Başkalarının anılarıyla bir “Devir” romanı yazılabilir mi?
“Evet, ama yetmez!”
Sıradan bir okurun, Devir romanı için gözlem ve saptamaları. Ben herhangi bir okurum. Hiçbir iddiam olmadan, Ece Temelkuran’ın (ET), Devir adlı romanıyla ilgili görüş ve eleştirilerimi yazdım. Olağanüstü yazınsal anlatı, yetkin bir estetik beğeni, çok katmanlı okuma, iç ayrımlaştırma gibi sözler edemem. Benimkiler ancak günlük ve basit oldu, olabildiğince. Sonra da okuyucusu, yorumcusu, ufaktan da olsa yazarı ve zaman zaman kavgacılarından biri olduğum sitemize gönderdim, okuyan olur diye.
Okuduğum bir kitabın kâğıdına, kapağına, boyasına, cildine hiç bakmam. Hele modern zamanlarda, bunlar, haksız rekabete çok açık durumlardır diye düşünürüm. Buna da bakmadım. Ama kitabın rahat okunabilir bir boyutta ve harf büyüklüğünde olduğunu söyleyebilirim. Ancak hemen, yazı tipi için çekince koyuyorum: yazar, iki esas karakteri (Ayşe ve Ali) konuştururken iki değişik yazı tipi kullanmış Birisi, Times New Roman, diğeri Calibri ya da Ariel mi tam çıkaramadım (Yayınevine e-postayla sordum. Yayınevi Koordinatörü’nden “maalesef bu tür bilgiyi dışarıya veremiyoruz” diye dışarılayıcı bir yanıt aldım. Ben de döndüm, matbaacı dostum Aydın’a sordum. O da; “birisi Times New Roman, öbürü, %99 ihtimalle Incised901 bt, hocam” dedi). Yazar bunu neden yapmış bilmiyorum ama biraz tuhaf olmuş. Düşündüm, daha önce böyle bir şey gördüm mü? diye ama hatırlayamadım doğrusu. Bana biraz yazarın tembelliği gibi geldi, olayları bağlama zahmetine girmemiş sanki. Belki bir yazım tekniği midir, onu bilemem.
Kitabın geneline ve iki bölümüne (1. ve 9. Üniteler) ait görüşlerim aşağıdadır. Birinci Ünite/Bölümü seçmemin nedeni, Can Yayınları’nın internet sayfasında, kitabın ilk 24 sayfası, tanıtım amacıyla tam metin okunabiliyor. Gerçi Google Books ile daha fazlasına da ulaşabilirsiniz. Dokuzuncu Ünite/Bölümü, içinde geçen bir bilimsel makale dolayısıyla, profesyonel ilgi alanıma girdiğinden yazıma konu ettim. Kitabın diğer bölümlerini irdelemek ise, hem buraya sığmaz, hem de değer mi, emin değilim. Bu arada, yazarı tanımam, daha önce bir kitabını okumadım, belki geçmişte birkaç makalesini okumuş olabilirim. Bir de, bu kitapla ilgili, yazarla yapılmış dört röportajı ve bir değerlendirmeyi ─t24, diken, Hürriyet Kelebek, BBC Türkçe, Cumhuriyet Kitap─ okudum. Yani yazarı ne severim, ne sevmem. Kendisine karşı hiçbir yargım/önyargım yok! Bilinsin yani.
