Yetmişinci yaşında Fethi Naci ile konuşma - 1 (Semih Gümüş) Edebiyat ve siyaset üstüne bir hazine...

Ülkenin gelmiş geçmiş en önemli edebiyat eleştirmenlerinden Fethi Naci'yi 23 Temmuz 2008'de kaybetmiştik. Temmuz ayı boyunca hakkında en az üç yazı yayımlayacağız. İlki "Yetmişinci Yaşında Fethi Naci'yle Konuşma" başlıklı yazı. Semih Gümüş, Fethi Naci'yle bir söyleşi yapmış ve bu söyleşi yine Gümüş'ün hazırladığı "Fethi Naci'ye Armağan" adlı kitapta yayımlanmıştı. (Oğlak Yayınları, 1997)

Aşağıdaki yazı bu söyleşinin az kısaltılmış ilk bölümü. Daha sonra ikinci bölümünü asacağız. Ardından "Fethi Naci'nin Roman Eleştirisinde Yöntem ve Ölçütler" adlı makaleyi koyacağız. Bu da aynı kitaptan ve Kaan Arslanoğlu yazmıştı.

Semih Gümüş'ün, Fethi Naci ile söyleşisinde siyasete, edebiyata ve kişilere dair neler geçmiyor ki... İlgilisi için hazine kıymetinde. Kimler kimler ne yaptıklarıyla nasıl anılıyor; sadece bazıları: Oktay Akbal, Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Edip Cansever, Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cemal Süreya, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Doğan Avcıoğlu, Can Yücel...

 

YETMİŞİNCİ YAŞINDA, FETHİ NACİ'YLE KONUŞMA

Semih Gümüş

Yetmiş yıllık geçen ömrünüze dönüp baktığınızda Fethi Naci'nin yazarlık serüvenini kısaca nasıl değerlendirirsiniz?

İlk yazım, 1943 yılında, Erzurum gazetesinde yayımlanmıştı; çok sevdiğim babaan­nemin ölümü üzerineydi. Erzurum gazetesinde 1943, 1944 yıllarında "şiirler", "hikâyeler" yayımladım. O yaşlarda birinin, adını basılı olarak görmesinin heyecanını hâlâ anımsarım; gazetenin çıkacağı gün, gazete binasının önüne gidip beklediğimi unutmam olanaksız! 1945'te, lise son sınıftayken, İstanbul’da yayımlanan İstanbul dergisinde, Yedigün'de, Gi­resun'da yayımlanan Yeşilgireson gazetesinde, Halkevi dergisi Aksu'da "şiirler" yayımla­dım. Liseyi bitirdikten sonra pek şiir yayımlamadım. Yeşilgireson'da birkaç hikâyem çıktı. En son yazdığım "Mumlar" adlı hikâyem 1949'da Yeşilgireson'da yayımlandı; Sait Faik'i anlatan bu hikâyeyi Bir Hikayeci: Sait Faik... adlı incelememin sonuna koydum.

İktisat Fakültesi'nde okuduğum yıllarda (1945-1949) iktisatla edebiyat birlikte gidi­yordu; okuma olarak da, yazma olarak da. Hem eleştiriler yazıyordum, hem ekonomik-toplumsal konularda yazılar. Bir yaz, üç ay boyunca Yeşilgireson'a her hafta bir başyazı yazdım. Ve İlk telif ücretimi aldım: 25 lira. Yıl, 1948. Gazetenin sahibi Nuriahmed Çimşid genç yazarları desteklerdi. Daha lise son sınıftayken Giresun'a dönüşümü haber yapardı: "Değerli gençlerimizden Naci Kalpakçıoğlu şehrimize gelmiştir." Üniversitede okuyanlarla Giresun'un ekâbir takımı buna pek kızardı: "Dünkü çocuklar bunlar! Ne diye şımartı­yorlar!"

 

İktisat Fakültesi'ni bir kamu kuruluşundan burs alarak okumuştum. Sekiz yıl "mec­buri hizmet”im vardı. Konya Ereğlisi'ndeki Sümerbank Bez Fabrikası'nda 14 ay çalıştım. İktisat Fakültesi’ne asistan olarak dönmek istiyordum. Asistanlık sınavını kazandım. Prof. Hâzım Atıf Kuyucak, sınavı kaza­nanlar arasından beni seçmiş ve bunu Fakülte Kurulu'na bildirmişti. Fakülte kalemindeki bir polis-memurunun benim İçin "Komünisttir!" demesi üzerine o zamanlar dekan olan Prof. Ömer Lütfi Barkan o kadroyu lağvetti. Kısa bir süre sonra İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği kurucuları ve yöneticileriyle birlikte tevkif edildim. Sorgusu yapılan herkes tahliye edildi. Çünkü bu tevkiflerin, yeni iktidara gelen Demokrat Parti’nin ünlü 141 ve 142. maddeleri daha da ağırlaştırmak için kamuoyu oluşturmaktan başka amacı yoktu. Bir buçuk ay yattıktan sonra Sultanahmet Cezaevi'nden çıktım. Gidecek başka yerim olmadığı için Giresun’a gittim. Kendi şehrimde dört ay bir sürgün hayatı yaşadıktan sonra İstanbul'a döndüm. "Sultanahmet"te tanıdığım arkadaşlar Yeryüzü adlı bir dergi çıkarıyorlardı; yazmamı istediler. Ben de "Oktay Deniz" takma adıyla yazmaya başladım. Üni­versiteye dönseydim bilim adamı olacaktım, dönemediğim için eleştirmen oldum... İstesek de, istemesek de hayatımızı rastlantılar yönlendiriyor... O tevkifin büyük bir faydası oldu: Sümerbank beni işe almadı; böylece bir buçuk ay hapis yatarak "mecburi hizmet"i ödemiş oldum!

"Fethi Naci" imzasını ilk defa 1953'te kullandım.

1951-1952 yıllarında Yeryüzü ve Beraber dergilerini yayımlamıştık. O dergileri (Yeryüzü'nün ilk birkaç sayısından sonra) Şükran Kurdakul’la birlikte yönetiyorduk. 1953'te "Yaşamak" adlı bir dergi yayımlamak istedik. Olmadı. O dergi için "Yazarın Gerçeğe Bakışı" adlı bir yazı yazmıştım; Orhan Kemal'in bir hikâyesini eleştiriyordum. Yazı elimde kalmıştı. Sonunda, o koşullarda en uygun bulduğum Kaynak (Ankara'da yayımlanıyordu) dergisine gönderdim; "Oktay Deniz" fazla "militan" bir imza olduğu için, babamın adını (Fethi) adıma (Naci) ekleyerek yeni (ve artık değişmeyen) bir "imza" oluş­turdum.

İlk yazım yayımlanır yayımlanmaz Ataç, Ulus gazetesinde bir yazı yazdı. O yıllarda Ataç'ın, bırakın adı sanı bilinmeyen bir genç hakkında müstakil bir yazı yazması, ünlü şairlerin, yazarların yalnızca adlarını anması bile o şairler, o yazarlar için bir mutluluk kaynağı olurdu. Ataç, yaşadığı sürece yazılarıma ilgi gösterdi, yazılarımdan söz etti. İnsan Tükenmez (1956) yayımlanınca iki yazı yazdı Ulus'ta; yetinmedi, Varlık dergisinde de iki yazı yazdı. Ataç, yazılarımdaki düşüncelere karşı çıkıyordu ama "yazış" biçimimi beğeni­yordu (Tek cümle yanlışımı bulamamıştı!), bunun için tutuyordu beni...

 

Karpuzcu Fethi Aga çok sevdiği -onun tarafından da çok sevildiği- oğlu Naci'yi çamaşır teknesini satarak İstanbul'a gönderiyor. Fethi Naci için çocukluk günlerinin en güçlü anısı Giresun'daki o karpuz sergisi ve baba Fethi Aga mıdır?

 

O yoksul çocukluğumun hayal meyal anımsadığım bir de öncesi var; varlıklı bir dönem. Giresun'un zenginleri, yaz aylarında, yaylalara çıkarlardı. Bende o yaylalardan iki fotoğraf kalmış: Birinde, yemyeşil bir çayırda, yokuş aşağı koşuyorum; birinde de, Gire­sun'a dönerken, bir yerde durup kara lahana çorbası içiyoruz. Çorba içtiğimiz binayı da anımsıyorum: Karanlık, asık suratlı bir bina. Dört yaşımda olduğumu sanıyorum. Demek ki 1931 yılında. Tam kırk yıl sonra, 1971'de rahmetli Prof. İdris Küçükömer'le Giresun'a gittiğimiz zaman Kulakkaya'ya, Bektaş'a çıktık; o çayırı gördüm, dönüşte o asık suratlı lo­kantada kara lahana (Biz Giresunlular "pancar" deriz) çorbası içtik. "Erimez"di çorba içtiğimiz köyün adı.

