Teori ile pratik
Soyut “defter” üzerine düşünmek, “somut” kendi defterlerim üzerine yazmaktan daha mı kolaydı acaba? Hele bir deftere “kendi defterlerin” üzerine yazmak... Sonra da yazdıklarını defterlerinle “hurufat” dışında bir ilintisi olmayan bilgisayar ortamına aktarmak az zorlu bir iş değil. Birincisi; teori, pratikten öncedir ama teorinin tek ve en büyük sınavı pratiği geçip geçmemektir. İkincisiyse -elbette genel adına konuşamam- biz defter, kitap, kalem insanlarının “pratik” denen o aşamayla işi hayli zorludur. Örneğin “aşk” üzerine binlerce sayfa okumuş, yüzlerce sayfa yazmış, on binlerce dakika film izlemişizdir; ama gelin görün ki aşkın gölgesi dahi şöyle hayatımıza doğru düşmeye görsün, elimiz ayağımız birbirine dolanır, toy bir delikanlıya dönüveririz. Onca “teorik birikim” buhar olup uçmuştur; o kadar yazı, şiir, şarkı, film yüreğimizin gümbürtüsünü nasıl susturacağımızı bir türlü söyleyemez. Yine de “teori” bir kenara atılamaz çünkü çok nadir anlarda hayatın onu doğrulayacağı tutar. Böyle anlara da “devrim” anları diyoruz ki insanlık tarihinde “yıldızın parladığı anlar”dır. Teori ve pratik örtüşür, insanlık büyük bir azametle ileri doğru sıçrar.
Defter başlıyor
Elbette şu fukara defterlere defter üzerine yazdığım teorilerimin öyle “insanlık tarihini ileri sıçratmak” gibi falan hedefleri yok ama defterin teorisiz yazılacağı anlamına da gelmiyor bu. Kafamı kurcalayan soru şuydu aslında: Bir defter nasıl başlar? Bu soruyu sormama da eski bir defterimi karıştırırken yazdığım şu satırlar yol açtı: “Bir gün daha başladı. Benim için gün deftere yazmaya başladığımda başlıyor. Yaşayıp deftere mi yazıyorum, deftere yazıp mı yaşıyorum yoksa defterimle birlikte mi yaşıyorum karışıyor çoğu zaman ve sanırım gerçek olan ikincisi.” Gün deftere yazmakla başlıyor ama o defter nasıl başlıyordu? Kapağı kaldır ve ilk sayfaya birkaç satır yaz. Böyle mi? Hayır. Peki nasıl? Benim için çok değerli bir hoca ve felsefecimiz olan Nermi Uygur'un o incecik ve çok kuvvetli kitabı “Dilin Gücü”nü okurken şu cümlenin altını çizmişim. “Nesnelerin varlığına çok kez adlandırdıktan sonra; ancak bu nesneleri dile getirince erişiriz.” (s. 39)*
Evet defter bir “nesne” ve onun bir varlık haline gelmesi için onu nasıl adlandırmalıyız, onu nasıl “dile” getirmeliyiz? Ona “defter” demiş ve kavramlaştırmışız, dile getirdiğimiz gibi bilince de yerleştirmişiz; ama insan bilince çıkarınca orada bırakmıyor. Bence bir “defter” ona “defter” demekle “defter” olmuyor. Onu başlatan şey ona bir “tarih” düşülmesidir. Bir deftere tarih yazmakla defter önümüzde açılıyor. Bir deftere “tarih” düşmeden bütün sayfalarını yazmış olabilirsiniz ama o defter daha başlamamıştır çünkü tıpkı bir el ilanı gibi bilgilerle ve yazıyla dolu ama “zaman” içinde bir yere yerleşememiş, “uzam” içinde kaybolmuştur. Zaman, “her şeyin birden ve aynı anda olmaması” için vardır; tarihsiz bir defterde “her şey birden ve aynı anda” olur. Tarih yazılmış bir defter; hayatınızın o dönemi içinde biriktirdiğiniz “çeşit çeşit” var oluşları, edinimleri, edimleri barındırır ve bu yüzden hepsini birbiriyle ilintilendirme -ilişkilendirme- olanağı sağlar.
