Bulunur mu kurtaracak bahtı kara maderimizi?
Bir süredir üzerinde zihin yürütmeyi ve nasipse kalem oynatmayı düşündüğüm bir mevzu idi. Demek ki kısmet bugüneymiş. Ülkemin genelde pek çaplı sayılamayacak insan hammadesinin içinde daha da az çaplı bir altgrubu oluşturduklarını düşündüğüm grafik tasarım tayfasının kıt ve bulanık zihinlerinden çıkmış vasataltı çalışmalar olmasaydı böyle bir günün farkında da olmayacaktım ya... Bu vesileyle yine de kendilerine müteşekkirim. Neyse, Zizek gibi salata kıvamında konuşup da izleği kaybettirmeyeyim (Zizek-İzlek?! İlluminati!).
Efendim, bu yazının varoluşsal ereği “25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü” üzerinden dilin algımızı biçimlendirişi, adların nominal temsil yetenekleriyle kavramların içsel bütünleşiklikleri, cinsiyette saklı gizil ve aşkın güçlerin insanın evrendeki yerini belirlemedeki rolü falan fıstık değildir (itiraf edin, bir an korktunuz ya da “vaddıfak” diye içinizden geçirdiniz, değil mi?). Yani kısmen bunları kendi çapımda değerlendireceğim tabii, ama sizlerin zihinlerini mistik bile sayılamayacak saçmalamalarla iğfal etmeden de bunu yapabileceğimi umuyorum. Baştan söyleyeyim, benim yazı stilimde belki sizlerin beğenmeyeceği ya da gereksiz bulabileceği dilbazlık denemeleri var ve dahi olacaktır. Ammaaa, bunlar birbirlerinden çok da kopuk olmayan sözcük-kavram-köken çağrışımlarıdır en fazla. Ben de yemeği baharatlı seviyorum, ne yapayım?!
Putataparlık (“pagan” kağşadı artık) dönemlerinden kalma (sanki şimdi başka şeylere tapıyorlar, o da ayrı) her güne bir aziz adı koyma ya da karnaval/festival ataçlama sevdalısı beyazadamın yeni bir yumurtasıyla karşı karşıyayız kanaatimce. Moda tabirle her konu hakkında “farkındalık” yaratmayı çok sever zaten bu kafkasya tohumları. Kendilerine bu başlıkta yardımlarını esirgemeyen başka bir çete daha var ki, hani bazan beyazadam mı, bunlar mı güdüyü sentetize ediyor şaşırıyorum. Kimlerden bahsettiğimi anlamayanlar olmuş olabilir. El cevab: İbrahim'in nikahlı karısı Sara Kadın'dan olma Samigiller. Neyse, biz zaten modayı yaratacak insan kaynaklarına ve kaymaklarına sahip değiliz. Ama bize dayatılan her moda harbi kuşanmaya değer mi diye soramayacağımız anlamına da gelmez bu, değil mi?
Ayrı bir yazıda insan türünün kendi türdaşına karşı her nevi zulmü uygulama konusundaki hevesi, becerisi ve azmi üzerine kelime israfı hakkımı saklı tutarak önce şu “şiddet” kavramına girişeyim isterim. Şimdi, modern türk dili (postmodern değil; çağdaş ya da toplumcu hiç değil!) maalesef bazı kavramlara ad bulmak konusunda konstipe bir geçmişe sahiptir. Çok da anlaşılmayacak bir tarafı da yok. Üretmediğiniz mefhumu isimlendirmekte de mahir olmanız beklenemez. Çağatayca da karikatür solcu tiplemeleri hakkında espri kaynağı olabiliyor en fazla. Güneş'i zaten hepten kalbine kazık çakarak ve dahi gün ışığında yakarak öldürdük (doğru da yaptık; oh, elimize sağlık). Kaldı ki, sizin toplumsal ortak zihninizde norma uygun gibi görülebilecek bir eylemin adını başka kültürlerden ithal ettiğinizde algı çatışması da yaşayabilirsiniz. Hele de bu kavramların çeviriadlarını da ithal malla birlikte iç piyasa için hazır eden ambalaj yan sanayii “emekçi”lerinin ezici çoğunluğu anadilleriyle gerçekten sorunlu biçimde yetişmiş dar bir “beyaz türk” popülasyonundan geldiğinden, kavram-ad çelişkisi ülkemiz özelinde arşa ulaşabiliyor. İşte bu noktalardan hareketle, “şiddet” kelimesinin neden gerçekten “izleğini yitirmiş” bir şekilde kullanıldığını sizlere göstermek isterim.