O "varlıklı" dönemde babam amcamla birlikte "içhane" (fındık fabrikası) işletirmiş. Sonra ayrılmışlar. Amcam, kazandıkları parayla hep kendine fındık bahçeleri aldığı için babama yalnızca oturduğumuz ev kalmış.

Okuma yazma bilmeyen babamın "elma işi"ne başladığını çok iyi anımsıyorum. Elmaları bezlerle parlatır, sandıklara istif ederlerdi. Sonra İstanbul'a, İzmir'e... Elmalarla birlikte babam da. Bir İzmir yolculuğundan aylarca dönmemişti; mahalleli kadınlar, "Fethi Efendi dönmeyecek­miş!" diye dedikodu yapmışlardı. Nasıl geçiniyorduk, anımsamıyorum. Babam aylar sonra döndü ve "balık işi"ne başladı. Şimdi Giresun parkının önünde, büyük tahta sandıklara kalkan balıkları yerleştirdiklerini, bol tuz ve buz kullandıklarını anımsıyorum. Ben ilkokula başlamadan iki yıl önce babam karpuzculuğa başladı; sanırım yaşamında en uzun süre yaptığı iş bu oldu.

Karpuz sergisinde ben de "çalışırdım".  Sözgelimi, yandaki serginin Laz çığırtkanı "Şeçer be! Şeçer be! Çaya coy da iç!" diye mi bağırıyor, ben de "Şeker be! Şeker be! Çaya koy da iç!” diye bağırırdım. Beni karpuz sergisinden alıp ilkokula kaydettirmişlerdi. İlkokul yıllarında da karpuz sergisinde babama yardım ederdim. Her akşam bana belirli bir para verirdi, o paraları ilkel bir kumbaraya atardım; okullar açılınca kumbara kırılır, içinden çıkan parayla bana üst-baş alınırdı.

Karpuz sergisinde çalışmam, gönlümce yüzmeme,  arkadaşlarımla oynamama engel değildi. Arkadaşlarımı ve oyunlarımızı düşünüyorum: Tam bir sokak çocuğu gibi yaşı­yordum. Hepimizin bahçesinde pek çok meyve ağacı vardı, babamın sergisi meyve doluy­du, ama ben, ayıp olmasın diye, mahalle arkadaşlarımla meyve hırsızlığına çıkardım.

En son ortaokul birinci sınıftan ikinci sınıfa geçtiğim yaz çalıştım: Tabelacı Sami Bey'in yanında. En sevdiğim iş tabelacılıktı. Sami Bey'in bitişiğinde bir mücellit vardı, ondan da kitap ciltlemeyi öğrenmiş, bir tutkal kabıyla kitapların kenarlarını kesmek için bir mengene yaptırmıştım.

O yıllarda Giresun'da lise yoktu. Parasız yatılı sınavını kazanamasaydım tabelacı olacaktım.

 

Sizin de yokluk ve yoksunluk günleriniz oldu. Çocukluk ve ilkgençlik yılları, lise, parasız yatılılık ve fakültenin ilk yılları... Parasızlık, evsiz barksızlıkla geçen bu zor günlerinizde bir de edebiyat ve düşün yaşamıyla ilk alışverişiniz başlıyor. İlk önemli okumalar, ilk ilişkiler... Yaşamınızın bu döneminden söz eder misiniz?

"İlk önemli okumalar ", Erzurum Lisesi'nde başladı. Ortaokul ikinci sınıfa geçtiğim yıl sınava girmiştim; altı yüz küsur öğrenciden yalnızca altı kişi parasız yatılı sınavını kazanmıştık.  

Erzurum'a kar yağdı mı her yer aylarca kar altında kalırdı. Lisenin bahçesindeki karlar nisan ayına doğru erimeye başlayıp da toprağı görünce, "Bahar geldi!" derdik. Haftalarca okuldan çıkmadığımız olurdu. (Bir istisna: On beş günde bir hamama giderdik. Daha gün doğmadan yola koyulurduk. Çünkü yatılı okulun banyosu yoktu!) Okumak dışında yapacak pek bir şey yoktu. Lise yıllarında okul kitaplığının düzenlenmesine yardım ettiğim için kitaplıktaki dergilerden, kitaplardan dilediğim gibi yararlanabiliyordum. O eski, büyük boy Varlık'lar, Yurt ve Dünya'lar... Bütün parasızlığıma rağmen aldığım İstanbul, Büyük Doğu, Yaratış dergileri... Erzurumlu sınıf arkadaşım Oğuz Öğün, babasının okuduğu Ulus'tan, Ataç'ın yazılarını keser bana getirirdi. (Hiç unutmam: Abdülbâki Gölpınarlı'nın Divan Edebiyatı Beyanındadır adlı kitabının yayımlandığı günlerde edebiyat hocamız İzzet Deliçay, Gölpınarlı'ya çok kızmıştı. Oğuz da, bir gün önce, Ataç'ın bu kitaba karşı yazdığı yazıyı Ulus'tan kesmiş, bana getirmişti. Arkadaşlardan biri bende böyle bir yazı olduğunu söyleyince, Deliçay da, "Oku o yazıyı!" demişti. Ben de Deliçay'a ve sınıfa o yazıyı oku­nuştum.) Fransızcamı geliştirmek için Baudelaire’in Les Fleurs du mal'ini Haşet Kitabevi'nden ödemeli getirtmiştim.

Daha çok şairleri okuyordum; Yahya Kemal, Tanpınar, Dıranas, Tarancı, Ziya Osman Saba, vb. Sait Faik'i ortaokulu bitirdiğim yıl keşfetmiştim; o ilk üç hikâye kitabındaki hikayeleri defalarca okumuştum, ezberlediğim parçalar az değildi. (İstanbul'a gidince, tanıştığım yazarlara zaman zaman Sait Faik'ten ezbere parçalar okur, onları şaşırtırdım!)

O yıllarda Balzac’ı çok sevdiğimi anımsıyorum. Bizim romancılardan Reşat Nuri (Çalıku­şu'nu ortaokuldayken okumuştum), Kuyucaklı Yusuf'uyla Sabahattin Ali, Aganta Burina Burinata'sıyla Halikarnas Balıkçısı...

Onuncu sınıfta Necmettin Halil Onan'ın İzahlı Divan Şiiri Antolojisi'ni, yıl boyunca, ders kitabı olarak okumuştuk. Divan şiirini seviyordum. Aruzu o yıllarda öğrendim.

Lise yıllarımdan bir anı: Edebiyattan sınava girmiştim. Hocalardan biri bir soru sordu, dokuzuncu sınıfta iken edebiyat hocamız olan, "şiir" yazdığımı bilen ve beni destek­leyen Sıtkı Bey, benim yerime kısaca cevap verdi, sonra da bana "Son yazdığın şiiri oku!" dedi. Okudum, "on" verdiler, çıktım.

İktisat Fakültesi'ne 1945-46 ders yılında başladım. Hemşerim Naim Tirali de Hukuk Fakültesi’ne başlamıştı. Naim Tirali, Galatasaray Lisesi'nin son sınıflarında okurken hikâ­yeler yayımlamaya başlamıştı, genç bir hikayeci olarak, belirli bir edebiyatçılar çevre­sinde, tanınıyordu. İlk tanıdığım "ünlü genç yazar" Oktay Akbal'ı Naim tanıştırmıştı. (Ben 18 yaşımdaydım, Oktay Akbal da 22 yaşında...) Ondan sonra Salâh Birsel, Behçet Necatigil, Kenan Harun, Özdemir Asaf, Fahir Onger vb. 1947-1948 yıllarında, Asmalı Mescit’teki Elit Kıraathanesi genç yazarların uğrak yeriydi. İskender Fikret Akdora’nın sahipliğinde çıkan Yirminci Asır dergisi burada hazırlanmıştı. Sait Faik, ressam Fethi Karakaş... Bir ara Edip Cansever...

Erzurum Lisesi'ndeki edebiyat hocası İzzet Deliçay, Orhan Seyfi Orhon'un ırkçı Çınaraltı dergisini okuyanlara bir not fazla vereceğini söylerdi! Kentle, halkla ilişkimiz yoktu! Ben son sınıftayken İkinci Dünya Savaşı sona erdi ve Erzurum'da kimsenin aklına bunu kutlamak gelmedi!

“İlk önemli okumalar", Marksizmden söz eden kitaplarla başladı. İktisat Fakültesinde, o yıllarda, marksizmden söz eden öğretim üyeleri hep anti-marksist yorumlar ya­parlardı, ama biz Beyazıt Kitaplığı'nda Manifest'in Türkçe çevirisini bulabiliyorduk; Engels'in Cemiyetin Asılları, Lenin’in bir iki kitabı İkbal Kitabevi'nce yayımlanmıştı ve ser­bestçe satılıyordu. Carlo Cafieri'nin bir Kapital özeti vardı. Sonra Editions Sociales'in ucuz kitapları gelmeye başladı...

