, onlara Şahmeran yılanının kusmuğuyla ilaç sunabileceğini söyleyen çobanlar var... Ovada arkalarından gelecek tehlikeden korktuklarından hep dağda yaşayanlar, hep ormana kaçanlar var. Dağın en ıssız köyünde dahi, ah şu keçileri bile bırakmayan teyyareler yüzünden evleri bombalananlar var. Katliamın ıssızlaştırıcı günlerinde, eski evlerinden kalıntılar üzerine meşe dalları, yapraklar atarak tekrar ev kuranlar, derme çatma kulübelerde kara kıştan korunmaya çalışanlar var. Ot kemirip sarı sular kusanlar. Bir avuç arpaya, darıya, buğdaya muhtaç olanlar. Bir ceviz ağacı hayaliyle yaşayanlar, hayalleri peşinde oradan oraya koşanlar... Gerçek açlığı yaşayanlar; “Pençesinde boğuştukları çaresizlik, askerlerin gelip köyleri yaktığı zamanki çaresizlikten daha büyüktü” diyecek durumda olanlar. Hep ölümü yaşayanlar; “Ölüm ne kadar sıradan ve ne büyük bir çareydi” diyecek durumda olanlar. İnsanlar, insanlar, insanlar. İsyanlar, isyanlar, isyanlar…

 

Çok uzatmayalım, yazıyı bırakıp yeniden eyleme, taşa, toprağa gideceğiz daha. Haydar Karataş’ın yazdıkları, Dersim’den yola çıkıp tüm topraklarımıza ulaşan, bu topraktan, taşlardan, dağlardan akan çok esaslı iki roman. Otantik, sahici, yaşanmış, güçlü, taşlı, taşa başını koyan, toprağın nemini, kekiğin ve anafatma çiçeklerinin kokusunu oralardan alıp buralara yayan…

 

*

 

Sokağın,  ağaçların, taşların işgal edildiği günlerden geçiyoruz şimdi yine. Dersim’de, Munzur’daki HES’lerde; İstanbul’da, Taksim’deki Gezi’de. Dağda ve şehirde. Yağmalardan geçiyoruz sürekli. Başını taşa koyanların yağmalara karşı durmasından. 

 

Doğaya, tohuma, ağaca, insana, hayata dayanan bir direniş sürüyor Gezi Parkı’nda. Alayını birden korumak için...  

 

Şafak vakti gaz sıktıklarında direnişçilerin üzerlerine, kitaplar kaldırılıyor havaya. Alayına isyan etmek için...

 

Daima sokakta olanların, sokakta müzik yapanların, eylemde nöbet tutanların, taşa başını koyanların, inadına direnenlerin kazanacağı günler için… Tamam mı?..

 

Ali Mert

 

alihaluk@gmail.com

 

Facebook
henüz yorum yapılmamış
31-05-2013
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211013
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.