insanbu sitesinin değerli baş editörü Taylan Kara’ya mektubumdur.
Her ne kadar değerli bir editörünüzle 600 ve zamlısıyla 750 karakter içinde tartışıp dursak da, “yazıların altında 750’lik yazmaya devam et, kendin yazı yazma” diyen olmadı. Ben de genişleyen sınırı tamamen yıkıp rahat rahat yazmaya karar verdim, belki daha kolay anlaşırız. Ama burada tartışmalar sert, “önce kendimi koruyucu bir önlem alayım” dedim. ML’yi terk ettiğim ve günde 4-6 saat kitap okuyup, hem de işimi yapıp maaşımı aldığım iyi günlerimde tarihe merak sarmıştım. Macaristanın Pecs şehrinden Peçevi İbrahim Efendi’nin tarih kitabı da bunlar arasındaydı. Kültür bakanlığı yayınlarından, girişi biraz karışıkça olsa da orijinalinde Farsça yazıldığı hatırlatılan bir cümlesi beni çok etkiledi:
“Açıkça söylerim ki hep yaptıklarım, ettiklerim hatadır”
Ben de sözüme aynen öyle diyerek başlamak isterim.
Ben dalaşacak adam aramıyorum, işimde bu bol zaten. Ben bu siteyi ciddiyetle okuyorum ve ciddiyetle yazıyorum. Yağız benden çok öncesinden beri yapmış, gördüm, hala yapıyor, görüyorum. Kaan’ın sorduğu tüm “neden ve niye, üstten bakış, ironi” sorularının Yağız tarafından açıkça, sonra satır aralarında ve sonunda ironiyle defalarca verilmiş cevapları var, anlayana ya da umursayana. Görüyorum ki SE anlamakta ve tartışmakta çok başarılı, HM'de öyle, ama başka kimsenin kıl kadar taktığı yok.
Bir fikir sitesinde, çalışılmış ve profesyonel bilgiye dayanarak ciddiyetle kritik yapan, saçı değirmende ağartmadığı aşikâr insanlarla; kariyeri olsa bile, alçakgönüllü davrandığından, “nasılsa bizden” diyerek maşak geçiliyor. Kelimelerle oynanıyor ya da “kasten yanlış anlama” gibi çocuk oyunu yapılıyor. O halde cevap vermek için ironiden başka şans var mı? O zaman da “iğneledin, üstten baktın” oluyor. Kurtuluş yok, kurtlar sarmasına geldik. Ya kaçacağız, ya taktik değiştireceğiz. Ben ikinciyi seçtim, farklı taktikle devam edeceğim. Vatana-millete faidesi olduğuna inandığım sürece burada kalmayı becerebilmek istiyorum.
Kaan, sevgili kardeşim,
“hızlı ve aşırı tepki” benden değil insanbu'dan geldi, iki yandan, hem de kariyerlerle, tomalarla. Bir gün içinde bu tartışmaya mahsus yazı yazıldı ve “sayın editörlerin izniyle” yayına girdi. İnsafı olan baksın, kim hızlı. Yoksa valla 154 “alo trafik”i arıycam, bu işi trafik polisi halleder.
Ben de bu hız ve yoğunluğa -hele 600 karakterle- uyamadım. Bunun için makul, pozitif bilime dayanmaya çalışan kritiklerime gelen bu garip hücuma, tekrar düşünerek, tartarak açıklamalar yaptım, sorular sordum. Taşların kaşı oynamadı. Kedi-fare oyununda fare olarak ironiden başka silahım kalmadığı için, gittikçe artan dozda iğnelerle cevap verdim ki bu yazıda çok daha fazlasını görebilirsin.
Benim ısrarımın nedeni net: İki kitabı da okudum. Tıp bu değil haklısınız, evet, sizi çok ciddiye alıyorum. Bazı eleştirileriniz sağlam değil, ama tartışmayı kabul ederseniz tartışılabilir, güçlendirilebilir. Ama insanbu’da son gördüğüm önerileriniz ve ısrarınız bilimsel olarak dayanaksız ya da bilimsel bilgiyi çok aşan derecede iddialı. Buna karşı yapılan eleştiriye gelen cevaplar zayıf ve yandan, yani “mevzu dışı”. Ataklar çok hızlı, çok heyecanlı ve iyi düşünülmemiş. Bu tarzda ve aslında tamamen gereksiz savunmada da kararlı olarak ısrar ediliyor.
Öncelikle bilesin ki ben ML'yi çoktan bıraktım, 20 yılı aştı. Artık akla ve bilime dayanan ve düşünülmüş bir küçük söz en büyük değerim, kimden gelirse gelsin. Aksi özellikte nutuklar birkaç dakkada canımı sıkıyor, bu türden sayfalarca yazıya -bir şey çıkar umuduyla sabırla çok okudum- değer vermem. Tersini saatlerce dinleyebilir, defalarca okuyabilirim.
