Dinci gericiliğin arsız bir paragözlük ve gücü yettiğine azgın bir saldırganlık olarak başımıza bela kesilmesiyle bizim aydınlarda dine karşı tepki de arttı. Bir yere kadar makul karşılamak gerek. Hepimiz öfkeleniyoruz İslam’ın bu denli görgüsüzce çıkarlara alet edilmesine.
Ama insana evrim kuramıyla baktığımızda dinsel inançların evrensel yaygınlıkta bir ihtiyaç olduğunu da net bir biçimde kavrıyoruz. Sadece insan zayıflığını ve insanın akli yetersizliğini kapayan, sığınılacak huzurlu bir liman olması yönünde değil. Aynı anda aksi yönde insanın inanmaya eğilimi, evrimsel-genetik manada oluşmuş biyolojik bir sonuç.
O bakımdan insanların dinsel inançlarını şımarıkça küçümseyen aydın tavrına da öfkeleniyorum, ilk öfkem kadar yoğun olmasa da. (Çünkü onlar şimdi iktidarda değiller.) Şu soruyu gündeme sokmaya çalışıyorum: Aslında bilinen dinlere bağlı veya herhangi bir ideolojiye bağlı olmaksızın tamamen dinsiz o kadar az sayıda insan var ki… En ileri sol kesimlerinizin benimsediği komünizm ütopyası da bir hayal, bir dinsel inanç değil mi? Sosyalizm tamam, görülmüş, yaşanmış bir örnek, ulaşılabilir. Fakat insanın komünizme ulaşabileceğine dair herhangi bir bilimsel kanıt veya mantıklı emare mevcut mu? Değil. Ama başkasının dinini küçümsüyordunuz!
Yine de ileri bir ideal olarak komünizm ütopyası başka bir şey kadar tehlikeli değil. Bir yere kadar güzel bir şey hatta. Bırakın bazı insanlar (bu uğurda ölmedikçe-öldürmedikçe) ona inansınlar. Bu onlara bir yaşam enerjisi, bir şevk verir. Bu inanç belli bir yere kadar laik bir inanç. Yani günlük yaşama pek fazla karışmıyor, karıştığında çoğun sınırlı ve olumlu yönde karışıyor. (Şu dönem.)
Fakat başka bir şeyler var ki, başka birçok yaygın inanç var ki, günlük yaşama, politikaya karışıyor, insanları birlikte kafa yoramaz, birlikte iş yapamaz hale getiriyor. En yaygın ve tehlikelisi Freudculuk işte. Dünya ölçeğinde sol ve liberal aydınlar arasında bu denli sorgulanmaksızın kabul gören, terimleri günlük dilimizi idare eden başka bir ideoloji, inanç sistemi yok. Başka bir din yok.
ABD’de entelektüeller bilimle daha haşir neşir olduklarından Freudculuktan epeyce yakayı sıyırmışlar. Ama orada da doğru dürüst sol yok. Avrupa hâlâ Freud dini ve alt tarikatlarına bağlı. Gerçi Avrupa solu da sol değil, ama bizimkileri fena halde etkiliyor sol görünümüyle. Avrupa’da hâlâ liberal, sol, Marksist entelektüeller arasında Freudculuk ezici bir hakimiyete sahip. Her kesimden sağ ve sol liberaller, komünistler, anarşistler, yeşiller, Troçkistler arasında… (İlk Troçki soktu zaten Marksizme Freudculuğu) Sovyet karşıtlığının yaygınlığı nedeniyle (büyük ölçüde haklı nedenlere dayanan bir karşıtlık), Sovyet resmi ideolojisi ne derse tersini düşünen Avrupa komünistleri-sosyalistleri, Feudculuğu başa çıkılması güç bir salgın hastalık haline getirdiler.