Tarih düşülmüş bir defter sizi bir uzama yerleştirir. Bu defter size silme değil ama üzerini çizme, karalama özgürlüğü tanır. Bu defterde bir tek yasak vardır: Silmek. Defterin tanıdığı karalama özgürlüğü, gelecekten defterin o yaprağına döndüğünüzde yaptığınız yanlışın faili değil tanığı olmanızı sağlar; çünkü üzerinden zaman geçmiştir. Siz “gerçekten başlamış” bir defterin, hayatın ve hayatınızın faili değil tanığısınızdır artık. Tanık olmak yaşanmışa karşı olumlu bir yabancılaşmayı gerektirir. Geçen günlerde bir akıllı telefon markası “Hayatı not alın” sloganıyla girdi dünyamıza. Reklamlarında gördüm, oyuncu elindeki kalemle ekrana yazıp “siliyordu”. Üzerini çizmiyor, karalamıyordu. O ekranda tarih düşülmüş bir defterin size sunduğu özgürlük yoktu. Not ediyor ve siliyordun. Sildikçe “tanık” değil fail olarak kalıyordun. Sayfaları geriye ve ileriye doğru çeviremiyor, hangi cümlenin, hangi sözcüğün, hangi anının üzerini çizdiğini, karaladığını bilemiyordun. O andaydın sadece. Tanpınar dediği gibi “bir anın parçalanmaz bir akışında.” Dağılmak ve toplanmak, açılmak ve kapanmak... Soluk alıp vermek gibidir oysa “akış”.
Defter bitiyor mu?
Bense defterlerimle bu “varlık, tanık ve fail” olmak diyalektiğini nasıl daha da derinleştirebileceğimi, hangi yöntemlerle geleceğe defter yapraklarından kılıç sallayacağımı düşünmekle meşgulüm.
Birbirlerine sadece bir kenarından değecek biçiminde konumlanmış iki masanın birinde bilgisayar ekranı ötekinde defterim duruyor. Defterimle ekran arasında dönüp duruyorum. Bir yaz gecesi sürekli yaptığım gibi “geçmiş” sayfaları karıştırıyordum. Neden sürekli defterlerimin tarih düşülmüş sayfalarına dönüp dönüp okuyordum, ne arıyorum; diye sordum kendi kendime. Tam o anda okuduğum sayfadaki tanıklığımı nasıl “gerçekleştirebilirim”, o ana nasıl dönebilirim diye sordum. Sonra da sayfanın üst tarafına bir yere o sırada yazdığım caz şarkısının adını okudum, bilgisayara döndüm ve şarkıyı bulup tekrar çalmaya başladım. Biraz sonra o yaşayıp geçtiğim ana daha fazla çekildiğimi duyumsadım.
Şimdi defterimi yazarken sayfanın kenar boşluğuna o an bilgisayarımda dinlediğim çoğunlukla klasik Batı müziği ve caz radyosundan çalan bir eseri not ediyorum. Aradan zaman geçiyor, o sayfalara dönmem gerekiyor; yazmak için, çalışmak için, bir dizeyi bulmak için... Sayfa boşluğunda yazan eserlere bakıyorum, yüreğimi, belleğimi zorlamaya başlıyorum, o anda eser kulaklarımda çınlamazsa bilgisayara uzanıp adını yazıyorum ve eser çalmaya başlıyor... Neyi, nasıl, neden yazmışım, nasıl tanık olmuşum kendime... O sayfayı geçmişte yazan benle, o sayfaya “gelecek”ten gelen ben buluşuyor... Ve müzik o “ben”i tekrar yaşamaya başlamama aracı oluyor. O tarihte, o satırları yazmış faili değil bir tanıklığını okuyorum.
Tarih düşülmüş bir defter böylece başlıyor ve sürüyor. Peki şimdi başka bir soru: Ne zaman bitiyor? Sanırım bitmiyor, ölünce de “tanık”lığı sürüyor. Belki bir gün bir el gelir “tarih düşülmüş o defteri” açar ve yeniden başlatır. Kim bilir?
Nihat Ateş
* Dil teorisi üzerine okurken defterle ilgili kafamı kurcalayan “defter nasıl başlar” sorusuna yanıt bulmak da defterle mümkün oldu; çünkü bu cümlenin bir anahtar olabileceğini deftere yazarken fark ettim. Deftere yazmak böyledir: Daha önceden düşünmediğinizi, aklınızın ucundan bile geçmediğini sandığınız düşünce ve duyguları saklandıkları yerden çıkarmanızı sağlar. Ayrıca başka kitaplar ve metinler için aldığınız başka başka notları birbiriyle ilintilemenize olanak sunar. Düşünce ve yazma, eleştiri sanatı farklı düşünce ve yazı birikimlerini birbirleriyle iletişime sokma sanatıysa defter bu olanağı size sunmakla en güçlü “bilgisayar”ınızdır.