Dostum, “Doktorlar hastalarına birçok şey önerirler ve önermelidirler, her birinde bunun kanıtı ne diye soruyorsanız o başka, o zaman da zaten kimse ağzını açamaz” demişsin.
İlk virgülde haklısın, orta virgül de iyi ama bunu son cümlene top dikecek gibi ifade etmişsin. Son virgülde de topa çok fena bir küt inip kafamıza çaktın, sayıyı aldın.
Kadim günlerde muayenehanede ve şimdilerde aile hekimliği anlamında, hekimler her durumda taş gibi kanıta dayanmazlar, çünkü her durum için taş gibi kanıt yoktur (vay hergele Hegel vaay). Daha önce tarif ettiğim şekilde muayyen yerlerinden ter ve kan akıtarak diploma almış her hekim; bilgisi, vicdanı, çalışkanlığı, fedakârlığı ve bulduğu kadar kanıtı ile hastası ile yüz yüzedir, karar ve sorumluluk ona aittir. Randomize kontrollü (RK) araştırmaların meta analizine; eğer bu yoksa birden çok RK araştırmaya, bu da yoksa bir tekine, o da yoksa daha zayıf araştırma kanıtına, daha zayıfına, hayvan çalışmasına, şahsi deneyimine, fakültede ya da sinemada gördüğü bir sahneye, lisede öğrendiklerine, çocukken seyrettiği kurban kesimi dâhil her bilgiye başvurur. Tüm bunlar, beyninde yaşamı boyunca şekillenmiş bir bütündür. (yine Hegel’in baş aşağı duran diyalektiği, Marks’ın kalkmışına gerek yok şimdilik). Hiç bişey yoksa doktorun anatomi, fizyoloji, patoloji, fizyopatoloji temel bilgisi çalışır. Ama bunların tümü doktorla hasta arasında özel ve mahrem bir ilişki olup, tek şahidi gökteki, komonislerin hiç sevmediği varlıktır. Bu nedenle (konuşmayan bir şahidi olduğundan yani) bu ilişkiye fanilerin karışması hiç kolay değildir. Bir şiddet, taciz, dolandırıcılık falan yoksa buna adalet bile burnunu zor sokar. Hatta bunlar varsa bile zor sokar, çünkü dediğim gibi özel ve pek şahidi olmayan bir ilişkidir.
Klasik kitaplarda kalan (roman kahramanı Dr. Bovary gibi, yazar Dr. Çehov veya yazar Dr. Cronin gibi) kadim muayenehane doktorluğu, güvene dayanan bir ilişkidir. Doktor ister hava atarak, ister uzun boyunu, sırma saçını, ister göbeğini, gözlüğünü kullanarak, “okul derecesi” şanını yayarak, ilan vererek, mahallenin fakir babası namını yayarak, belki şansına hiç özel gayret göstermeden sadece yaptığı işle; hasta cezbetmeye çalışır. Ama hastayı seçemez, doktoru hasta “seçer”. Ağırlıklı olarak güvenen durumundaki hastadır. Ama doktorun da güvene ihtiyacı vardır. Doktor sahtekâr, yalancı olabilir, ama muhtemelen daha fazla oranda hasta sahtekâr ve yalancı olabilir (çünkü hasta’dır, oranın fazla olması normal). Bu ikincisine ait bilgi ve kayıt tıbbi literatürde bolca bulunur, “klasik kitaplarda” bile vardır, hastanın hekimi kendi aleyhine olarak kendi hakkında aldatabileceği, tıp öğrencisine öğretilir. Yazık ki bir hasta literatürü yoktur, doktorun yalancılığı ve sahtekârlığının medyadan başka yerde ciddi “nicelikte” kanıtı bulunmaz.
Siz bu sitede, kadim sistemdeki gibi sizi “seçip” muayenehanenize gelen insana parası karşılığında “sende şu olabilir, şunu günde şu kadar iç, yarın görüşelim” demiyorsunuz. Ya da aile hekimi olarak devletten aldığınız maaşa karşılık hastaya olan borcunuzu ödemek için, yine “sende şu olabilir, şunu günde şu kadar iç, yarın görüşelim” de demiyorsunuz. Bunların her ikisi de bildiğimiz kapitalist sistemde, görüşünüze göre, allah indinde veya kul indinde ya da devlet indinde rızaya dayanan ve meşru ilişkilerdir. (Sosyalist sistemde yaşamak henüz nasip olmadı, sadece duyduk).
Ama siz burada cümle aleme “heeeyyy şunu yapın, heeeyyy bunu alın, şunu da sakın yapmayın, biz bu işi biliyoruz, biz doğru söylüyoruz, biz toplumcu tıpçıyız” diyorsunuz. Hoş geldiniz. Ama bu bir doktorun muayenehanesinde (paralı) ya da aile hekiminin aile sağlığı merkezinde hastasına verdiği (bedava) bir tavsiyeden çok farklı.