Kitabın yazarı 1973 doğumlu ET, 1980 yılında yedi yaşında olmalıdır. Romanın ana karakteri Ayşe ise ET’den bir yaş büyük olup, 8 yaşındadır. Yani bir yerde, ET kendini konuşturmaktadır. Romanda, Ayşe’nin ve arkadaşı Ali’nin ağzından, 12 Eylül 1980 darbesinin hemen öncesindeki birkaç aylık (Mayıs-Eylül) döneme ait olaylar, anılar anlatılıyor. Bunların birçoğu -belki de hepsi- gerçeklere dayanıyor. Ama sekiz yaşındaki bir çocuğun gözlem ve değerlendirme yeteneğinin üstündeki bir dille ifade edilmiş. Ayşe’nin bu çokbilmiş, büyümüş de küçülmüş konuşmaları inandırıcı değil. Roman, geçtiği yer ve dönem (Ankara, 1980 yılı) itibariyle benim de çocukluğuma denk geliyor. Ancak o zaman ben 15 yaşımdayım, haliyle daha fazla gözlem ve anıya sahibim. Bu nedenle konuya ve döneme aşinayım. Ancak arada bir farkla; benim gözlem/anılarım gerçek, romandakiler ise gerçek bile olsalar, yazara ait değiller/olamazlar. Evet, evet doğru! Bir devir romanı olmak, hatırlanmayacakları hatırlatmak ve gelecek nesillere bırakmak iddiasındaki bu romanın; yakıcı, acıtan, iç burkan hiçbir anısı/duygusu/deneyimi/hikâyesi yazara ait değil. Hepsini ödünç almış, yeniden ve kimisini de bozarak kurgulamış. Ve sanırım, kitabın son sayfasında (s. 493), “Bu romana güvenip hikayelerini esirgemeyen” diyerek ismini saydığı 27 kişi ile “…ve ismini anamadığım daha birçokları…” diyerek teşekkür ettiği sayısız kişinin anı ve yaşantılarını kullanıp, harmanlayarak bir kolaj yaratmış yazar adeta. Olay/anı akışındaki kesiklik, tutukluluğun bir nedeni de bu olsa gerek. İnandırıcılığında bir eksiklik var ve sanki her bir bölüm, bitmeyen bir pembe dizi bölümü gibi yazılmış.
Romanda Ayşe, annesi ve anneannesinin oluşturduğu üç nesle ait konuların akışı, Ayşe ve Ali’nin çocuk gözünden olayların değerlendirilmesi, Kurtuluş (Türk, laik, ülkücü-devrimci, şehirli ve burjuva) ve Seyranbağları (Kürt, Alevi, ülkücü-devrimci, köylü ve gecekondu) mahallelerinin üzerinden analizler, Ali ve Ayşe’nin Millet Meclis’ine “kelebek” sokmak için, Meclis arşivinde ipekböceği yetiştirme çabaları ile devrimcileri özgürleştirmek için Kuğulu Park’daki kuğuları uçurmaya çalışmaları üzerinden metaforik anlatımlar var bolca. Ve bir de, Ayşe’nin kokular ve sesler dünyası ile konuşamayan (otistik?) Ali’nin cebinde taşıdığı ip parçaları, tüm roman boyunca bir görünüp bir kayboluyorlar. Bu son ikisi, ET’nin patchwork işine, biraz edebi tad katmak için kullanılmışlar ama tam tersine, sizi gereksiz yere meşgul ediyorlar.
Önce şu kuğular. Bilmeyenler için söyleyelim ki, çoğu Ankara’lının (ilçeleriyle birlikte hesaplayın), ne Kuğulu Park’la ne de oradaki kuğularla, herhangi bir aidiyet ilişkisi vardır. Bunlar, çoğu Ankara’lıya hiçbir şey ifade etmez. Evet, bilinir ancak hiçbir şekilde kültürel, romantik, simgesel değer taşımaz. Dolayısıyla, kuğular üzerinde kurgulanan hikâye çok zorlama kalıyor. Yani, Ankara kuğularından bir Martı Jonathan Livingston çıkmıyor.
Bu çılgın ve hüzünlü ülkede her şeyin neden ve nasıl olup da hâlâ devam edebildiğini sadece o dilsiz kuğular bilir… (s. 13)
Yukarıda söylendi, kuğular en az bir uzaylı kadar bizdendir. Öte yandan “Çılgın ve hüzünlü ülke”, N.B. Ceylan’ın “yalnız ve güzel ülkem” etkisi yaratmaktan çok uzak…
Şimdi geçelim iki bölümü/üniteyi incelemeye.
1. Ünite
Ailemizi Tanıyalım (s. 15-40)
Bizim bir arkadaş, Milliyetçi Cephe Hükümeti’nin işten attırdığı uzmanlardan… Çocuk Harvard’da yüksek lisans yaptı ama işte… Yerine bir ülkücüyü getirdiler. Bizim odaya oturttular. Katil midir nedir! (s. 23)
Harvard’da yapılan yüksek lisansla çelişen durum, eğitim durumudur. “Katil midir nedir!” yerine “İlkokul mezunu mudur nedir!” demeliydi ki biz çelişkiyi anlayabilelim. “Ülkücü-katil” klişe retoriği, daha somut olarak zaten ileride işleniyor. Burada mesele, Harvard’lının koltuğunun gitmiş olmasıdır. Ama bu ucuz kalıp, tüm zamanların en basit sorusunu derhal akla getiriyor bu vesileyle: “her ülkücü katil midir?” veya “her devrimci eşsiz bir hümanist midir?”