Kuran elifbası öğrensin diye cebren ve dahi hileyle mahalledeki caminin imamına sıcak ve bol ayak/ter-kokulu yaz gündüzlerinde emanet edilmiş olan okuyucular hemen hatırlayacaktır. Şedde diye (böyle ters m'ye mi desem, dublüve'ye mi... anladınız siz onu) bir işaret vardır. Samioğullarının Fenikeli emmoğlarından (Finike değil; onun portakalı meşhur) devraldıkları yazma sisteminde zaten genel bir “ünlü” (celebrity değil; bir kelime bir işlemde “sesli” derseniz ağzınıza biber sürülüp size hatırlatılan cinsinden) kıtlığı vardır. Hatırı sayılır bir yanlış okumaya neden olur ya bu “alef”ten başka ochs bulunmaması hali; o da ayrı bir husus. Buna ek olarak, bazı kelimelerin söylenişinde “vurgu”lanarak yapılan çift ünsüz kullanımı olacaksa işte bu “şedde”ye ihtiyaç var. Örnek: “innallahu” diye okunulan yazı porsiyonunda oradaki 2 n aslında tek yazılıyor, ama üzerine şedde konuluyor. Kapiş? Bunları niye mi anlatıyorum? O hooo ooğ! Şedde işte o vurgu işareti. Şeddeli... Yok onun konumuzla alakası yok. Şedid vardır bir de. Böyle sert, yoğun, katı anlamlarına falan gelir. Şiddet de aynı kökten geliyor yani. Doğru bir çeviri-adlandırmada tek bir anlamı var: yoğunluk. Mealen? Arka sıradan doğru bir yanıt cılız ve özgüvensiz bir sesle de olsa geldi. Intensity! E ne mi var bunda? Daha dur öyleyse kronik bulgur entoksikasyonuna maruz kalmış yavrucağım. Onu da anlatacağım.
Arap arkadaşların miras hukuğu yönünden baba-bir / ana-ayrı kardeşlerinin ve beyazadamın yarattıkları farkındalık şeysinde ne var? Ne yazar orada? Intensity mi? Yooo. Violence! Hatta tamlamaya bak: violence against women! VOW! Allah Allah (bu kısım nida atarak okunacak)!!! Bakınız. Bir daha, yakından bakınız. Neymiş? Violence! Siz gugıl'a girdiğinizde “violence” yazınca karşınıza “şiddet” çıkmasına aldanmayın. Bu enstalasyon ve dahi uydurmasyon, titri bol-kafası kıt bir boğaz bebesinin bir vakit ekşicilikten rütbe alıp otör ilan edilmesi yüzünden ekranda öyle çıkıyordur belki. Ama ben tacir değilim. Hakikate işaret ederim ancak. Yoksa tercih yine sizin. Aha da hakikat: dikkat, yağlı boya! “Violence”ın bu kavram sözkonusu olduğunda türkçede bulunabilecek ad karşılıkları “zulüm” ya da “vahşet” olabilir (ben zulmü tercih ederim; sadomazo anlamda değil!). Kaynak neresi mi? Güldüm. Siz de anladınız. Ama emin olun, kaynak orası değil (başka nelere memba olur o da bilinmez ama, bu durumda harbi değil!).
Şimdi bosforus'tan, robert'ten, metu'den kolonyal vize memuru belgelerini almış (burada hocaya selam ediyorum ve soruyorum: nasıl koydu Aykut Kocaman, Kocamaan, Kocamaaaan?) vikleyicilere ve potansiyel ekşicilere belgelerimi sunuyorum (o kötü espriyi yapmayacağım!). Kronik bulgur entoksikasyonundan muzdarip “bağzı”ları “zulüm bi sefer oppression'dır, zalim de oppressor” diye bikbikleyecektir. Vahşete hiç girmeyeyim (Jack London okudunuz diye bana caka da satmayın!). Kahrolmayın emi yavrucaklarım, ama alın size bomba: oppression zorbalık, oppressor da zorba oluyor. Bu etimoloji tartışmasını çok uzatmıyorum. Çünkü bu sözcükler dünyanın mevcut linguafrankası olan ingilizceye de 300-350 yıl önce geçmiştir. Kaynakları da latincedir (ingilizceye fransızca üzerinden). O konuda harbi otörüm. Öttürürüm yani. O kadar.