Bizde bu işin misyonerliğini 80 öncesi ve sonrası Birikim ve Metis tayfaları üstlendi. Althusser dediler beynimizi …ler; Lacan, Zizek, Badiou dediler bilincimize ettiler. ÖDP’de Birgün’de bunlar, Cumhuriyet’te onlar, Aydınlık’a, soL’a bile sızdılar; sinemada onlar, Radikal-2 ve bilumum Pazar eklerinde, kitap gazetelerinde… Hangi kitap-dergi kapağını açarsan aç aynı yobaz, aynı felç edici dil… Aynı anal dönem, aynı Fallus önümüzde sallanıyor. Fallusu iter, geçip işimize bakarız da, Freudculuk sosyalist alemde liberalliğe açılan cezp edici, ışıklı bir kapı. Oraya doğru mihmandarlık yapan Leyla Erbil’den Murat Belge’ye, Yavuz Alogan’dan Ergin Yıldızoğlu’na yüzlerce melek…
En çok kafayı taktığım da en yakınımdakiler. Biri yayıncım Ahmet Öz, öbürü Tıp Bu Değil’den dost Mutluhan İzmir. Bu yazı dizisi kapsamlı bir “Evrimci Siyaset Psikolojisi” kitabının ilk halkası, bakalım ne yapacağız? Kitabı nasıl yayımlatacağız J Başkalarından geçtim, sadece Ahmet’le, Mutluhan’ın gerçekten parlak zekalarını akıl şeytanının yoluna saptırabilsem Ulu Tengri’den başka ne isterim.
Bu öylesine günlük yaşama ve siyasete bulaşan, onu kıpırdamaz hale getiren bir ideoloji ki, anti-laik şeriatçılıktan hiç farkı yok. Hatta keşke Nakşibendi veya Fethullahçı olsaydı bu arkadaşlarım. Ahmet veya Mutluhan o durumda, herhangi bir somut sorunla birlikte uğraşmaya çalıştığımızda, muhtemelen konuyla alakalı cin çeşitleri ya da meleklerin görev dağılımından bahsedeceklerdi, ben de he he diyecektim; çünkü bilimsel-somut dünyada bunların etkileri zayıflatılmış-sınırlandırılmıştır büyük ölçüde; işimizi birlikte yapmaya devam edecektik. Veyahut diyecekti ki biri, ben bir namaz kılıp geleyim, o namazını ifa ettikten sonra eylemde, etkinlikte tekrar buluşacaktık. (Olmaz ya, gerçi tek tük örnekleri görülmüyor değil, sadece bunun bizim açımızdan aslında daha kolay olduğunu anlatmaya çalışıyorum, bilim dışı, günlük hayat dışı samimi dinsel inançlarla daha kolay başa çıkılabileceğini, uyum sağlanacağını anlatmaya çalışıyorum.)
Ama bizim ideolojik inançlı, ideolojik dinli sol-sosyalist arkadaşlarımız öyle mi. Gittikleri her yere, her somut tartışmanın içine bu inançlarını getiriyorlar (en yaygını olan Freudculuktan başladık) ve insanın tüm şevkini, birliktelik ruhunu baştan kırıyorlar. Düşünebiliyor musunuz, herhangi bir iletişim sorununu veya gruplar arasındaki çatışmayı cinlerle, perilerle açıklamakta ısrar eden arkadaşlarınız çoğunluk olsa, ne gibi bir fikri veya eylemsel gelişim çıkar bundan? En basiti birlikte bir kitap yazsanız, yayın çıkarsanız, okurlar ne der buna? Peki, durmadan kastrasyon kompleksinden, Oedipus karmaşasından, fallustan, fallik dönemden, anal takıntıdan bahseden, Althusser’le yatan, Lacan’la kalkan sol teorisyenlerle nereye kadar gidebilirsiniz? Kimi aydın-entelektüel, kafası çalışır görüp yanına yanaşsanız yüzünü bir dönüyor ki: Walking Dead. Omurilikten düşünen bir Freudcu ve sizi midesine indirmeye çalışıyor. Freudcu değilseniz entel aleminin sopası sırtınızda, “ötekileştirme” had safhada, “kıro” sayılmak bonusu. Biz ne kadar ‘La kan’mayın bunlara desek, güç olamıyoruz ki, odak olamıyoruz ki, koruyamıyoruz beyinleri, sonuç: İnsanın dostunun gerçeklik duygusuna güveni tek bir noktadan kırılsa, ardından aynı coşkuyla birlikte mücadele edemiyorsun.
Peki Freud düşüncesi neden bu kadar çok tuttu, çok yayıldı?