“Yine mi bu Hergün pisliği okuyorsun Dedektif? Getirme gözünü seveyim şu cürufu buraya.”
“Öyle diyorsun da abi, bak! Bu yazıya bak abi.”
…
“Necip Fazıl ‘Ülkücüye Kaside’ diye bir şey yazmış da ona bakıyordum…” (s. 23)
Kömür yandıktan sonra kazanda kalan küle cüruf denir. Cüruf’tan briket yapıldığını biliyorum. Çocukluğumda bahçede biriktirilir sonra parayla satılırdı bir zamanlar, ama sonraları üstüne para verilmeye başlandı, onu oradan kaldırmak için. Yazar, o dönemin sağcı gazetesi Hergün’ü aşağılamak istiyor ama cüruf yerine çaput veya çirkef’i kullanmalıydı. En doğrusu ise paçavra olurdu galiba. Cüruf tam alakasız kalıyor.
İnternet’te, Necip Fazıl’ın Ülkücüye Kaside şiiri için, ilk kez 9 Haziran 1980’de Babıâli’de Sabah gazetesinde yayınlanmıştır diyor, Hergün’de değil (1). Eğer ET kasideyi Hergün’de gözüyle gördüyse, biz de inanabiliriz. Yok değilse, bu gerçeği çarpıtmaktır. Hergün’ü eleştirecek çok daha fazla unsur bulunabilir şüphesiz, ama yayınlanmamış şiir üstünden vurmak, doğru mudur?
Kurtuluş Parkı’nın girişinde yirmili yaşlarında takım elbiseli iki genç, dört çocuklu Doğulu bir aileyi durdurdu. Köyden yeni gelmiş gibiler, parkın ülkücülerin kontrolünde olduğunu bilmedikleri kesin. (s. 27)
Doğulu bir aile dışarıdan bakınca nasıl anlaşılıyor acaba? Orası Ankara’nın göbeği, Kızılay’ın yanı başı, her yerde binlerce, farklı giyimde insan var. Hani otobüs terminali olsa, bir ihtimal indiği otobüs firmasına bakarak, tahmin edilebilir belki taşradan, köyden, Doğu’dan geldiği. ET utanmasa da Kürt dese ya! Açıkça ülkücüleri, Kürtlere kötü muamele ettirse, zaman ve zemin uygun nasılsa.
Balığın omurgasını üzerinde hiç et kalmadan çıkarabildi… (s. 29)
Balığın omurgası mı? Birkaç cümle sonrası kelime oyunu yapmak için, kılçık yerine omurga kullanıyor ancak burada kılçık dese, sonraki metaforu yapamayacağından ET bizi rahatsız etmeyi yeğliyor.
Bakalım yanaklarımı nasıl oyacak şimdi… (s. 30)
Yine az önce, balığın yanak etlerinin ayıklanma sahnesinden (s. 29) benzetme yaparak kendi yanaklarını oyduruyor ama bu hiç bildiğimiz bir deyim değil ki. Daha doğrusu böyle bir deyim yok. Göz, çukurda olduğu için oyulabilir. Gözünü oymak deyimi vardır ama yanak oyulmaz ancak kesilebilir olsa olsa.
Balığın sırt kılçıklarını da tek parça halinde çıkardı böylece… (s. 30)
“Sırt kılçığına” yüzgeç diyoruz.
Geçmişe bakmak bir kaleydoskopa bakmak gibi. (s. 30)
Ey okuyucu, en son ne zaman bir kaleydoskopa baktın, sorarım sana? Milyonlarca ve milyonlarca bireyinin bir kaleydoskopa bakmadığı, kaleydoskopun ne olduğunu bile bilmediği bir topluma, bu anlaşılmaz tanımla hangi duyguyu aktarmak mümkün acaba? İlerideki İngilizce tercümeye hazırlıksa eğer, bak ona bir şey demem, çünkü batı kültürünün kavramıdır, yabancı gelmez o okura.
Ankara’daki balıklar İstanbul’dakinden de taze diyorlar… (s. 31)
Yıl 1980, emin olun Ankara’da balık malık yenmiyordu doğru dürüst. Bir tek hamsi yenirdi, bir de mevsiminde palamut, eğer akını olursa o da. Arada bir de mezgit. Öyle lokantada yenmez hem de, evde yenir. Bu söylem, 80’ler sonrasının arabesk, taverna vs. ile kendini eğlenceye vuran zamanların lafıdır. Daha önceleri böyle laflar edilmezdi, inanmayın. Ama bakın size o döneme ait şöyle balıklı bir anı aktarayım; bir zamanlar Ankara’da yediğimiz tavuklar balık kokardı. Meğer, balıklı yemlerle beslerlermiş tavukları, kokusu da tavuğun etine sinermiş. Uzunca bir süre böyle devam ettiğini hatırlarım. Yerdik o balık kokulu tavukları.