Bu sitede sizler asla profesyonel hekimler değilsiniz, hastalar size başvurmadı, sizi seçmedi, yetkili değilsiniz, (ML’den almadıysanız yetkiyi). Ne allah, ne kul ne de devlet indinde sorumluluğunuz yok! “Yarın kontrole gel, yan etki oldu mu, iyileşiyor musun, göreyim” yok. “Gece sıkışırsan beni ara” yok. “Doktor, son vizitten sonra daha da berbatım, kanamam gittikçe arttı, kötüye gidiyorum” veya “doktor, ölüyorum doktoor” gibi acı verici lafları duymak yok (elini sıktığım, merhaba dediğim, babası, çoluğu, çocuğu, arkadaşım olan kardeşi, yeğenleriyle tüm ailesini tanıdığım, tonla ortak dostumuz olan ve göğüs ağrısı olmayan bir MI hastamı evinde böyle kaybettim, ertesi gün cenazesindeydim). Tüm bu imdat çağrılarından dehşete düşmüşken kafayı sakin tutmaya çalışıp “yahu bu ne olabilir, bu sorunu nasıl çözebilirim” yok. “Beklemediğim ne gibi sürpriz oldu, bu hastayı nasıl kurtarabilirim, hangi meslektaşıma danışsam, burada kimi bulacam” yok. “Eyvah bu hasta ameliyat / doğum masasında kalırsa, elimde / evinde gidiverirse ben nasıl yaşarım, karımın çocuğumun yüzüne nasıl bakarım, sokağa nasıl çıkarım” dehşeti yok. Denetleyeniniz yok, bedavacı kardeşlerim (afedersiniz). YÜ, ben ve sesleri daha az çıkan SE ve HM’den başka. Bizi de 1 gram takmayıp keyfinizce bağırıyorsunuz: “Heeey, bunu alın, bişey olmaz, iyi olur, kanıtı benim”. Yani (afedersiniz) Sirkeci meydanındaki işportacının garanti sorana “damdan düşse bişey olmaz abi, garantisi benim” demesi gibi. Bu son cümle bal gibi ironi veya iğne, üstten bakış, ne dersen de, ama kızmak yok. Fazlasıyla hak ettiniz, bu kadar yazıya bir kelime “şurada haklı olabilirsin” gelmedi Kaan - İlknur ekibinden. İtiraz olunca arkanıza adınızı, kariyerinizi, emperyalizmi b.kunu, bilimin, bilimcilerin sahtekâr olduğunu, yetmezse YÜ-DŞ şer ekibince Sibirya’ya sürülen Hocayı, daha olmadı, adını söylemediğiniz, “son yıllardaki araştırmacı doktorları” katarak. Sistemin gözündeki çöpü çok iyi gören kardeşlerim olan bu insan’lara kendi gözlerindeki merteği göstermeye çalışıyorum, sisteme karşı kuvvetli olsunlar diye. Dostum ben, düşman değil dünyalı sevgili insanlar (Bunu YÜ’den çaldım, bişey demez, bizim enseye tokat hoca nasılsa. Göz-mertek öyküsü de fazla mı mümin oldu? Ama benzedi. İsa da kendi köyünden peygamber çıkamamış, sizi de çıkarmadılar, siz de YÜ’yü beni ve iki arkadaşımızı uzaya atmaya çalışıyorsunuz).
Ciddi ve önce işine bakan bir Tabip Odası’nın size ihtar vermesi gerekir, “hop, durun” diye.
Oooo bitmez bu, romana döndü, biraz daha uzatırsam “Derya Hamdi A.” adını kullanmamı öneren bir ironi gelebilir. (Keşke gelse, ne neşeli olur)
Daha yazacak ve tartışacak neler var. Bu işler kolay değil. Tıp bu değil ama “tıp bu değil” böyle olursa tıp da bu olur işte.
1 gram taviz verin yine tartışalım, sevgili taş insanlar. Ben de hala bayramdan sonra acayip kanıtlar gelmesini bekliyorum. Samimi konuşayım, biraz da korkuyorum, “acaba ne kanıt çıkar” diye. Ola ki bişeyler atlamışımdır. Ama yine de sizden gelen araştırmaları okuyacağım, kusurum çıkarsa af dileyeceğim. Ama sizinki kadar taş kuvvetinde olmasa da bu gariban insanın varoluş içgüdüsünü affedin, “niye bu kanıtı daha önce göstermediniz de kaç gün beni yazdırıp durdunuz, ben yazarken okuyup güldünüz, kanıtları sakladınız ve book’a basmama müsaade ettiniz, biz kardeş değil miyiz” diye size kızabilirim.
Sevgiler,
Derya
Derya Şentürk