Şimdi konuya yavaş yavaş girebiliriz. Ara başlıktaki sorunun beş yanıtı var. Hepsini teker teker açımlamadan önce bir sayalım. 1- Freud söyleminin dinsel karakteri, 2- Freudculuğun dinsel örgütlenme tarzı, 3- Freud’un dinsel-etnik kökeni, 4- İnsanlığın cinselliğe olan kallavi ilgisi, 5- İnsanlığın geçen yüzyıldaki düşünsel bir boşluğuna denk gelmesi…
1- Dinsel karakterde bir söylem-öğreti olarak Freudculuk
Başta da vurguladığımız üzere insanlığın dinsel inançlara ve söylemlere bir ihtiyacı, bir yatkınlığı söz konusu. Çok güçlü bir yatkınlık ve ihtiyaç.
Çok farklı kıtalarda birbirlerinden on binlerce kilometre ötede ve farklı dönemlerde yaşamış ilkel kabile, klanların ve daha geniş toplulukların birbirine çok benzer efsanelere, dinsel inanışlara ve ritüellere sahip olması bunun evrimsel olarak ve biyolojik anlamda türümüzün karakteri olduğunu düşündürüyor. Din ve insanlık ilişkisi şu anda yazmaya başladığımız kitabın ana temalarından biri olacak. Şimdi sadece Freudculuk bağlamında değiniyoruz.
İnsanlığın dine ve dinsel söyleme, inanışlara, efsanelere olan bu aşırı ilgisini bilim insanları arasında kabul etmeyen yok. Çok farklı eğilimlerden antropologlar, sosyologlar, evrimciler bu noktada birleşiyorlar. Ancak nedeni hakkında elbette ayrılıyorlar. Kimi evrimsel biyolojik yana ağırlık verirken, kimi olayı tamamen kültüre veya sosyo-ekonomik ilişkilere bağlıyor.
Hatta evrimci psikologlar arasında bile aynı konuda farklı birçok görüş çarpışabiliyor. Örnek: Memetik kavramını ortaya atan Dawkins’ten sonra onun bazı izleyicileri “mem” adı verilen, gen benzeri çalışan, taklit edilip kopyalanan davranış, söylem, imge biçimlerinin yayılarak kültürü oluşturduğunu ve insanlığın evriminde belli dönemden sonra bu kültürel form birimlerinin genler kadar etki gösterdiğini iddia ediyorlar.
İster biyolojiye ağırlık verelim, ister kültüre, isterse memlere, sonuç olarak insanlar arasında belli söylem biçimleri, davranış kalıpları daha kolay yayılıp kökleşiyor, bazıları ise bu kadar şanslı olmuyor. Sebebini başka bölümlerde tartışacağımız insanın bu dinsel yatkınlık özelliğine uyan kültürel yapılar şüphesiz ki en şanslı olanlar.
Freudculuğun söyleminde ve kuramın ana direğinde bu dinsel karakterlerden ne ararsanız mevcut. Mitolojiye, efsanelere dayanması, en bilinen en popüler edebi metinlere bolca göndermeler yapılması, Hıristiyanlıkta ve başka dinlerde sıkça kullanılan üçleme motifine uygun bir iskelet (Baba-oğul, kutsal ruh; Süperego, ego, İd), kuramın dinsel kitaplardan ve efsanelerden alınma Latince terim ve kavramların üstüne oturtulması, bolca “arketipal” arakaik simge, sembol kullanımı ve tüm bu biçimsel dini ögelerin de üstünde kuramın bütünüyle inanmaya, inanca dayanması. (Yanılmanın Gerçekliği, Kaan Arslanoğlu, İthaki Yay. 1. Bölüm, 5. Kısım)
Başka deyişle başından beri kanıtı, ispatı, bilimsel testlerle sınanmayı, ölçmeyi, nesnel olarak gözlemleyip yayımlamayı, eleştiriyi ve sorgulamayı hiç mi hiç takmaması. Bu konudaki eleştirileri baştan reddetmesi, ruh biliminin ölçmeyle, sınanmayla ilerlemeyeceğini iddiası.
Freudculuk ortaya çıktığında bilim bu kadar ileri değildi, insan fizyolojisiyle ilgili bilgilerse çok sınırlıydı. Böyle bir ortamda ruh ve beyin hakkında istediğiniz kadar üfürebilirdiniz. Size karşı çıkanlar da aksini ispatlayabilecek durumda değildi. Ama sonra Freudculuğun savları teker teker çürütüldü, birçok bilim dalında, buluşlarla, deneyle, ispatla. Ama onun izinden gidenler bu kez de pozitivizme karşı oluşan entelektüel tepkiden yararlandılar. Post modernizm doğuyordu yavaş yavaş ve geniş bir çevre maddiyatı, kanıta dayalı ispatı küçümsemeye başlamıştı. Freudculuk başlangıçtaki özüne tamamen aykırı biçimde liberal, muhalif, sol hatta sosyalist bir biçime büründü ve dinsel söylemini ilerici çevrelerde daha güzel oturttu.