Kadırga Talebe Yurdu’nda Milli Eğitim Bakanlığı'nın yayımladığı klasiklerin çoğu vardı; bir yandan onları okurken, bir yandan da genç yazarların neredeyse hepsini okuyor­dum...

 

Sevdiklerinize karşı alabildiğine coşkulusunuz. Onlardan anılarınızda söz ederken de dolup taşan bir sevginiz var. Atila Tokatlı'dan, Rauf Mutluay'dan, Edip Canser'den, Turgut Uyar'dan sözgelimi... Yalnızca yazılarda mı böyle? Yoksa gerçek yaşamda, günlük ilişkiler içinde de aynı coşkuyu duyuyor, coşkulu davranıyor musu­nuz sevdiklerinize karşı?

Dönem dönem dostlarım değişti ama her zaman çok sevdiğim dostlarım oldu. Sevdiğim dostların çoğu öldü... Zaman zaman, özlediğim ölülerin özlediğim dirilerden daha çok olduğunu fark ediyorum.

Yalnızca adlarını andıklarınızdan söz edeyim.

Atila Tokatlı'yla, 1960'ın başlarında, Paris'ten döndüğü zaman tanışmıştık. Zarif, in­celiklerle dolu bir insandı. Bazen bu zarafeti pek abartırdı, o zaman hep birlikte basardık kahkahaları.

Gerçekten kültürlü bir insan olduğunu, en iyi birkaç çevirmenden biri olduğunu söylemeye gerek yok.

Günlük yaşamımda Atila benim için bir "renk"ti.

Rauf Mutluay’la beni Sabahattin Batur tanıştırmıştı. 1960 yazıydı. (Çok iyi anımsı­yorum. Çünkü askerliğimi yaptığım Ankara'dan yıllık izinle gelmiştim İstanbul'a.) İç Le­vent'teki o kocaman bahçeli güzel eve girerken, kapıda, Sabahattin "Naci" diye tanıtmıştı beni. Yüksek Öğretmen Okulu'ndan arkadaş olan Sabahattin'le Rauf birbirlerini yıllardır görmemişlerdi; onlar hasret giderirken ben susuyordum. Tam ayrılırken uyandı Rauf, "Bu 'Naci'nin bir de 'Fethi'si var mı?" diye sordu. Sabahattin'le ben güldük. Rauf, gitmememiz, biraz daha oturmamız için üsteledi ama ben bir yere yetişmek zorundaydım.

Rauf'un niçin "biraz daha kalmamız için üstelediğini" anlatayım. 1945-1946 yılında, ben İktisat Fakültesi'nin birinci sınıfında okurken, Rauf Edebiyat Fakültesi Türkoloji Bölümünü bitirmek üzereydi. Rauf'un "hızlı solcu" olduğu yıllar... Bir yandan okuyor, bir yandan Esat Adil'in yayımladığı Gün dergisinde çalışıyordu. Gün, o günlerin tek "sol" dergisiydi. (Daha sonra Yığın, vb. dergiler de çıktı. Ama 16 Aralık 1946’da Türkiye Sosyalist Emekçi ve  Köylü Partisi ile Türkiye Sosyalist Partisi kapatılınca dergiler de, gazeteler de, sendikalar da kapatıldı ve Türkiye'ye özgü,  yalnızca varlıklı kesimlere örgütlenme özgürlüğü tanıyan" garip bir "demokrasi dönemi" başladı.) 1946 yazında, Ayazağa'da askerlik kampı yaparken Gün'de Rauf’un "Bir Selam" başlıklı nefis bir hikayesini okudum. Ardından, Aldous Huxley'in Yeni Dünya romanı hakkında bir eleştiri. O eleştiri, "Sosyalizm, yirminci asrın hakikatidir." diye bitiyordu. Bir daha Rauf’un adına rastlamadım. Ta 1960'a kadar. Ankara'da askerliğimi yaparken Yeni Ufuklar dergisinde Rauf'un imzasını bir hikayede görünce çok sevinmiştim. Hikâyenin adını anımsamıyorum, ama anlattıklarının özünü çok iyi anımsıyorum: Rauf, harcanmış yıllarına yanıyordu... Ankara’da yayımlanan Dost dergisinde, her sayı bir deneme ya da eleştiri, bir de "Dergilerin Getirdiği başlığıyla değiniler yazıyordum; Rauf’un hikâyesinden söz eden, "Bir Selam"ı, "Yeni Dünya" eleştirisini anan bir değini yazdım. Rauf, 1945’te yazdıklarını unutmayan bir yazarla karşılaşınca epey şaşırmış, Arslan Kaynardağ’a sormuş, Arslan da benim hakkımda bilgiler vermiş...

Rauf'la dostluğumuz hep sürdü. Edip de katıldı bize. Hep birlikte gezerdik, içerdik. Birimizi görmeseler "O, nerede?" diye sorarlardı.

Rauf'a bir defa kırıldım. Benim yayımladığım 100 Soruda Türk Edebiyatı ile 100 Soruda Tanzimat ve Servetifünun adlı iki kitabını (Türk Edebiyatı'nın 6. baskısını yapmak üzereydim. Kapağını bastırmıştım. Tanzimat ve Servetifünun Edebiyatı ise hala bitmedi ) bana haber vermeden "105 Soruda" başlığıyla iki küçük kitap olarak özetlemiş, bir gazetenin okurlarına kupon karşılığı verdiği kitaplar arasında yayımlamıştı. Rauf, bunu yaparken, iki kitabına kıydığının farkında değildi. Bir süre uzak durdum Rauf'tan, sonra gene "cuma içkileri "ne davet ettim. Rauf'un en yalnız olduğu günlerdi, o beraberlik, o dostluk havası çok mutlu etmişti Rauf’u. Gene de babam için söylediğim bir sözü Rauf için de söyleyeceğim: Rauf’un ölüm nedeni de "yalnızlık"tı...

Edip Cansever’i, 1950 yıllarında, İnönü Stadyumu'nda, futbol maçlarında görürdüm. Ben hasta Fenerbahçeli idim, Edip Galatasaraylı. Stadyumda birbirimizi görürdük, birbirimizi tanırdık ama konuşmazdık. Sonra, İstanbul'da değil de Ankara'da, askerlik günlerinde tanıştık. Bir aylık izinle İstanbul’a gidince neredeyse her gün Edip’le buluşmaya başladık. "Degüstasyon"da içtiğimiz günlerdi. Askerlikten sonra daha sık görmeye başladık birbirimizi. Ben o zamanlar Bakırköy-Yeni Mahalle'de bir fabrikada çalışıyordum; Edip, özellikle Kumkapı’ya gittiği zaman, bana telefon ederdi; ben de trenden iner, Minas'ın yeri'ne giderdim.

Edip kadar yaşamını şiire adamış şair görmedim. Şiirle yatar, şiirle kalkardı, o yıllarda evler arası ilişkiler yoğundu. Nerdeyse her hafta bir dost evinde toplanırdık. Edip, ne yapar yapar, sözü önce şiire, sonra kendi şiirine getirirdi; güzel şiir okuyamadığı için de şiir okuyuşunu sevdiği arkadaşlarından rica ederdi şiirini okumasını. Sözgelimi "Tragedyalar III"ün okuyucusu hep ben olurdum.

 

Edip, 1964'te Kadıköy Dalyan'da yazlık bir apartman dairesi aldı. Aynı yerde ben de bir yazlık tuttum. İçki bakımından "mübalağa bir yaz" yaşamıştık. Deniz, şimdiki gibi değildi; Balıkçı Nuri’nin bir günde üç ıstakoz birden getirdiği günlerdi. Edip'in küçük bir motoru vardı; o motorla Edip, Nuri, Ferruh Doğan ve ben Armutlu'ya kadar gitmiştik. (Bunun cehaletten doğan bir cesaret" olduğunu, dönüşümüzde, balıkçılardan öğren­miştik.)

Edip'le bir kere selamı sabahı kestik. 1960'ların başlarıydı. Nâzım Hikmet'in şiirleri Yön dergisinde yayımlanmaya başlamıştı. Şairlerde bir "Nâzım Hikmet tedirginliği" başlamıştı. (Ben de sanat sayfalarını yönettiğim [Siyasi köşe yazılan da yazıyordum] Yön'de Nâzım Hikmet tedirginliği" başlığıyla bir yazı yazmıştım.) O yazıda Edip’e de göndermeler vardı. Bir gün bir yerlerde içmiş, sonra Kulis'e gitmiştik. Balıkçı Nuri vardı. Biz oturduktan sonra Selâhattin Hilav da gelmişti. Başka? Bir iki kişi daha vardı ama anımsamıyorum kimler olduğunu. Edip gene başladı Nâzım'a atıp tutmaya. Bir ara, hızını alamadı, "Nâzım vasat bir şairdir." dedi. Ben de tutamadım kendimi, "Nâzım vasat şairse sen de cüce şairsin!" dedim. Galiba iki yıl kadar dargın kaldık. Sonra, Ankara'ya bir iş için gittiğim günlerde, Mehmed Kemal bizi telefon konuşmalarıyla barıştırdı.

