Kabul edin ya da etmeyin Zizek bugün dünyayı etkileyen en başta gelen filozoflardan birisidir. Hayır, düşünceleriyle değil, imajıyla. Sakalı, dağınık saçları, giyimi, rahat tavırları, düşünüyormuş görünümü veren yüz ifadesi ile dünyanın uzun süredir yolunu gözlediği filozof imajını tam olarak karşılamaktadır. Bu imajın yanına bir de hiç ara vermeden saatlerce konuşabilme özelliğini de eklerseniz, filozof imajını kanlı canlı karşınızda bulursunuz. İmajın haricinde ne var derseniz işte o bir bilinmez. Laf kalabalığının arasında birbirine zıt bir sürü kavramı yedirmiş olduğunu, bu karmaşanın altından ise koca bir metafiziği size yutturmaya çalıştığını anlamaya başladığınızda, bu sevimli konuşkan yeni sürüm filozofun neden size aşina geldiğini daha iyi anlamaya başlıyorsunuz; evet, sanki karşınızda Platon konuşuyor. Zaten Zizek’in felsefesi için de rahatlıkla bir Yeni-Platonculuk diyebiliriz. Neden mi? Anlatmaya çalışayım.
Bilirsiniz, Platon tözcüdür, her şeyin ideal bir tözünün olduğunu varsayar. Bize görünür olanın (fenomenin), arkada saklı olan ideal bir tözün kötü bir yansıması olduğunu söyler ve bu ideal töze ulaşabilmenin yollarını arar. Platon’a göre bu dünyadaki varoluşumuzun tek amacı bu töze ulaşabilmektir. İdeal töze ulaşabilmek için yapmamız gerekenlerin dışındaki her şey, yani baştan beri var olduğu varsayılan ideal tözün dışında, sonradan insan eliyle yeni bir ideal oluşturma girişimlerinin hepsi beyhude çabalardır Platonculuğa göre. Platonculuk ileri dönemlerde, Hıristiyan idealizmine, Kant’ın ahlakçılığına, Husserl’in fenomenolojisine ilham vererek, tözünü ari ırkta bulan Nazi rejimini doğurmaya kadar işi götürmüştür. Hatta ülkemizdeki liberal solcu-etnikçi-şeriatçı koalisyonun bu platforma yaslanarak oluştuğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yeni-Platonculuk ise tözcülük saplantısının oldukça usta bir biçimde kılıf altına gizlenmiş halidir. Şöyle ki; Yeni-Platoncu tözcüler, Aydınlanma ile başlayan her türlü toplumsal düzen oluşturma girişimini, bu girişimler bağlamında oluşmuş olan ideolojileri, insanın özgürlüğünü kısıtlayan kötü, faşizan yaklaşımlar olarak görürler. Onlar için bireysel özgürlük her şeyin üzerindedir ve bu özgürlüğü kısıtlayacak her türlü yapı kötüdür. Çünkü onlara göre tüm ideolojiler, ideal tözümüzün ortaya çıkmasını engelleyen, yaradılışımızın bize verdiği o saflığı, temizliği ortaya koymamızı engelleyen insan icadı gereksizliklerdir. Bu nedenle Zizek, aslında alabildiğine teolojik bir söylemi dile getirir ancak her nasılsa ateist ve anarşist camiada çok sevilir.
İdeolojiyi, Büyük Öteki’nin oluşturduğu düzende, Öteki’nin gözüne girebilmek için öznenin yerine getirmesi gereken bir göreve indirgeyen Zizek, ideolojisi nedeniyle diğer insanlara acı çektirenleri şöyle konuşturur:
Elbette bütün o zavallı kurbanlar için yüreğim kanıyor. Bunun bütün sorumlusu ben değilim, ben sadece Büyük Öteki’nin tarafında hareket ediyordum. Ben şahsen kedileri, küçük çocukları severim.
Bu bağlamda şöyle devam eder:
Lenin her zaman için küçük kedileri ve çocukları sever. Lenin, birçok ölüm emrine vesaire bulaşmak zorunda kalmıştı; ama bunların hepsinde gönülsüzdü. Bu onun tarihsel ilerleme vesairenin bir aracısı olarak göreviydi.