…Abdullah Bey, Adalet Partililerin alametifarikası olan müstehzi gülüşüyle sordu. (s. 31)
Devrimcilerin posbıyığı-parkası, ülkücülerin sarkık bıyığı-kumaş paltosu, MSP’nin takunyası onların alamet-i farikası idi ancak AP’lilerin müstehzi gülüşü diye bir şey yoktu o zamanlar. CHP’nin de yoktu. Olsa bilirdik. Oradaydık.
Abdullah Bey’in badem bıyıkları altından domur domur dudakları parlıyor. (s. 32)
Domur domur (kabarık, iri taneli) ter olur, gözyaşı olur, su damlası olur, hatta meme bile olur da dudak olmaz. Onun oluru köfte dudak’tır.
Yürümeli… Yürümeli biraz… Ama ayakkabı canıma okudu… Bastım ayakkabının arkasına. Şak şak topuğuma vururken ayakkabı, Cinnah’tan indim… Yaşlı bir adam koluma dokundu:
“Kızım al, cebimde varmış, ayağına yapıştırırsın.”
Adamın elinde bir yara bandı… “Al kızım, kanamış ayağın.” (s. 34,35)
Arkasına (topuğuna) basılan ayakkabının neresi vurur da kanatır? Zaten terlik gibi giymiş. Burnu vuruyor desen, kanadığı nasıl görülür. Yaşlı –belki de ayak fetişisti olan adama, bir yara bandı verdirmek için, iki sayfa yazı fazla değil mi?
9. Ünite
Türkiye Cumhuriyeti Demokrasiyle Yönetilir (s. 187-233)
Hüseyin Abi’nin sümükleri aktı. Hani insan ağlarken sümükleri boğazına akar ya ılık gibi, tatlı gibi, öyle oldu ona, anladım ben. (s. 192)
Seher Teyze’nin sümükleri bağırınca ağzından püskürdü. (11. Ünite, s. 284)
Sümük işinde bir karışıklık var. Ağızdan püsküren tükürüktür. Başkasının sümüğünün sıcaklığı ve tadını tarif etmek okuyucuya ne veriyor? Bu tarif, Hüseyin abiyle duygudaş olmamız için yetersiz.
Hüseyin Abi’nin boynundaki mavi damar pıt pıt pıt diye atıyor. (s. 209)
Boyunun iki yanında, kimi kişilerde görülebilen mavi damarlar, toplardamarlardır. Bunlarda nabız yoktur, elle hissedilmez, gözle de görülmez. Pıt pıt pıt diye atanlar, atardamarlardır, mavi değildirler, dışarıdan bakınca da görülmezler. Bunu yazıyorsa yazar, bu kadarını bilmek zorundadır. Kolay değil bir devir romanı yazılıyor, sağlam olmalı neticede.
Zamanın tozunu yutmadan zamanın içinden geçmek mümkün değil. (s. 207)
…Zamanın tozunu yutmuyorsan bedelini ödersin. (s. 213)
Lili Marlen Türküsü’ndeki, “Dehrin (zamanın) cefasını çektik, sefasını süreceğiz” tadında bir söylem, inceden bir etkilenme var gibi hissediyorum, ama bilemem artık.
“Yan apartmanda kadınlar sabahları mukabele diye bir şey yapıyor anne, sen duydun mu?”
“Yemek miymiş o?” (F. Gülen’in sevdiği söylenen, maklube’yi mi anlamamız lazım?)
“Yok, işte dua okuyorlarmış ramazan diye.”
“Aman iyi okusunlar. Onlar biraz gerici zaten, o yan apartman. Yozgatlı mı ne hepsi…” (s. 219)
O zamanlar Yozgatlı olmak, ülkücü olmayı işaret ederdi. Gerici diyerek, hangi şehrin kastedilmesi gerektiğini çok iyi bilmesi gerek ET’nin, ama yine gerçeği çarpıtıyor ve bizden saklıyor özenle. Olsun, zamane din tacirleriyle papaz olmasın da.