Bunları malumatfuruşluktan sunmadım. Kavramların iğdiş edilmesi hususunda iyi bir örnek olduğu için buna değindim. Kanguru hikayesi kadar berbat mı derseniz, ondan daha berbat derim. Çünkü sonuçta “ben bilmiyorum” desen de kanguru kangurudur. Ama “vahşeti” ya da “zulmü” “yoğunluk”la maskelersen burada kasıt aranmalıdır (güya Avustralya'ya ilk giden ingilizler yanlarına bir yerli dayıyı almışlar. Sonra kanguruyu görmüşler. Adama bunun adı ne demişler. Aborjin emmi de “kanguru” demiş. Ama “kanguru” aslında “ben bilmiyorum” demekmiş falan da filan. Bu uyduruk bir etimoloji. Gangoru gibi okunabilecek bir sözcük zaten tam da bu hayvanın adı olarak kullanılmaktaymış. Fakat hikayenin kurgusu saçma rastlantılar üzerine algı ve kavram inşasına güzel bir örnek oluyordu. Ondan şeyettim). Bu arada, özel sohbetlerimizde malumatfuruşluğun tillahını yaparım (aşık atışması gibi düşünün; zım zımey, zalımoyyy), o da ayrı.
Bu uzunca girizgahtan sonra başlıkta sinyalini verdiğim asıl mevzuya gelebiliriz. Şimdi... Neymiş efendim? Kadınlara kötü davranılıyormuş. Zalımlar onları saçlarından tutup böyle böyle dövüyormuş, gözlerini morartıyormuş, ellerini uf ediyormuş. Kontrol kalemini delici alet olarak da kullanan sapkınlarca vücutlarında yerine göre 87, yerine göre 187 delik açılıyormuş. Allah bu zalım erkeklerin topunun ellerini kıra, boylarını devireymiş. Falanmış. Fıstıkmış. E tabii bunları böyle söyleyince “vay, sen şiddeti övüyorsun; mağdurlarla alay ediyorsun; yemek yerken ağzını şapırdatıyorsun; diş macununu ortasından sıkıyorsun; burnunu karıştırıyorsun; cemiyet içinde sesli ve kötü kokulu yelleniyorsun” vaveylalarıyla bana caz yapacaklara toplu cevabımdır: yukarıdakilerin hiçbirini yapmıyorum! Zaten ilkini fiziken yapamam. Yoğunluğun övülecek tarafı nedir ki (yoğurtta olsa belki. Yoğun-yoğurt-yoğuşmalı kombi-geliyor kombo)?
Banker Bilo'da tekrarlanan bir Şener Şen (Maho) repliği vardır ya: Bilocan, tamam, ben yaptım. Ama bi sor hele, niye yaptım? Eveeet, biz de madem sol tandanslı bir mecrada yazışıyoruz, hani eytişimsel özdekçilik var, hani tarihsel materyalizm var; hani büklüm büklüm... Sormayalım mı yani şimdi?! Ayıp mı olur? Bu adamlar bu kadınlara bu zulmü niye yapıyorlar? Hangi güdülenme (tribalini yer, gadanı alırım! Mucks) ile bu vahşeti gerçekleştirebiliyorlar? İçinde yaşadıkları toplumun medyası (şair burada “vasat”ı kastediyor) 3-6 yaş grubu kızçocuklarına yönelik olarak pompalanan kanatlı at, peri, prenses, gıvır zıvır çizgifilmlerindeki sonsuz ve değişmez cennetmekan replikaları da, bir tek bu sapık ruhlara mı rahat batıyor? Tamam. Yaptılar. Ama bir sorun hele, niye yapmışlar? Buradan özel olarak cani profillerinin davranışlarını rasyonalize etmeye, bu vahşeti ve zulmü normalleştirmeye çalıştığım yönünde cozurtu yapacaklara da bir pre-emptive strike yapar, “akıllı olun, aklınızı alırım” derim (tez konusu öyle değil, böyle verilir. Ele! “akıllı ol, aklını alırım” diye bir deyişin içselleştirildiği bir anadilde temel iletişim kodlarının vahşet eğilimleriyle olan ilişkisi bireyin özgelişiminde eytişimselliği bozarak kişi özelinde ve toplum genelinde zulmü bir araç olarak doğurmakta ya da beslemekte midir? Olmadı diyene biber var! Cıs!).