Turgut Uyar’la Ankara'da, askerliğimin ilk günlerinde tanıştım. O tanışmayı hiç unut­mam. Can Yücel'le bir yerlerde içmiştik, sonra Can beni bir resim sergisinin açılışına götürmüştü. Önce Şahap Sıtkı ile tanıştık. Şahap’ın Gün Görmeyen Sokak adlı romanı yeni yayımlanmıştı ve tek eleştiriyi ben yazmıştım. Şahap, tanışmaktan memnun, beni karısına tanıştırdı: "Lütufkâr eleştirmenimiz Fethi Naci Bey"; karısı, bir baktı bana, bir şeye benze­temedi, bir şeye benzetemediğini de açıkça belli etti, sonra yürüdü, ardında da Şahap: Üzgün ve şaşırmış... Can’la ben kahkahaları bastık. Sonra Can, "Hah, işte Turgut!" dedi ve Turgut Uyar’la tanıştık.

Ankara'da bir ay kadar ev bulamamış, otel odalarında perişan olmuştuk. Sonra Salim Şengil'in bir tanıdığının yardımıyla Ataç Sokak'ta bir oda bulmuştuk. Odayı bir per­deyle ikiye ayırmıştık; bir yanda yatıyor, bir yanda oturuyorduk. Küçük bir koridorun so­nunda hela vardı, bir de telefon! Evet, tam kel başa şimşir tarak! Mutfak yoktu! Banyo yoktu! Buna rağmen, Ahmed Arif'in çiğ köfte yoğurduğu bir akşam, sekiz on kişi o yarım odada yiyip içmiştik! Halimizi gören Turgut, "Banyoyu bizde yapabilirsiniz." dedi. Artık her pazar, sabah sabah, Turgut'lara gidiyorduk: Ben, Emel ve henüz beş yaşında olan Deniz...

Turgut çok güzel yemek yapar. Özellikle patlıcan salatası ünlüdür. O, mutfakta yemek yaparken, ben, aralıksız, küçük, bir kır kahvesi sandalyesine oturur, Turgut'u seyre­derdim. Sabahtan başlardık: O, votka içerdi, ben rakı. Kısa zamanda o kadar iyi dost olmuştuk ki fazla söz etmeye gerek duymazdık.

Sonra İstanbul yılları... 1972-73 yıllarında Deniz Paris’te okurken Emel de Deniz’in yanındaydı. Her cumartesi akşamı Turgut'lara, Etiler’e, giderdim. Gitmeden o ünlü şarkü­teriden mezeler alırdım. Kürt Sıtkı, terziliği bırakmış Veysel Akkaş’ın şarküterisine ortak olmuştu. Her defasında biraz indirim yapar, "Bak, Veysel olsa burada, yapmazdı ha!" derdi.

Ne güzel günlerdi...

Ya ölüp giden öbür dostlar: İdris Küçükömer, Aydın Emeç, Metin Eloğlu, Sedat Gani....

 

Son yıllarda sanki ansızın gelen, gelip vuran bir kırgınlık, küskünlük içinde olduğu­nuz görülüyor. Bunun önemli olduğunu düşünüyorum. Eğer yalnızca çok özel duygu­lar, düşünceler, yaşantılar yüzünden değilse... Bugün yaşayan edebiyatımızın önemli yazarlarından birinin edebiyattan neredeyse soğuduğunu gösteren bir uzaklaşmaydı bu. 1995'in yazında eleştiri yazılarını bırakıp anılarınızı yazmaya iten de bu olmalı herhalde. Bunun üstünde duralım mı?

"1995'in yazında eleştiri yazılarını bırakıp" anılarımı yazmaya iten, "kırgınlık, küs­künlük" değildi. O yaz, epeydir üzerinde çalıştığım Reşat Nuri'nin Romancılığı adlı son (Evet, "son"!) incelememi bitirmeye karar vermiştim, bunun için çalışmamı dağıtmak iste­miyordum; yalnızca Reşat Nuri okumak, Reşat Nuri yazmak istiyordum. Ama yıllardır yazdığım Adam Sanat'a yazmayı da sürdürmek gereğini duyuyordum. Yıllardır anılarımı yazmayı düşünüyordum ve bir türlü başlayamıyordum. Anı yazmak için kitap okumak ge­rekmiyor, malum, ben de kitap okuma gücümü Reşat Nuri'ye yönelttim ve anılar yazmaya başladım.

Zaman zaman eleştiriden bezdiğim oluyor. Nankör bir iş eleştiri. Bir yazarın bir ese­rini beğenirsiniz, sizden iyi eleştirmen yoktur; bir başka eserini beğenmezsiniz, bu defa siz­den kötü eleştirmen yoktur... Her şey metalaşıyor günümüzde... Edebiyat da. (Bunun son korkunç örneğini de gördük: Kocası yaşadığı sürece kendi soyadını kullanan bir hanım ["Yazar" diyemediğim için "hanım" diyorum.] kocası trajik bir ölümle ölünce kızlık soya­dını bırakarak ölü kocasının soyadını kullanmaya başladı! İsimler de metalaşıyor!) Bir ede­biyat eserini eleştirmek artık edebiyat ölçütleriyle düşünülmüyor; eleştiri, "malın satışına zarar veren" bir olay olarak düşünülüyor. Otuz sekiz yıllık bir dostum vardı; yazmaktan bezip de bir süre ara verdiğim zaman bana telefon eder, "Gece etüdünde seni okuyan bir öğrenci olduğu sürece yazmaya mecbursun!" diye beni uyarırdı; bir kitabını beğenme­diğimi yazdım, ilk tepkisi ilişkileri soğutmak oldu, 1997 baharının sonlarına doğru İstiklâl Caddesi'nde karşılaştık, önce sağa sola baktı, tam karşı karşıya geldiğimiz zaman başını önüne eğdi ve geçti...

Memet Fuat şiir eleştirisini niçin bıraktı sanıyorsunuz?

Daha önceleri de eleştiriden, "koptuğum" demeyeyim, uzaklaştığım olmuştu. Eleştiri Günlüğü I. Kitap'a bakıyorum: Eylül 1983'ten Mayıs 1984 e kadar yazmamışım. Gücünü Yitiren Edebiyat'a bakıyorum: Ağustos 1987'den Şubat 1989'a kadar yazmamışım. En son 1995 sonbaharından 1996 sonuna kadar yazmayı bırakmışım.

Eleştiri pek de karşılığı olmayan bir uğraş. Yazarlar yalnızca kendilerinin ilgi bekle­diklerini sanırlar. Geçenlerde Oktay Akbal, Milliyet'teki köşesinde, "Bu kadar kitap çıkı­yor, eleştirmenler nerede?" kabilinden sözler ediyordu;  ben Yeni Yüzyıl'da Ekim 1996'dan Temmuz 1997 kadar bir yığın kitap eleştirisi yazdım, bir eleştirmenden daha ne beklenir?

 

Sonunda siz de edebiyat dünyasına ve okura küstünüz. Sanıyorum Reşat Nuri'nin Romancılığı adlı son kitabınızdan hiç söz edilmemesi özellikle etkili oldu bu kırgınlığınız­da, diyorsunuz.

Reşat Nuri'nin Romancılığı hakkında dört yazı yazıldı: Memet Fuat, Tarık Dursun, Prof. Gürsel Aytaç ve Doğan Hızlan yazdılar. Bir inceleme kitabı hakkında dört yazı küçümsenecek bir sayı değildir; bu bakımdan, "son kitabınızdan hiç söz edilmemesi" sözünüz gerçeği yansıtmıyor.

Bir de şu var: Böyle incelemeler hakkında ancak kısa "tanıtma yazıları" yazılabilir. Kaç araştırmacı, kaç eleştirmen var Reşat Nuri'nin romancılığı hakkında söz söyleyebilecek?

Reşat Nuri'nin Romancılığı hakkında yazı yazılmamasından çok iki olgu beni üzdü: Hiçbir edebiyat dergisi bu kitabın adını anmadı, bu bir. Okur, bu kitabı okumak gereğini duymadı, bu iki.

"Şimdilerde bu kırgınlığınız biraz geçmiş görünüyor." diyorsunuz. Geçmedi. Reşat Nuri'den sonra Halit Ziya Uşaklıgil'in, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın romancılıkları üzerine birer kitap yazacaktım, vazgeçtim.