(Ayşe’nin ağzından) …Ali gelmiş! Zaten gelir ki o! (s. 226, satır 21)
(Ali’nin ağzından) Ayşe beni görünce sevindi! (s. 226, satır 22)
(Ayşe’nin ağzından) Zaten Ali ile biz karar verdik. (s. 227, satır 7)
(Ali’nin ağzından) Çünkü Ayşe ile karar verdik biz. (s. 227, satır 8)
Peki, biz ne kötülük işledik de bu satırları okumak zorunda kalıyoruz acaba? Okuduğumuzu bir kerede anlamıyor muyuz da, tekrar kafamıza vuruyor yazar? Bu nasıl bir “yazınsallaştırmaktır”, bu mudur dönemin atmosferini olduğu gibi göstermek?
İNTİHAL
“Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Cerrahi Kliniği’ne yapılan başvuru sonucu şu âna kadar bir kuğu üzerinde çalışılmıştır. Ankara Kuğulu Park’tan Genelkurmay Başkanı’nın rezidansına nakledilen kuğu, eski yerine dönmek için uçmuş ve yüksek binalarla ağaçlara çarparak, koma halinde kliniğimize getirilmiştir. Yapılan müdahalelere rağmen kurtarılamamıştır. Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı’nın belediyeden talebi üzerine belediye yetkilileri, parktaki diğer kuğuların uçmasının önlenmesi için gerekli operasyonun yapılması isteğinde bulunmuşlardır.
Kliniğimize yansıyan istek doğrultusunda bir kuğuda başvurduğumuz, m. Extensor pollicis brevis’in tenectomie işleminde arzulanan sonuç elde edilmiştir. Literatür kaynaklarda belirtildiği gibi, bu operatif işlemden sonra kanadın uçmayı engelleyecek oranda bükülü kaldığı ve kanat tam açılmadığı için kuğunun uçup uzaklaşamadığı tespit edilmiştir. Tenectomie operasyonunun basit olduğu kadar çok kısa bir sürede gerçekleştirildiğini vurgulamak yerinde olacaktır. Ayrıca kuğunun bu operasyona bağlı olarak, havuzdaki normal yaşamını olumsuz yönde etkileyebilecek bir komplikasyonla karşılaşılmamış, kuğudaki uçma arzusunun da ortadan kalktığı gözlemlenmiştir. Bu teknikle yapılan işlemlerde kanadın operasyon öncesi görünüşünü sürdürdüğü ve hayvanın hem gösteri hem de üreme için gerekli aktivitelerini gerçekleştirebildiği kaydedilmektedir. Bu sebeple Kuğulu Park’taki diğer kuğular üzerinde de aynı işlemin tekrar edilmesi mümkündür. Parktaki hayvanların gösteri işlevi düşünüldüğünde her seferinde bir kuğunun ameliyat edilmesi uygundur.”
(s. 228, 229)
Yukarıda ET’nin yazdığı “özgün” ifadeler. Aşağıda ise, bu satırların kaynak gösterilmeden alındığı orijinal metin. Kendiniz karşılaştırın. İşte bu “kalın” bir etkilenmedir. Biz buna intihal diyoruz.
Çok sınırlı olan literatür bilgilere dayanarak yukarıda sunulan ve kanatlı hayvanların uçma yeteneğinin tamamen ortadan kaldırılması konusunda, seyrek de olsa A.Ü. Veteriner Fakültesi Cerrahi Kliniği’ne başvurular olmaktadır. Örneğin; Ankara Kuğulu Park’ından, Seymenler Parkı’na nakledilen kuğulardan üçü, değişik zamanlarda eski yerlerine dönmek üzere uçmuşlar ve yüksek binalar ile ağaçlara çarparak, travmatik koma tablosu içinde kliniğimize getirilmişler, yapılan müdahalelere rağmen kurtarılamamışlardır. Belediye park yöneticileri diğer kuğuların uçmalarının önlenmesi için gerekli operasyonun yapılması isteğinde bulunmuşlardır.
Kliniğimize yansıyan istekler doğrultusunda, 17 kuğu’da başvurduğumuz m. extensor pollicis brevis’in tendosunun tenectomie işleminden arzulanan sonuçlar elde edilmiştir. Literatür kaynaklarda (2, 5) belirtildiği gibi, bu operatif işlemden sonra kanadın uçmayı engelleyecek oranda bükülü kaldığı ve kanat tam açılamadığı için, kuğuların uçup uzaklaşamadıkları tesbit edilmiştir. Tenectomie operasyonunun basit olduğu kadar çok kısa bir sürede gerçekleştirildiğini vurgulamak yerinde olacaktır. Ayrıca kuğuların bu operasyona bağlı olarak, havuzdaki normal yaşamlarını olumsuz yönde etkileyebilecek bir komplikasyonla da karşılaşılmamıştır.