Türk Sineması'ndan devam ediyoruz değerli yarışmacılar, pardon okuyucular. Aliye Rona diye bir aktris vardı, hatırlar mısınız? Kadının bütün kariyeri neredeyse “oğul, babanın ganını yerde goma oğul, yoksa südümü sana helal etmem oğul” diye ilenerek geçti. Beze sarılı dabancayı sandıktan çıkaran ya da duvardaki tüfengi indiren hep bu kadın figürüdür. Editörler ulu manitu aşkına burayı sansürlemesin. Pastafaryanların rabbi Yüce Spagetti namına: “cicik veren geri galmış, a.cuk veren öne geçmiş” diye deyişi olan bir kadın-kocakarı-ana üçgeninden sürekli subliminale ve dahi virale maruz kalan errrkek-adamların 100'ünden 1'i bile Jack Torrance'lık yapıyor olsa öyle bir kıyım olurdu ki, Türkiye'ye Avrupa Birliği'nden koloni müfettişi anında damlar: “lan pis türkler, bu sefer de kadınlara mı soykırım yapıyosunuz?” diye viyaklardı. (Yerli işbirlikçilerinden ve acentacı ağbilerden de hiçbiri çıkıp, “pis sensin, soykırım da sana ...” demez; bilakis alkışla tempo tutarak açıkradyo-bilgi ekseninden bize bizim ne kadar da iğrenç soykırımcılar olduğumuzu empoze etmeye çalışırlardı.) Rabbim arada kılivlınd dediği gibi, türk hanzolarına da sabır ihsan eylemiş olsa gerek.
Unutulmasın: bu adamlar ağaç kovuklarından çıkmadı. Bunların da anaları var. Ve emin olabilirsiniz, analarının yanlarında geçirdikleri süreyi babalarının yanında geçirdikleri ile karşılaştırsanız 10 drogba vs çeyrek pirememet diye bir sonuç çıkar (p 0.05'ten de küçük olur. Al sana istatistiğe giriş!). Mitokondrial DNA'yı geçtim. Ama erkek bireylerdeki tek X nereden geliyor? Küçük halamızın ağbisinin karısından yaaa! Koskoca emzirme periyodunda “intimate” bağ kiminle kurar bu adamlar? Meme niye bir seks objesi? Tamam. Hobi olarak yine Sigmund'a vurun. Vurmayın demiyorum. Ama ya haklı olduğu bir taraf varsa? Dehşete varan hızlarda artan boşanma oranlarının altında kaynana-gelin çekişmesi hiç yok mudur? Anadilinizi konuşan kadınlar bile “sen önce adam ol” diye aşağılama yapıyorsa kabahat yalnızca erkeklerde midir? Gördünüz mü? Anadil dedim. Ana-dil! Çünkü yazılı edebiyatı güdük bir ülkenin evladıyız. Aldığımız her kavram-simge eşleşmesi ana-dilimizdeki sözel kültürden, o kocakarı manilerinden, onların berbat ağıtlarından, onların sunturlu ve suntursuz küfürlerinden, onların ilenmelerinden, dualarından ve beddualarından etkilenmiyor mu? “Oğul! Südümü sana helal etmem oğul!”. “Benim oğlum hakim olacak, müddim olacak (müddei-yi umumi'nin anadolu dilindeki yuvarlanmışı. Savcı yani sizin anlayacağınız), tabip olacak, vali olacak, paşa olacak, anasına bakacak!”. Paşa la paşa! Bak hele bak!!! Patoloji nerelerde saklı acaba? Bu kadar psikopat nereden türüyor diye soruyordum ben de kendi kendime.
Bir anadil düşünün ki, kadının cinsi münasebete rıza göstermesi bile “vermek” eylemiyle ilişkilendiriliyor. Veriyor yani. Lütufta bulunuyor. Sen kimsin? “Ben Kraliçe Arı! Benim güçlü olan! Ve sonsuz olan! Partenogenezle gider benim soyum. Ama sensin bana daima köle olacak olan!”. Boğa çifte sürülmez. Burulmuş olan, yani öküz çifte sürülür. Zihninizi iğdiş etmiş olmasınlar? Sanki insan medeniyetinin bütün tasarım ve kol gücü köle erkek işçilerden. Sadece doğurganlık ve bunun “doğ”al sonucu olarak mülkiyet hakkı da kadınlar üzerinden sürdürülüyor. Yoksa ben mi yanılıyorum? Yattığım yerden de öyle geliyor olabilir tabii.