Bu bakımdan bu güne kadar Freudculuğa karşı yaptığımız tüm itirazlar, onun dinsel söylemi kullandığı, bilimsel ispattan hep kaçtığı uyarılarımız bu çevrelerce “evet, ne olmuş, mecbur muyuz!” tarzında özgüvenli bir tepkiyle karşılandı.
Kendisi de bir psikanalist olan, yani ekolü tamamen terk etmeyen değerli bir yazar Louis Breger’in “Freud Görüntüsünün Ortasındaki Karanlık” kitabı bu güne kadar söylediklerimizi yeniden doğruluyor. (Yapı Kredi Yay.)
“Bu fikirleri destekleyecek inandırıcı bir kanıt asla olmadı; temelde kendi ihtiyaçlarından ve kişisel kör noktalarından kaynaklanıyordu.” (s.13) “Oedipal uyanışının anısında ise araya mesafe koyan Latince kelimeler –libida, matrem, nudam… (…) Oedipal hikayeye dayanarak rahatlatıcı bir mit yaratmıştır.” (s.32) “Esas becerisi dil ve edebiyat alanındaydı, yazar ya da filozof olabilirdi. Aslında ilk başta bu alana yönelmişti.” (s.67)
Önceleri dost oldukları Bleuler Freud’a şöyle yazar: “Benim için bu teori diğer gerçekler arasında yeni bir gerçek sadece… Bu yüzden de bütün kişiliğimi davanın ilerlemesi uğruna feda etmeye sizin kadar yatkın değilim. ‘Ya hep ya hiç’ prensibi mezhepler ve siyasi partiler için geçerlidir… bence bilim söz konusu olduğunda zararlıdır.” (s.248)
Freud ve izleyicilerinin bilimselliği yazılarına ve konferanslarına dayanıyordu. Yaptıkları pratik ve bilimsel sınama ise hastalarıyla ve birbirleriyle yaptıkları psikanaliz seanslarına. Bu seanslardan edindikleri izlenimleri tamamen teoriyi doğrulayacak yönde (deneyden teori çıkartacak yönde değil) nobran biçimde yorumluyorlar ve bunları yayımlıyorlardı. Başarısız tedavi girişimlerinden hiç söz edilmiyordu. Sansür tabii bir uygulamaydı. Gerçeği istedikleri gibi eğip büküyor, kesiyor, uzatıyorlardı. (Sayfa: 67, 189, 208, 245, 278, 295) Ve hatta Hans olayındaki gibi kimi vakalarda (s.239) gerçeği yönlendirme bilimsel ahlaksızlık boyutuna kadar varıyordu:
“Hans at fobisinden mustaripti, onu ısıracaklarından ya da sokakta düşüp ‘bağıracaklarından’ korkuyordu. Freud atların babayı; ısırılmanınsa, Hans’ın annesine duyduğu cinsel arzu yüzünden hadım edilme korkusunu simgelediği yorumunda bulundu. Freud’un talimatları doğrultusunda oğlunun analisti rolünü üstlenen Hans’ın babası, küçük çocuğun cinsel merakını, bebeklerin nereden geldiğiyle ilgilenmesini, anababasına karşı hislerini ve oedipal açıdan korkularını tekrar tekrar yorumladı. Freud’un kendi versiyonunda bile Hans’ın bu yorumları doğrulamadığı; hayatında, çatışmalarını ve kaygılarını daha ikna edici bir şekilde açıklayan başka etkenler olduğu açıktır.”
Küçük Hans vakası daha sonra “Oedipal Karmaşa” kuramının “kanıtı” olarak kullanılacaktı. Bu vaka örneğinde sadece birden fazla tıbbi etik, bilimsel etik ihlali yoktu, aynı zamanda Freud ve izleyicilerinin sıkça yaptıkları hastaya açıkça zarar verme hali vardı ki başka birkaç bakımdan, yasal suçtu bunlar ve Freud’un kendisi düpedüz kriminal bir vakaydı.