(Aslanbey D, Gürkan M, Sağlam M. A.Ü. Vet. Fak. Derg. 35 (1) : 104-109, 1988 )
Vikipedi, intihali şöyle tanımlıyor:
“İntihal (TDK: Aşırma), bir kişinin eserinde başka kişilerin ifade, buluş veya düşüncelerini kaynak göstermeksizin kendisine aitmiş gibi kullanması. İntihal bir tür sahtekârlık ve hırsızlıktır.
Başlıca türleri:
1. Alıntı ifadeler ve fikirler için kaynak göstermemek
2. Ödünç alınan ifadeleri tırnak içinde yazmamak ve kaynak göstermemek” (2)
Peki nereden ve nasıl mı intihal diyoruz? Bu tarife göre, alıntı ve ifadeler için kaynak gösterilmemiş, ödünç alınan ifadeler tırnak içinde gösterilmemiş ve kaynak gösterilmemiştir. Buyrun başka bir açıklama ve kanıt daha. Uçmamaları için kuğulara yapılan cerrahi işlemin tarif edildiği bilimsel yayının adı;
KUĞULARDA MUSCULUS EXTENSOR POLLICIS BREVIS'İN TENEKTOMİSİ İLE UÇMA YETENEĞİNİN ORTADAN KALDIRILMASI ÜZERİNE ÇALIŞMALAR
olup, yazarları Doğan Aslanbey, Mehmet Gürkan ve Mehmet Sağlam’dır. Bu bilimsel makale, 1988’de Ankara Üniversitesi Veteriner Fakültesi Dergisi’nde (A.Ü. Vet. Fak. Derg. 35 (1) : 104-109, 1988) yayınlanmıştır (3). Yazarlar, işlemi yazı resminin (üstte) sağ alt köşesindeki gibi resmetmişlerdir.
ET ise bilimsel makale’nin 106. sayfasındaki bu resmi, altındaki açıklamayı almadan ve her hangi bir kaynak göstermeksizin aynen, romanında kullanmıştır (s. 230). Durun bitmedi. Daha da ilginç olan şu; Google Books’tan girip Devir’i okuduğunuzda, yukarıdaki bu resmin açılmadığını göreceksiniz. Onun yerine şu yazıyor: “Telif haklarıyla korunan resim”. Oysa ki bu resim bilimsel bir yayından alınmış olup, altına kaynak literatür bilgisi yazılsa, görüntülenmesinde hiç bir sorun olmazdı. Ama acaba bunun için yazarlardan izin alındı mı? Alındıysa kitabın bir yerlerinde bunun belirtilmesi gerekmekte. Ancak ben böyle bir ibareye rastlamadım. Böyle bir izin alındıysa eğer, bu yazdıklarım boşadır elbette.
Bir yanıltma da şu; bilimsel makale 1988’de yayınlanmış ancak kitaptaki olaylar 1980’de geçiyor. Yazar, izinsiz ve tahrif ederek eserlerini kullandığı Aslanbey, Gürkan ve Sağlam’ın yanı sıra, zaman ve olayları çorba yapıp, hatıralarımızı örseleyerek biz okurlara da saygısızlık ediyor.
Son söz: Best seller siyasi-felsefi-romantik fiction yazacağım diyerek, 80 Darbesi’nin hemen öncesindeki bu “Devir”in, 7-8 yaşlarındaki iki küçük çocuğun dilinden aktarılacak denli basite indirgenerek, dönemsel klişe imgelerle anlatılması, sakil olmasının yanı sıra ve belki daha da önemlisi, o dönemin devrimci gençlerine, kendilerini davalarına adamış o inançlı ve idealist insanlara karşı, hak etmedikleri saygısızlık ve ucuz bir yöntem olarak geliyor bana. Ne yapalım ki devir, ucuzluk devri…
Mehmet HARMA
Kaynaklar:
1.http://www.n-f-k.com/nfkforum/index.php?/topic/4495-ulkucuye-kasidebu-siir-ustada-mi-ait/ erişim tarihi: 23.02.2015
2. http://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0ntihal erişim tarihi: 23.02.2015
3. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/11/586/7423.pdf erişim tarihi: 23.02.2015