İmam bile talkını verirken yalnızca ananızın adını okuyacak. Samigil kural: herkesin hangi delikten çıktığı bellidir; ama o deliğe onu kimin soktuğunu deliğin sahibi bile bilemeyebilir. O yüzden soy anadan geçer. Samigillerin ingiliz eliyle kurduğu zalım-zalımoy ülkeye vatandaşlık bağınız işte anca böyle bir soy mantığı ile olabiliyor. Şimdi anladınız mı güya kadının çok ezildiği coğrafyalarda neden “el sol” olan, yani eril olan, maskülen olan güneşin takvimi değil de, 4 haftada bir kanayan kadının, “la luna”nın, dişil gücün, feminenin simgesi olan kameri takvim, yani ay takvimi kullanılıyor (kameriye de ne güzel sözcüktür ha!)? Neden Ramazan her sene 11 günden az fazla geri geliyor, anladın mı arka sıradaki kronik bulgur mağduru? O yüzden “dayın var mı?” diye sorarız ana-dilimizde (amcaya koy, rahvan gitsin yani). Mülkiyet neyin üzerinde olur? “Mal”ın maliki olursunuz. Mal ne? Madde! Materyal. Materia. Alma Mater. Mater. Mother. Mutter. Madre. “Materyalist bir pislikti” (eytişimsel olanı değil). Yani mala mülke tapardı. Bu maderleri kim kurtaracak? Fatmagül'ün suçu ne?
Anayurt Oteli de anadilimizin güzide bir eseri midir doktor? Pardon. Nerede kalmıştık? Milgram deneyinde kadın deneklerin kayıtsızca sanal-kurbana elektrik verme oranı ne kadar çıkmış, baktınız mı? Ben baktım. Ona dayanarak konuşuyorum. Tam olarak sağ dirseğimin altında Milgram'ın raporu var. Durdum.
Yoruldum. Mor Çatı'nızdan yoruldum. Mağdur edebiyatınızdan tiksindim. Sizlerin iktidar mücadeleniz için bizlerin savaşmasından ikrah ettim. Penisimizin doğrulmasına bile “iktidar” üzerinden ad vermenize bozuldum. Bizden daha çok hasta olup, daha geç ölmenizde bir sinsilik sezdim. Başarılı intihar oranlarımız bile sizi şovmen yapıyor gözümde. Onu da sevmezsiniz ya siz. Şovvumın! Hah! Öztürkçe olsun. Gösterihatunu!
Hatırlar mısınız? Bir zamanlar hep aynıydık neredeyse. Bizi ayıran sadece müllerian agenezis faktör oldu. Oysa bizim de vajinamız, uterusumuz olabilirdi. Yoksa bizi kıskanıyor musunuz? Biz istemedik ki MAF'ımız olsun diye. Gayya kuyusunun ad sahibesi Gaia çıkarttı sonuçta bizi. Ve kendi istedi dölleyelim diye kendisini.
- Sanık, ayağa kalk.
- Son bir diyeceğin var mı ey ayşe'den doğma memet?
- Masumum. Beraatimi istiyorum. Bulunur mu, bulunmaz mı kurtaracak bahtı kara maderleri bilmiyorum. Bahtlarının kara olup olmadığından bile emin değilim. Patria o muerte!
Yaaa. Gördünüz mü? Patria... Babaocağı gibi mi çağrışımı ne (vatan deme arkadaki çokbilmiş! Cıs!)??? Anakucağı hiç değil en azından.
Bugünkü programın sonuna geldik. Yayında ve yapımda emeği geçen TRT İzmir Radyosu teknik ekibine... La, noliyy?! SSSS geçirdim bir an. Saniyelik sıtık sıyrılması sendromu...
Postmoderncilere ödev: şair yukarıda ne demek istemiş? Hmmm? Ha guzuma ha! Öperim. Mucuksss
Öpücüğümde maçist bir tavır sezen kibarcıklara çiseden nem kapmamalarını tavsiye ediyorum. Bir de uykudan önce 1 ölçek gazalin alın. İyi gelir.
Cümlenize ultra-feminist, bol çağdaş ve tam toplumcu (Yemezler! Yok postmodern!) günler dilerim. Bir daha mucuksss
Kimmeryalı Conan bunu Red Sonja'ya ithaf etti.