Dinleri, tabii tek tanrılı olanları, karşına almak ya da almamak ikilemini öne sürmeden önce eğer dinin insanlığa zararları/yararları gerçek tartışması yapılacaksa, pek çok değişkeni dikkatlice gözden geçirmek verimli olacaktır.
Nedir bunlar? Başlangıçta sınıf çatışmalarını bir kenara koyalım ve insan iradesi dışında kalan faktörleri ele alalım. Örneğin coğrafi farklılıkların insanlar üzerinde yarattığı oldukça değişken etkiler. Bu etkileri yanlızca belirli bir coğrafi sınır içerisinde doğup büyüyenler için değil, bir coğrafyadan diğerine göçmek durumunda kalmış olan insanlar için de düşünelim.
Sizin dış dünyayla pek fazla alış verişe girmeden büyüdüğünüz yerde edineceğiniz ideoloji, sizinle aynı yerde büyümüş fakat dışarıyla çeşitli derecelerde alış veriş içerisinde olanlardan farklı gelişecektir. Bırakın dışarıyla çeşitli derecelerde alış veriş içerisinde olanı, tıpkı sizin gibi dışarıyla pek ya da hiç alış veriş içerisinde olmayan kapı komşunuzdan bile düşünce farklılıklarınız olacaktır. Aranızdaki tek ortak ideolojik yaklaşım, yani birbirinizi algılama şekliniz, kapı komşusu olmanızdan ibarettir.
Tıpkı parmak izleri gibi beyin kıvrımları da birbirine uymayan insanların aynı şeyi, aynı anda, aynı şekilde kavramaları mümkün değildir. Süreç içerisinde de bu birlik sağlanamaz. Ancak benzer, ya da “andıran” biçimler ortaya çıkabilir. Yani, “allah şu şekilde vardır ve şöyle kaderimizi çizer”in insandan insana değişen algılama şekli hiçbir şekilde aynılaştırılamaz.
Öyleyse, yani tek başına bir coğrafi faktörden bile, dinlerin kendi içlerinde savundukları herkes için “nimet”, ya da, “cennet” vaadi daha başından bir “kaba” aldatmacadan ibarettir. Peki bunun bize sosyalizmin dinle mücadele edilmeden kurulamayacağı savını güçlendirme yolunda bir katkı sağlayacağını umabilir miyiz? Kesinlikle hayır! Çünkü sosyalizmin insan beynindeki alacağı biçimler de tıpkı dinin aldığı gibi beyin kıvrımlarının dolanımına göre değişecektir. Yani, sosyalist devrimin dinin ezilmesinden geçeceği de kabaca bir beyin kıvrımı farkından ibarettir.
Öncelikle sosyalizmin insanları hep birlikte aynı şeyleri yapmaya teşvik eden bir ideolojik yapılanma olduğu fikrini, sosyalistler olarak kafamızdan silmemiz gerekir. Tam tersine sosyalizmin, insanları kendi özgün beyin kıvrımlarının ortaya koyduğu becerilerine göre diğerleriyle uzlaşarak birlikte yaşamaya teşvik eden bir ideoloji olduğunu anlamak gerekir. Marx ve diğer bu işin teorisine kafa yormuş “bilimsel sosyalist”lerde bunun aksini söyleyen tek bir satır bulamazsınız. Hoş, bütün bu külliyatı okumaya da gerek yok; birinde yoksa diğerinde de olamaz.
Ancak din, yani sosyalistlerin “ezilmeden olmaz” dedikleri türden olanı, kıvrım farklarını hiç hesaba katmadan tekleştirmeyi herkese bir sabit veri olarak dayatandır. Tartışmasız tek yaratan, nedeni sorgulanamayan mükemmel yaratılış, sizlerin değiştirmeye muktedir olamayacağınız kader vs. bunlar gerçekten insanlığın düşmanıdır. Bunu, beyin kıvrımları değil, mide ve bağırsakların aç gözlülüğü bir araya getirebilir. Öyleyse sizin insanlık değerlerinize karşı örgütlenen, ideolojik yapılanma farklılıklarıyla da hiç ilgisi olmayan gayet somut bir çıkar birlikteliğiyle karşı karşıyasınız demektir.