 

Yarım yüzyıllık bir geçmişten gelen anılar, dostluklar, arkadaşlıklar; kırgınlıklar var. Hemen tamamı edebiyatımızın köşe taşları kişilerle yaşanmış. Yarım yüzyıl sonun­da, bu ilişkiler Fethi Naci yi nasıl etkiledi? Olumlu ve olumsuz yanlarıyla...

İstanbul'a 1945 yılında geldiğim zaman ilk tanıştığım yazar Oktay Akbal’dı. Oktay Akbal'ın bazı kitapları erken tanımam konusunda bana yardımları olmuştur. Sonra edebiyattan çok ekonomiye, daha doğrusu marksizme önem verdiğim bir dönem var. Ardından on dört ay Konya Ereğlisi’nde çalışma... Tutuklanma... 1951 güzünde İstanbul'a döndüğüm zaman Yeryüzü dergisinde "Oktay Deniz" takma adıyla hem ekonomik-toplumsal-siyasal konularda, hem de edebiyat üzerine yazılar yazmaya başladım. Ardından Beraber

dergisinde gene aynı takma adla aynı konularda yazılar... "Oktay Deniz"in nasıl merak edildiğini, herkesin "Kim bu adam?" diye sorduğunu (Yaşar Kemal, Oktay Deniz'in "Behice Boran" olduğunu söylemişti Şükran Kurdakul'la bana!) yaşadıktan sonra artık "ilişkiler"in beni etkilemesi söz konusu değildi. 24-25 yaşlarından başlayarak dostluk, arkadaşlık ilişkilerim, benden 15 yaş büyük yazarlarla bile hep eşitlik ilkesine göre yürüdü.

Çok güzel anılarım var -çok kötüleri de.

Bir zamanlar kardeşçe ilişkilerimiz olan bir yazar, utanmadan, beni "12 Eylül'ün  gölgesinde yazılar yazmakla, toplumcu sanatçılara kara çalmakla" suçlayabildi... Daha ötesi var: Eline fırsat geçince, benim ticari çalışmalarımı bile engelleyebildi...

Bir başkası, bir şiirini eleştirince, benim bir gazetede haftada bir köşe yazısı yazmamı önleyebildi...

Üstelik bunlar "solcu" olduklarını söyleyen insanlardı.

İlgi gösterdiğim zamanlar bana kitaplarını büyük övgülerle imzalayan bir yazar, adını artık anmadığımı görünce, benim bir romanını "ihbar" ettiğimi söyleyecek kadar küçülebildi...

Bunun içindir ki edebiyat dışından olan dostlarımın sayısı edebiyatçı dostlarımdan çoktur.

 

İlk kitap İnsan Tükenmez. Edebiyata belli bir tavırla yaklaşan yazılardan oluşuyor. Adından da belli. Ama bâlâ yeni basımlar yapıyor. İnsan Tükenmez'in Fethi Naci'nin eleştirmenlik serüveninde nasıl bir ilk basamak olduğunu anlatabilir misiniz?

İnsan Tükenmez'deki yazılar Marksizmin klasiklerinden ve Fransız Marksistlerinden öğrendiklerimi edebiyatımızın sorunlarına uygulama çabası diye değerlendirilebilir. O za­mana kadar söylenemeyen pek çok şeyin o küçük kitapta söylenmesi birden ortalığı sarsmıştı. Ataç'ın kitap hakkında yazdığı dört yazıdan birinde söyledikleri bunu gereğince açıklıyor: "İnsan Tükenmez'i, Bay Fethi Naci’nin bu adla topladığı yazıları okuyorum. Çok söz söylenebilir o betik üzerine. Öyle sanıyorum söylenecektir de. Kimi, örneğin Yeni Ufuklar'da, Yeditepe'de yazanlar pek beğenecek, pek önemli sayacak, bilimsel bir yöntemle bizde eleştiriyi yenileştirdiğini, büyük doğruları yayıp gözleri açtığını söyleyeceklerdir. Kimi de ürperecektir: yavuzlar yavuzunun, yıkıcılar yıkıcısının, Şeytan'ın parmağını görecekler bu betikte, yırtılmasını, yakılmasını isteyeceklerdir."

İnsan Tükenmez'deki eleştirileri yazarken en beğendiğim eleştiri tanımı Plehanov'un tanımıydı: "Maddeci eleştiri bir eserin özünü sosyolojik dile çevirmektir." Plehanov, bu­nunla yetinmemek gerektiğini, eserin biçimini de eleştirmek gerektiğini yazıyordu ama or­tada yararlanabileceğimiz örnekler yoktu. Bunun için benim eleştirilerim de içeriğe yönelik, toplumbilimsel yanı ağır basan eleştirilerdi. Bir edebiyat eserinin edebiyat hazzı verebilmesi için biçimin de yetkin olması üzerinde duruyordum -ama o kadar, İnsan Tükenmez'e baktığım zaman birtakım yeteneksiz şairleri ve yazarları yalnızca solcu oldukları için, hapishanelere girip çıktıkları için "tutmuş" olduğumu görüyorum. İyimserlik- kötümserlik hakkındaki düşüncelerimin çoğunun Türkiye gerçekleriyle uyuşmadığını görüyorum. Olumlu tip sorununun kökünde yatan parti çizgisine uyma zorunluluğunun sanatçıyı yaratma özgürlüğünden nasıl uzaklaştırdığını göremediğimi görüyorum.

İnsan Tükenmez beraat ettikten sonra bir özeleştiri yaparak yanılgılarımı eleştirdim.

 

Bir de İnsan Tükenmez hakkında açılan dava var: 142. maddeden...

İnsan Tükenmez yayımlandıktan bir süre sonra toplatıldı, 142. maddeden dava açıldı.

Ağır Ceza Mahkemesi, 1956 yılında, Sirkeci'deki Büyük Postane'nin üzerindeydi. Mahkeme bir bilirkişi kurulu oluşturdu: Prof. Sahir Erman, Prof. Nurullah Kunter, Doç. Naci Şensoy. Bilirkişi, ilk raporunda, kesinlikle komünizm propagandası yaptığımı ileri sürüyordu. Ama bilirkişilerin ne Marksizmden haberleri vardı, ne edebiyattan. İleri sürdükleri iddiaları çürütmek zor olmadı. Bilirkişi iddialarına karşı çalışmaları Mehmet Ali Aybar'ın bürosunda Mehmet Ali Bey'le birlikte yürütüyorduk (Bana avukatı da Mehmet Ali Bey bulmuştu). Bazı toplantılarımıza Şükran Kurdakul da katılmıştı. Bilirkişi, bizim itirazlarımıza karşı aynı düşünceleri ileri sürünce bu düşünceleri de çürüttük ve yeni bir bilirkişi kurulu oluşturulmasını istedik. Mahkeme, bu talebimizi kabul etti. Yeni bilirkişi kurulu Prof. Mazhar Şevket İpşiroğlu, Prof. Hıfzı Timur ve Peyami Safa'dan oluşuyordu. Prof. İpşiroğlu, avukatların deyişiyle, "mazeret beyan ederek" kuruldan çekildi, yerine Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar geldi. Ama Peyami Safa gibi görüşleri belli olan birinin kurulda olması iyiye alamet değildi. Üstelik, Peyami Safa, Türk Düşüncesi adlı bir dergi yayımlıyordu: Derginin ilk sayısında bir başyazı yaz­mıştı; ben de Ankara'da yayımlanan Kaynak dergisinde bu başyazıyı eleştiren, "Gerçek Korkusu" başlıklı bir yazı yazmıştım. Peyami Safa da Türk Düşüncesi'nde bana veryansın etmişti. Mehmet Ali Bey'e bunları anlattım ve "Peyami Safa’nın 'tarafsız' olamayacağını" ileri sürerek mahkemeden yeni bir bilirkişi atamasını isteyeceğimi söyledim. "Önce kendi­siyle bir konuşun." dedi. Hayret ettiğimi görünce, "Yok, yok, konuşulabilir" dedi. Bir akşam Peyami Safa'nın yazdığı MiIIiyet'e gittim. Konuştuk. Bana, "İlk toplantıya gelmeyeceğim. Siz itirazınızı yapın. Ama gelirsem sizin için iyi olmayacak" yolunda sözler etti. Peyami Safa, ilk toplantıya gelmedi. Biz yeni bir bilirkişi istedik. Mahkeme Burhan Felek'i tayin etti. (Bu bilgileri, Metin Kutusu: *Üniversite Kitabevi'nde beni merakla bekleyen Lütfi Erişçi'ye aktarmıştım. Yıllar sonra, benim yazılarımdan hoşlanmayan birtakım genç yazarların "Fethi Naci Peyami Safa'yla pazarlık ederek kurtuldu!" diye dedikodu yaptıklarını duydum. Neylersiniz. Alçaklığın hu­dudu yoktur -Sağ'da da, sol’da da!)