Dinsel bir örgütlenme olarak Freudculuk
Aynı kitaptan, 1991’de Freud ilk havarilerinden Stekel’in ifadesi:
“Freud’un öğretisi olan öğretimizin günbegün daha fazla destekçi kazandığını ve sürekli ileri gittiğini gururla söyleyebiliriz… Bugünlerde herkesin yararı için tek tek bireylerden fedakarlık bekleyen bir tarikatın üyeleri gibi hissediyoruz kendimizi.” (s.250)
Örgütlenme ve öğreti yayımı, dinsel bir tarikatın neredeyse tüm yöntemlerini kullanıyordu. Yakın çevre çekirdek örgütlenme, havariler oluşturma, onların bağlılığından tam emin olma (tekrarlayan psikanaliz seansları ve kapalı toplantılar) ve onları değişik ülkelerde misyonla görevlendirme… Gizli karar almalar, halka açık konferanslar. Yeni müritlerin kabulü. Yeni müritlerin kabulü için erginlenme seansları (psikanaliz seansları). Davadan dönenin aforoz edilmesi ve itibarsızlaştırılması.
Bu erginlenme töreni veya takdis ritüeli öyle katıdır ki en yakın, en sadık havarilerden biri olan ve psikanalizi ABD’de kökleştiren Otto Rank, Freud’u eleştirmesinin ardından aforoz edilir ve onun psikanalizden geçirdiği bütün müritlerin takdisi mekruh ilan edilir. Onlar yeni havariler tarafından tekrar analizden geçirilir. (s. 425)
Tarikatta problem çıkartılacağına inanılan kişilerden, en yakın havarilerden de olsa yazılı itirafnameler alınırdı. Psikanaliz seanslarında itiraf ettikleri şeyleri yazıya döküp imzalamaları istenirdi. Ki, ayrılık gerçekleştirildiğinde “O zaten hastaydı” diyebilmek için. Nitekim ayrılan her kişi hakkında bu yönde hasta-hekim gizliliğinde veya dost güvenliğinde kalması gereken sırlar ifşa edilir, kişiye psikotik, nörotik, karakter bozukluğu damgası vurulurdu. (s. 420)
İş bununla kalmayıp Freud ve ekibi Bolşevik Parti’nin, hatta Stalinci partinin yöntemlerine de başvurdu. Tüm dünya psikanaliz hareketini yönetmek ve çatlak sesleri doğmadan bastırmak için bir gizli komite kuruldu 1912’de. Merkez Büro’nun ilk üyeleri Freud, Jones, Rank, Ferenczi, Abraham ve Sachs idi. Yaptıkları iş atamaları saptamak, sansürü denetlemek, ihraç kararlarını vermekti. (S. 270-73).
“Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler romanındaki ‘Büyük Engizitör’ bölümünde yazdığı gibi insanların çoğu özgürlükten rahatsız olur, ‘mucize, gizem ve otorite’ arar. Pek çok kişi hayatın belirsizliklerine cevaplar sunan ve kendilerine kılavuzluk eden güçlü bir liderin başını çektiği inanç sistemleri ve davalara katılırlar” (Breger, s. 273)
ARA SONUÇ: Birinci ve İkinci Büyük Savaş’ta insanlık çok büyük bir travmaya uğradı, bu arada savaşta suç ortaklığı yapan geleneksel dinlerin vahşeti ve gericiliği iyice açığa çıktı. Batı aydını kendine sığınacak manevi bir liman arıyordu. Bu Marksizm, anarşizm olamazdı, sosyalizm mücadelesi zordu, travmayı azaltmıyor, artırıyordu ve üstelik Sovyet deneyi büyük hayal kırıklığı yaratmıştı. Savaş yıkımını devasa boyutlara getiren teknolojiyi yaratan bilim de suçlanıyordu. Pozitivizmin ahlaki bir nihilizme yol açtığı düşünülüyordu. İşte bu ortamda Freud bir peygamber olarak ortaya çıktı, psikanaliz “nazil oldu”. Avrupa ve ABD entelektüel alemi, orta ve üst sınıfı kendine çok daha saygın, deşifre olmamış, her şeyi açıklayabilen, her konuda rahatlatan yeni bir din buldu. Bu din kişilere hiç riske girmeden müthiş bir önemlilik hissi, aidiyet ve korunma duygusu veriyordu.
Kaan Arslanoğlu
(Devam edecek, tahminen 4-5 bölüm daha gelecek)