Kendi iktidarınızı sürdürdüğünüz bir dönemdeyse bu karşı örgütlenmenin belini kırmak istemenizden daha haklı birşey de herhalde düşünülemez. Ama bunu kiliseleri camileri kapatıp rahipleri imamları tutuklayarak yaparsınız, ama kurumlara ve kişilere ilişmeden ideolojik saflaşmayı doğrudan hedefinize koyarak yaparsınız, o sizin o günkü dünya “konjonktürü”ne göre vereceğiniz bir karardır ve farklı bir tarihsel dönemde mahkum edilmeye çalışılması düpedüz haksızlıktır.
Biraz daha somuta gelelim ve Latin Amerika'ya bakalım. Latin Amerika, dünyanın diğer “az gelişmiş” bölgelerine göre oldukça zengin, renkli bir laboratuvar görünümündedir adeta. Neden mi? Çünkü buranın ne yerlisi -artık- gerçek yerlidir ne de göçmeni gerçek göçmen. Kuşkusuz dünyanın pek çok köşesi için de benzer tespitler yapılabilir. Ancak Latin Amerika'yla karşılaştırıldığında bu diğer tespitler oldukça zayıf kalacaktır.
Öncelikle “kolonizasyon” gerçeğini masaya yatırmakta yarar var. Yani elinde kılıç ve haçla gelen beyaz adam. Bu beyaz adamın kabaca Avrupa aristokrasisinin sermaye çıkarlarını temsilen oraya salınmış paryalar olduğunu tespit etmek herhalde yanlış olmaz. Kılıçlı ve haçlı adam kendi beyin kıvrımlarının değil arkadaki bir diğer beyin kıvrımları ittifakının, herbirinin kıvrımları değişik olan beyinlere bağlı mide ve barsak güdümündeki ittifakın ideolojisini kıtaya çıkartmaktadır. Yani, örneğin Kolomb gibi -tabii eğer gerçekten bizlere anlatıldığı gibiyse- kendi yüksek ideallerini arkasındaki mali desteğin dürtüsü olan hırsların içerisine gömmeyi başaran girişimciler değildir aslında buraya çıkanlar.
Buradaki cepheye bakılacak olursa, gelecekleri kesinlikle kararacak olan kıta yerlilerinin bozulacak olan yaşamlarının, düzenlerinin de bunlara saldıran kılıçlı ve haçlı istilacıların hareketlerine hükmeden meşruiyetten o kadar da farklı olmadığını görebiliriz -bu farksızlığı ileride açacağım. Aradaki fark, birinin sonunun diğerinin doğumu olduğudur. Büyükçe bir fark elbette. İstila eden hiçbir zaman istila edilenin yerinde olmak istemez çünkü onun başına neler geleceğini kendi niyeti dolayısıyla gayet iyi bilmektedir.
Gelelim dine. Kılıçla birlikte kıtaya çıkan haçın savunulabilir bir yanı var mıdır? Ya da tersine çevirelim: Kılıçla kıtaya kabul ettirilen haçın savunulabilir bir yanı var mıdır? Her iki durumda da haç, insanlığa yarar mı sağlamaktadır yoksa zarar mı vermektedir? Sosyalistlerin bu durum karşısındaki tavrı ne olmalıdır sorusunun cevabını burada aramazsak nerede aramalıyız? Kıtada daha sonra ortaya çıkacak olan ulusal kurtuluş savaşlarına, anti emperyalist mücadelelere “genelde” destek verdiği gözlemlenen haç, gerçekten o haç mıdır? Hoş, pek çok sayısız durumda haç, kilise tam tersi bir tavır almış, yani haksızın yanında yer almış pek çok yerde de bölünmüştür. Tarih açık. Pek çok Latin Amerika ülkesinde rağbet gören, bu arada Fidel Castro'nun da övgüsüne mazhar olan ama Küba'ya pek bulaştırılmayan, “Özgürlük Teolojisi”nin de temeli işte bu zorunlu kırılmadır. Bu durumu, “çevir kazı yanmasın” halleriyle karşılaştırmak hiç de alaycılıkla ilgili değildir; Latin Amerika'nın artık genetiklerine girmiş bir kültürel tavrın din boyutundaki bir tezahürüdür çünkü.