Yeni bilirkişi "Komünizm propagandası yoktur." diye rapor verdi. Rapordan sonraki duruşmada Ağız Ceza Reisi Reşid Somer, ağzının içinde bir şeyler homurdandı. Ben de davanın hangi güne ertelendiğini söylüyor sandım. Ama Reşid Somer'in, bana tuhaf tuhaf baktığını da fark ettim. Salondan çıkarken mübaşire "Hangi tarihe ertelendi" diye sordum. "Ne ertelenmesi beyim, beraat ettiniz!" demez mi!

Reşid Somer, beraat edenler kendisine teşekkür edince, elinin tersiyle kovarmış: ben her zamanki gibi davranınca, en küçük bir sevinç belirtisi göstermeyince, herhalde çok soğukkanlı olduğumu düşünmüştür.

Oysa duymamıştım söylediklerini...

İnsan Tükenmez davası için Mahkemenin MAH'tan (O zamanki Milli Emniyet Teşki­latı) istediği rapor dava dosyasındaydı. Nasılsa, hep dava dosyasında kaldı. Ben de bir gün o raporu kopya ederek örneğini çıkardım.

MAH Raporundan: Fethi Naci'nin Yenilik Basımevi'nde basılan İnsan Tükenmez adlı kitabı, bazıları muhtelif dergilerde neşredilmiş olan tenkit yazılarından ibarettir.

Kitabı teşkil eden yazıların ilki, kitaba ismini veren yazıdır. Yazar, burada yazarlarımızın, bilhassa hikayecilerimizin eserlerini sadece, halkın, sefaletini, perişanlığını, ümitsizliğini, çaresizliğini konu olarak aldıklarını söyleyerek tenkit etmekte, bugünkü dünyayı değiştirmek için yazarların eserleriyle halkı aydınlatmaları lüzumuna işaretle, onların eserlerinde aç, sefil, ümitsiz, kadere boyun eğen insanlar yerine, açlığı, sefaleti ortadan kaldırmak için çalışan, haksızlıklar karşısında direnen, mücadele eden insan tiplerini işlemeleri lüzumunu belirtmiştir.

Yazar, burada, yeni edebiyatımıza "aydınlık gelecekler" edebiyatı adını vererek, bunu, daha iyi, daha insanca bir dünyanın, insanların gerçekten hür, gerçekten eşit yaşayacakları kardeş toplumun kurulabileceğine inanmak şeklinde tarif etmiştir.

Bu şekilde bir dünya düzenine sahip olmak için de, tanıdığımız komünist yazarların isimleri­ni vererek bunlardan, eserlerinde yukarda bahsettiğimiz tipleri vermelerini beklediğini belirt­miştir.

Yazı mevzuu bakımından dikkate şayandır. Zira yazar bir defa bugünkü cemiyet düzenimizi beğenmemekte, bunun muhakkak değişmesi icabettiği kanaatini açıkça ifade etmekledir, ki bu, komünistlerin eserlerinde daima ileri sürdükleri bir fikirdir. Daima iyi bir dünya hasreti eserle­rinde mevcuttur.

Yazar edebiyatımızı bugünkü düzeni değiştirmek için bir vasıta olarak kabul etmektedir. Bu da komünist edebiyatın prensiplerinden biridir. Edebiyat cemiyete fayda temin etmelidir tezi­ni müdafaa ederler. Bu fayda da cemiyetin düzeltilmesidir.

Yine bugünkü düzenin değişmesinin ancak yazarların zavallı insanları değil, bir gaye uğrunda mücadeleden yılmayan, kendi kaderini kendisi değiştirmeye çalışan insan tiplerini örnek olarak aldıkları zaman mümkün olacağını şu satırlarla anlatmıştır: "Cahit Irgat'ın kötümser, meydanlar konuşmayınca efkârlanıp kahrolan, teselliyi meyhanede arayan aydınları yerine, örneğin kahrolan ama kahırlarını yenerek, meydanları dile getirmenin yollarını arayan aydınlar. Orhan Kemal'in sefil işçileri yerine, örneğin, hakları için mücadele eden, gerekince iş ihtilafı çıkaran işçiler, örnek sendikacılar. İ. Berk'in küçücük yüreklerine analarının, karılarının yüzünü koyup yollara düşen çaresiz, umutsuz, garip insanları yerine, hep örneğin, dünyadan, memleketlerinden, insandan umutlu insanlar, düşünceden hareket edeceklerine canlı gerçeklen hareket ederek Oktay Rıfat'ın, Melih Cevdet'in bize tanıtacakları yeni insanlar, halkımızı iyi tanıyan Yaşar Kemal'in, Samim Kocagöz'ün, Kemal Bilbaşar'ın, A. Kadir’in, Rıfat Ilgaz'ın, Şükıan Kurdakul'un, Ahmet Arif'in yeni insanları."

Buradaki meydanları dile getirmek, tabiri geniş manasıyla komünizm propagandası yap­mayı, komünizmin yayılması için her türlü usule başvurmayı içine almaktadır.

Yukarıda misal olarak saydığı yazarların hepsi bilinen komünist şahıslardır. Ve F. Naci'nin sadece bunIarı örnek olarak göstermesi kendi siyasi akidesini açıkça göstermekte, onların pro­pagandasını yapmaktadır.

Yazar Şilili komünist yazar Pablo Neruda’nın şu sözlerini, müdafaa ettiği fikre uygun bulduğu için yazısına ilave etmektedir: "Biz karanlık bir ada üzerinde terkedilmiş kazazede ruh­lar değil mantıkî bir toplum düzenin savaşçılarıyız." Şair bizim yazarlarımızı da Pablo'nun "mantıkî bir toplum düzeninin savaşçıları"na benzetmektedir.

11. sayfadaki "Yazarın İşi" adlı yazısında F. Naci, sosyal endişe ile yazan yazarlarımızın, eserleri ile daha iyi bir dünya kuruluşuna katılmak için insan ve cemiyetimizi, iyice tanımaları gerektiğini ve yazarın ileri dünya görüşüne, geniş hayat tecrübesine ve sanatkâr ustalığına sahip olmaları lâzım geldiğini anlatmaktadır.

16. sayfadaki "Yaşar Kemal'in Tenekesi" adlı yazıda F. Naci "Teneke" adlı romanın tenkidini yapmaktadır. Onu millî edebiyatımızın bir örneği, son yılların en önemli hikâyesi olarak beğendiğini anlatmaktadır. Yaşar Kemal’in en çetin şartlar içinde bile daha iyi bir dünya içinde çalışmanın mümkün olduğuna inandığım belirterek, Teneke'yi kahramanlarının zavallı, sefil, ezilen insanlardan olmaması, bilakis haksızlık karşısında direnen, aynı gaye için beraberce mücadele eden ve sesini yükselten insanlardan olması bakımından takdir etmektedir. Bu yazıda da yine yazarın gelecekten ümitli olduğunu, yarın daha iyi günlerin geleceğine inandığım belirten satırlar mevcuttur. Meselâ "Yaşar Kemal de, Eluard gibi, benim gibi hiçbir zaman gecenin tam olmadığına, en koyu karanlıkta bile aydınlık bir yan olduğuna inananlar­dan" diyor. Bu sözünü ettiği Eluard da iki sene evvel ölen Fransız komünist şairdir. F. Naci bu suretle yarından ümitsiz olan, daha iyi bir dünya düzeni için yazmayan yazarları tenkid etmiştir.

30. sayfadaki "Yazarın Gerçeğe Bakışı” isimli yazıda F. Naci, yazıların, hakikati, olduğu gibi göstermelerini tenkid etmekte ve buna misal olarak O. Kemal'in "Kurtuluş Yolu" adlı hikayesini ele almaktadır. Bunda işsiz kalan bir işçi, karısının da çalışmasına razı olmakta ve bu suretle bir hal çaresi bulmaktadır ki, F. Naci O. Kemal’in bu yolu seçişini hoş görmemektedir. Neticede yazarın halkın yürüdüğü yolu aydınlatmak zorunda olduğunu ilave etmektedir...

F, Naci yine yazarların eserlerinde sadece sefalet çeken, zavallı, ümitsiz insanları tip olarak aldıklarını tenkid etmektedir. Bu bakımdan yazarların işçilerin yollarını aydınlatmalarını istemektedir. Bunu yaparken yazarın nasıl hareket edeceğini gösteren pasaj şayanı dikkattir. Onun için aynen alıyoruz: "Onların hayatı, ağır yaşama şartları, bu yaşama şartlarının değiştirilmesi İçin konuşmalar, tartışmalar, aralarındaki görüş ayrılıkları, görüş birlikleri, içlerine sızan bozguncular, bunlarla mücadeleleri, bu tartışmaların bir hareketle sonuçlanması, bu hareketteki örnek dayanışma, yiğitçe direnme, hareket sonunda hayatlarında, daha iyiye doğru bir değişme elde etmeleri, hâlâ rüzgârda yaprak misali yaşayan işçilerimizden söz açan yazarlarımızı bir hayli düşündürse yeridir. Ben ancak böyle şeyleri anlatan bir eserin, işçiler için aydınlatıcı olduğuna, onları doğru bir düşünüşle eğitebileceğine inanıyorum. Bugün için tipik işçi hareketi budur, sanıyorum. Tipik işçiler de bu hareketin yürütücüleridir... Bir düşünürün dediği gibi: Halkı eğitmek için önce onun yanında eğitim görmek gerektir."