Tabii Lenin insanların kitleler halinde emperyalist savaşlarda yok olmasına neden olan kişileri affederek birer kedi yavrusu gibi sevmeliydi Zizek’e göre. Mükemmel bir imajdan mürekkep filozofa göre ideolojiler olmasaymış, insanlar birbirlerine bu acıları çektirmeyeceklermiş, birer kedi yavrusu misali birbirlerine şefkatli davranacaklarmış. İdeolojinin yok olduğu Ortadoğu coğrafyasında, dağılarak ideolojinin bir kenara itildiği Yugoslavya’da yaşanan vahşetin nedeni açıklanmaya muhtaç kalıyor. Zizek, Yugoslavya’nın dağılma sürecinde tecavüze uğrayan kadınların bulunmasından yakınırken suçu sinsice çoktan yıkılmış olan sosyalist rejimin üstüne yıkar. Ona göre sosyalist baskı rejimi insanları baskı altına alarak onların ideal tözlerini açığa çıkartmalarını engellemiştir. 50 yıllık sosyalist rejim boyunca kadınların tecavüzlere maruz kalmamış olmasını, sosyalist rejim yıkılınca da bir tecavüz ve boğazlaşma salgını ortaya çıkmasını nasıl açıklayacağımızı anlatmaz bize. Zizek, The Pervert’s Guide to Ideology adlı belgeselde şöyle söyler:
Bireyler olarak yaşayabilmek için Büyük Öteki hayaline ihtiyacımız var. Çıkmazımı onaylayacak, kendi gerçeğimizin yazılacağı, tanınacağı, itiraf edileceği yer olan bir aracıya ihtiyacımız var. Peki ya böyle bir aracı yoksa? Yugoslavya’nın dağıldığı 90’lardaki savaşta tecavüze uğrayan kadınlar ‘Gerçekleri anlatmak için yaşamalıyım’ diyerek hayatta kalmaya çalıştılar. Yaşamayı başarabilenler ise berbat bir şeyi keşfettiler; kimse onları gerçekten dinlemiyordu. Ya her şeyi reddeden sosyal hizmet memurları ya da genellikle ‘Keyif almadığından emin misin” gibi müstehcen sorular soran yakınları ile karşılaştılar. O zaman Lacan’ın iddia ettiği şeyi keşfettiler: Büyük Öteki yoktur.
Neresine dokunsanız dökülüyor bu içi boş yorum. Zizek’i düzeltirsek, Lacan Büyük Öteki yoktur derken, hakiki bir simgesel düzen içinde artık Büyük Öteki bir şahıs olmaktan çıkmıştır demek ister. Dilin evreninde dilin kendisi Büyük Öteki’dir, bu nokta aynalama ilişkisinin tam olarak kesilmiş olduğu bir noktaya denk gelir demek ister Lacan. Aynalama ilişkisi özne ile somut bir Büyük Öteki arasında sürüyorsa zaten özne tam olarak simgesel dönemin içine girememiş demektir. Yanlışlar tam bu noktada çok sık yapılıyor; aynalama ilişkisi içinde olan konuşan öznenin, sırf konuştuğu için simgesel düzen içinde olduğunun varsayılması… Oysa bu ilişki imgesel bir ilişkidir halen. Zizek bu yanılgıyı şöyle büyütür:
Özne, dilin alanına girerek, simgesel düzenin içerisinde Büyük Öteki ile karşılaşır. Bu bağlamda Büyük Öteki, oradan kendimize bakarak, kendimizi olmak istediğimiz gibi gördüğümüz konumdur.
Oysa öznenin Büyük Öteki ile karşılaşması, dilin evrenine girmesinden çok önce, memeden kesilmesi ile birlikte olur. Zizek, simgesel Büyük Öteki ile imgesel Büyük Öteki’ni böyle birbirine karıştırır. Dilin alanına giren özne için ise artık O’na bakarak kendisine çeki düzen vereceği bir Büyük Öteki kalmamıştır. Eğer ortada somut olarak dolaşan bir Büyük Öteki varsa, özne onun nesnesi olmaktan kurtulamayacaktır ve bilinçsizce O’nun istediği yönde konuşup davranacaktır. Ancak bu sorun simgesel düzenden kaynaklanan bir sorun değil, tam tersine Öteki Yoktur diyemeyeceğimiz biçimde imgesel düzende kalmamızdan kaynaklanan bir sorundur.
Neyse daha fazla kafanızı şişirmeyeyim, Zizek’e tapanları da kızdırmayayım. Sonuçta imajın düşüncenin önüne geçmiş olduğu post-modern bir dünyada ne önemi var ki tutarlı ve dayanağı olan bir şeyler söylemenin? Hepimiz sermaye ananın kucağına oturmuş zavallı şehirliler değil miyiz? Anamızın bize sağlayacağı olanaklara çaresizce muhtaç iken, onun filozofunu dinlemekten kime ne zarar gelir?
Mutluhan İzmir