O meşhur, “son tahlilde” yuvarlamasını burada kullanmak mecburiyetindeyiz ve bundan hiç gocunmamalıyız. Sosyalizm de bir “son tahlildir” sonuçta; yani insanlığı kendi kendinin kuyusunu kazmaktan döndürebilecek son çare. Öyle değil midir? Öyle olmadığına inanamıyorsak yerine birşeyleri koymuşuz demektir. Bu “şey”in ne olduğunu ben bilmiyorum.
Bildiğimizden devam edelim: Evet, son tahlilde Latin Amerika'nın özgün din kavrayışını pek de bizim kavradığımız din anlayışının merceğinde anlayamayız. Orada yüzyıllar süren bir, “bugünü kurtaralım, yarını yarın düşünürüz” hakimdir ve bunun somut yaşamdaki temelleri halen tüm kıtada varlığını sürdürmektedir. 56 yıllık sosyalizmine rağmen ve insani yolda epeyce yol katedilmesine rağmen, Küba da bunu dışında değildir. Kıtanın göbeğinde, tüm diğer kıta halklarıyla ve de Kuzey belalısıyla günlük düzenli alış veriş ilişkilerinden kopması mümkün olamadığı için. Ama size hoşunuza giden ya da gitmeyen “inanç istatistikleri” verebilir, o başka. Çünkü burada dinle ilgili beyin kıvrımları çıkarsamalarının asgari müştereği, dinin insan yaşamını renklendiren bir “oyun”dan ibaret olduğudur. Son iki yıllık cami tartışmalarının biraz daha derinine inin, görürsünüz.
Sorun bakalım bir islam cemaati önderine, size bir “el-fatiha” okuyabilecek mi... Neyse.
Bu kısa yaklaşımın, yani din konusunun yalnızca coğrafi faktör cephesinden sadece bir parçanın irdelenmesinin genel, çok faktörlü tartışmaya şöyle bir sonucu armağan etmesi acaba kabul görür mü(?): Sosyalizme din ezilmeden ulaşılması genel anlamda mümkün değildir, evet. Dinlerin örgütlenmesinin insanın bireysel algılamalarını hiçe sayarak gayet somut ve hayatın içerisinde oluşan çıkar ortaklıklarının gölgesinde geliştiği görüldüğünde bu kaçınılmazdır da. Bu katı din örgütlenmesi hiçbir koşulda size, inanç özgürlüğü tartışmasını topluma yaymanız şansı vermeyecektir. İçinde bizzat yaşamaktayız. Bugüne kadarki, binlerce yıllık politikası bundan sonraki politikasının da açık göstergesidir. Dolayısıyla iktidar dengelerinin değiştiği dönemlerde dinin olması gereken pozisyona itilmesi de normaldir. Sosyalistlerin böyle dönemlerde inanç özgürlüğü çerçevesinde dine el uzatmalarıysa tam bir gaflettir. Zaten gerçek sosyalist politikalarda böyle bir saçmalıktan uzak durulmuştur.
Ha, “özgürlük teolojisi”ne gelince; zaten bunun dinle doğrudan pek bir ilişkisinin kalmadığını bu “girişim”in önde gelenlerinden, Frei Betto'nun satırlarından okumaktayız. Bakınız: Fidel'le din üzerine konuşmalarını derlediği kitabı.
(Devam edecek)
Celil Denktaş