Burada görüldüğü üzere yine daha iyi bir dünya hasreti, bunun değiştirilmesi icabettiği fikri, bunun için yaptıkları mücadelelerin bir hareketle neticelenmesi fikri zaman zaman tekrar edilmektedir, ki bunlar tamamen komünist edebiyatın komünist yazarlardan eserlerinde yaz­malarını istediği fikirlerdir...  .

 

1959'da askerlik günleri başlıyor.

Epey geç yaptım askerliğimi. Önce İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği davası vardı, 141. maddeden yargılanıyorduk. O dava biterken İnsan Tükenmez davası başladı. Bu dava da sonuçlanınca askere gitmeye karar verdim. Yaş, otuzu geçmişti. Neyse ki okul dönemini, İstanbul'da, Tuzla'daki uçaksavar'da geçirdik. Ankara'da test sınavlarına göre sınıflara ayrılmıştık. Bir de yabancı dil sınavı vardı. O sınava ben de katılmıştım. Okulda kuraların çekilmesine kısa bir süre kala Fransızca sınavını kazandığımı ve Genelkurmay'a Fransızca mütercim olarak atandığımı bildirdiler. Askerliğimi Ankara'da yapacaktım.

Ne var ki Genelkurmay’a gitmeden üç aylık bir kıta hizmeti vardı. Beni Haber Merke­zi'ne verdiler. O zamanlar lise, meslek lisesi, vb. mezunları da yedek subay oluyorlardı; bizim 48. dönemde yüksek öğrenimliler toplamın yüzde 10'u kadardık. Benim işim, gelen yazıları kaydetmek ve alay komutanına götürmekti. Bir ay sonra çift aylı zarfların birin­den pek de hoş olmayan bir yazı çıktı: "Asteğmen İsmail Naci Kalpakçıoğlu'nun Genelkurmay'a tayini iptal edilmiştir. Kıtada kalacaktır. Dosyası ayrıca gönderilecektir." Bir saat sonra, beni bir bölük komutanının emrine verdiler. Bana bir oda ayırmışlardı. Bir şey yap­madan oturuyordum. Askerle ilişkide bulunmamı istemiyorlardı. Bir gün, bir rastlantı sonucu, eğitim malzemesi olarak tüfek, vb. resimlerine gereksinim olduğunu öğrendim. Bölük komutanına eğitim için gerekli resimleri yapabileceğimi söyledim. Bir örnek verdi. Yaptım. Çok beğenildi. Beni başka taburlardan da çağırmaya başladılar. O zaman rahat­ladım: Ankara’dan sürülmek tehlikesi yoktu. Bizden önceki dönem yedek subaylar (Cevat Çapan da onlar arasındaydı. Her ay başı görüşürdük; çünkü maaşını almak için bizim alaya gelirdi.) terhis edilince beni "levazım" bölümüne verdiler. Büsbütün rahat ettim: Çünkü "levazımcı"lar nöbet tutmuyorlardı.

Mütercimlik tayinimin iptal edildiğini kimseye söylememiştim. Sonradan Edip Cansever anlattı: Orhan Kemal, "Bu ne biçim komünistlik! Herif, Genelkurmay'da mütercim!’' diye dedikoduya başlamış. "Fethi Naci" imzasıyla yazdığım ilk yazıda, Orhan Kemal’in bir hikâyesini eleştirmiştim. Ataç da o ilk eleştiri için Ulus'ta bir yazı yazmış, beni övmüştü. Bunlar yetmiyormuş gibi Yaşar Kemal'in 1955’te yayımlanan Teneke'si için de coşkulu bir yazı yazmıştım. Bütün bunlar Orhan Kemal'in bana fena halde kızması için yeterliydi. Bir aylık izinle İstanbul'a gittiğim zaman Edip, Çengelköy’de eşi dostu topladı, Orhan Kemal de gelmişti, bir öğle yemeği yedik. Orhan Kemal’le karşılaştıktan beş-on dakika sonra buz­lar erimiş, karşılıklı espriler başlamıştı.

Ankara'da kaldığım bir yıl hayal edemeyeceğim kadar güzel geçti. O zamanlar evler arası ilişkiler çok iyi idi: Her hafta bir evde buluşulurdu: Can Yücel’lerde, Turgut Uyar'lar­da, İlhan Berk’lerde, Sabahattin Batur'lar­da, Bilge Karasu’da, Salim Şengil'lerde...

Dost ve Pazar Postası dergilerinde yazıyordum. Askerlikte yazdığım yazılar bir kitap dolduracak kadar olunca, Muzaffer Erdost, Açık Oturum Yayınları’nda ikinci kitabımı yayımladı: Gerçek Saygısı. Yıl, 1959.

Bir hayli endişeli başladığım askerlik umulmadık bir rahatlık içinde geçti.

 

1964'te Yön dergisinde hem siyasal yazılar yazıp hem de sanat sayfalarını yönettiniz. Türkiye solunun geçmişinde önemli bir iz bıraktı Yön. Yön günlerini biraz anlatır mısınız?

Yön dergisinin iki dönemi var: 20 Aralık 1961'de ilk sayısı yayımlanan Yön, 5 Hazi­ran 1963'te yayınını durdurmuştu; Yön'ün ikinci dönemi, 25 Eylül 1964'te başladı ve 30 Haziran 1967’de sona erdi.

İkinci Yön’ün hazırlık döneminde Doğan Avcıoğlu İstanbul'a geldi; şimdiki Nimet Abla gişesinin yanında Ege Lokantası vardı, bir akşam yemeği için orada toplandık. Da­vetliler arasında Rauf Mutluay, Ayperi Akalan ve daha birkaç kişi vardı. Doğan, Yön’de yazmamı istedi; sayfa düzenini bile yapmıştı kafasında: Derginin arka sayfasında yaza­caktık: üstte ben, altta Mehmed Kemal!

Kurucuları arasında olduğum Türkiye İşçi Partisi organı Sosyal Adalet'ten kopmuş­tum, ayrıca, o günlerde (Anımsadığım kadarıyla) Sosyal Adalet Sıkıyönetim'ce kapatıl­mıştı. Türkiye işçi Partisi'nden de ihraç edilmiştim. "Yazmak", her zaman kurtarıcı olmuş­tur benim için; Doğan'ın önerisini kabul ettim.

Bir süre sonra Yön'ün sanat sayfalarını yönetmemi istedi Doğan. Selâhattin Hilav ve Edip Cansever'le konuştum; bana yardım etmeyi kabul ettiler.

Bir süre sonra da "Üçüncü Dünya Konuşuyor" diye bir köşe hazırlamaya başladım. O yıllarda dört beş Fransızca dergiye aboneydim. Az gelişmiş ülkelerin sorunlarını inceleyen Marksistlerin yazılarını çeviriyor (Bazen de arkadaşlarıma çevirttiriyordum.) ve bu köşede yayımlıyordum. Hikmet Özdemir, Yön üzerine hazırladığı doktora tezinde Yön'de Doğan'dan sonra en çok yazan yazarın "Fethi Naci" olduğunu saptamıştı. (Ziyadesiyle ünlü bir köşe yazarımız, Hikmet Özdemir'in kitabı hakkında yazdığı tanıtma yazısında, Yön’de en çok

yazan yazarın adını verdikten sonra, beni atlamış, üçüncü sıradaki yazarın adını yazmıştı!)

Yön' de yayımlanan bütün yazılar Doğan’ın denetiminden geçerdi; benim yazılarımla yukardaki paragrafta sözünü ettiğim yazarın yazıları denetim dışıydı. Üstelik, Türkiye İşçi Partisi'nden atılmama rağmen hep TİP çizgisinde ve TİP’i tutan yazılar yazıyordum. 8 Ekim 1965 tarihli Yönde yayımlanan "Öbür Gün.." başlıklı yazımdan bir parçayı aktar­mak istiyorum:

"Öbür gün TİP’e oy vereceğim, ikide bir kendi kendime bunu tekrarlıyorum; Öbür gün TİP'e oy vereceğim,

10 Ekim 1965: Kızımın yaş günü; o, 10 yaşını bitirecek; ben, 38 yaşımda ilk defa seçme özgürlüğümü yaşayacağım. Ve kızım, benim yaşımda, ger­çekten özgür, gerçekten imkân eşitliğine sahip insanların yaşadığı bir Türkiye’de yaşayacak. Biz belki görmeyeceğiz o günleri. Nitekim 10 Ekim'i göremeyenler de çok. 10 Ekim, nice kahırlardan, nice çilelerden sonra ulaşılan bir gün. Geride hapisler var, sürgünler var, işkenceler var, uzak şehirlerde 'Bir garip öldü diyeler' var. Geçmişin acıları içinden geleceğe umutla bakış günü olacak 10 Ekim."

Yaşamalı günlerdi o günler, umutlu günlerdi...

Sanat sayfalarında ilginç soruşturmalar yapmıştık. Genç yazarların çoğu o sayfalar­da yazıyorlardı. Sonradan ünlenen kimi yazarlar da o sayfalardan adım atmışlardı edebi­yat dünyasına.

Yön'ün baskıya girdiği akşamlar Doğan'ın ağabeyi Hamdi Avcıoğlu, Raif Ertem (Biz Yöncü Raif derdik, çünkü Yön'ün bir yığın işi Raif'in üzerindeydi.) ve ben Kumkapı’nın yolunu tutardık!

 

Hemen ardından, 1965'te Gerçek Yayınevi'ni kurdunuz. Onun da üstünden otuz iki yıl geçmiş. Gerçek Yayınevi sonraki yaşamınızda belirleyici bir yer tutmuş olmalı. İlkin, bir yayınevi kurma düşüncesi nerden geldi?

Sümerbank, 141. maddeden tutuklandığım için beni işten attı. Yıl, 1951. O yıllarda işsiz kalan solcular genellikle muhasebeci olurlardı; ben de Ayvansaray'da, bir fabrikada, yıllarca muhasebecilik yaptım. Askerlik dönüşü. Bakırköy-Yenimahalle'deki Emayetaş fab­rikasına girdim. Personel işlerine bakıyordum, ayrıca Murahhas Aza'nın yardımcısıydım. 1960-1964 arasında rahat rahat çalıştım o fabrikada, ama 1964'te işler değişti; toplu iş sözleşmeleri ve grevler dönemi başlamıştı. İşverenlerin toplantılarına murahhas aza ile birlikte katılıyordum. Ve işverenler, toplantılara katılan Naci Kalpakçıoğlu'nun Yön'de yazan Fethi Naci olduğunu öğrendiler. Murahhas azaya beni toplantılarda görmek İsteme­diklerini söylemişler. İşten çıkarıldım. On bin lira tazminat verdiler. O ayın aylığı, yıllık ücretli izin ve bankadaki parayı da bu on bine ekleyince 17.000 liram oluyordu. Arka­daşım Enver Aytekin Tanin gazetesinden ayrılınca Sosyal Yayınlar'ı kurmuştu, pekala yürütüyordu da. Patronlar bana artık iş vermezlerdi, bunu biliyordum. Düşündüm taşın­dım, yayıncılıktan başka bir şey yapamayacağımı gördüm. Elimde hazır bir kitap vardı, çoğu yazıları daha önce Yön'de yayımlanmış olan Az Gelişmiş Ülkeler ve Sosyalizm, Ama önce bir işyeri kiralamak gerekiyordu. Aradım aradım, bulamadım. Doğan Avoıoğlu, "Yön'ün bürosunu kullan, doğru dürüst bir yer buluncaya kadar idare ederiz." dedi, (İşten atılıncaya kadar yazdığım yazılar, "Üçüncü Dünya Konuşuyor" köşesini hazırlamam ve sanat sayfalarının yönetimi için Yön’den hiç para almamıştım. İşten atılınca Doğan ayda 600 lira ödemeye başladı.)

Az Gelişmiş Ülkeler ve Sosyalizm, 1965 mayısının sonunda, Gerçek Yayınevi’nin ilk kitabı olarak çıktı. 17.000 liralık "sermaye"nin 12.000 lirası bu kitaba gitmişti! Altı ayda 6.000 sattı ve ikinci baskı yaptı. Ama yayımlanacak başka kitap yoktu; 1965 yazında Emperyalizm Nedir'i yazdım.

1968’de "100 SORUDA" dizisine başladım.

Galiba ölünceye kadar da yayıncılığı sürdürmek zorundayım.

 

1940'ların ortalarından bu yana sosyalizmin en güzel düş olduğuna inandığınızı söylüyorsunuz. Sürüyor mu bu inancınız? Ve bu inanç Fethi Naci'nin kişiliğinde nasıl bir iz bıraktı?

Evet, 1946 dan bu yana sosyalizmin gerçekleşebilir en güzel düş olduğuna inanı­yorum.

Ama Türkiye'de sosyalizmin gerçekleşmesinin koşullarının var olup olmadığı da beni hep düşündürmüştür. Marx'ın hiçbir zaman aklımdan çıkarmadığım bir cümlesi var: "İnsanlar tarihlerini bizzat kendileri yaparlar ama bu tarihi, keyfî olarak, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, geçmişten miras olarak alınmış, veri koşullar içinde yaparlar."

Türk halkı 600 yıl kul olarak yaşamış. Batılılaşma hareketleri hep bu halkın zara­rına sonuçlar vermiş. Bu halkın din dışında bir düşünce akımı ile tanışmasına izin verilme­miş. 1946'larda "demokrasi" denmiş, bir yıl içinde iki sosyalist parti ve gerçek sendikalar kapatılmış, meydan asker ve sivil bürokratlarla toprak ağalarına bırakılmış. Halk, hiçbir zaman ülkenin yönetimine katılamamış.

Günümüzde her yıl iş arama çağma gelen gençleri, bir iş arayana iş olanağı yarat­mak için yapılması gereken yatırım tutarını hesaplarsanız, iş bulup fabrikalarda çalışan işçilerin devrimci olup olamayacaklarını görürsünüz. Çalışan işçilerin "zincirlerinden başka kaybedecekleri" var: "İşleri". Mustafa Sönmez yazıyordu: "... Artık geçerli firma mo­delinde, az sayıda becerikli işçi ve onlara yardımcı niteliksiz işçiler var. İşletmeler arası işbölümünü azdırarak işi taşeronlara verme, yine günümüzün revaçtaki üretim modellerin­den. KOBİ'ler (küçük ve orta ölçekli işletmeler) bunun için bu kadar gözde. Çünkü iyi donanımlı KOBİ'lerde, az sayıda, nitelikli, işletmeyle özdeşleşmiş, sendika türü organizas­yonları dışlamış çalışanlarla, üretkenliğin daha çok arttığı farkedilmiş durumda. (...) Eve iş, part-time, taşerona iş şeklinde yaşanan, işin esnek örgütlenmesi, sendikal örgütlenmeyi parçalıyor. Yoğun işsizlik yeniden biraraya gelmeyi zorlaştırıyor, global sermaye, işçileri, çalışan ordusunu işsizlikle terbiye ediyor. Ve dünyada işsizlik hızla artıyor, arttıkça da ser­maye kesiminin eli güçleniyor..." 17 Ağustos 1997 tarihli Gazetepazar'da yayımlanan yazısını, "Tanrı, işçi sınıfını korusun! Amin." diye bitiriyor Mustafa Sönmez...

1967 yılında Ant dergisinde "İşçi Sınıfı ve TİP" başlıklı iki yazı yazmış, Türkiye'de sosyalizmin işçilere pek bir şey veremeyeceğine -biraz kapalı olarak- değinmiştim. Şimdi düşünüyorum da Franz Fanon'un Dünyanın Lanetlileri adlı kitabındaki o ünlü cümlesine hak veriyorum: "Az gelişmiş ülkelerin en imtiyazlı emekçi tabakası sanayi işçileridir."

Türkiye işçi sınıfının devrimci bir sınıf olabilmesinin nesnel koşulları yok... "Geç­mişten miras olarak alınmış, veri koşullar" ortada...

Bu koşullarda somut olarak ne yapılabilir?

Açıkça söyleyeyim: Bilmiyorum.

 

1951'de tutukluluk günleri geliyor. İstanbul Yüksek Tahsil Gençlik Derneği kurucuları ve yöneticileri için başlatılan tutuklamalar sizi de içine aldı. Herhalde yaşamınızda kalıcı izler bırakmış bir deneyim olarak söz edebiliriz bundan da. Sulta­nahmet Cezaevi'ndeki günlerinizi anlatır mısınız? O günkü hapishane koşulları  ve ha­pishanede birlikte yattığınız kişilerle ilişkileriniz nasıldı?..

Dernek tutuklamaları tam bir rezalettir!

"Demokrasi" vaadleriyle iktidara gelen Demokrat Parti'nin ilk işi, özgürlükleri daha da sınırlandırmak, özgürlükleri olabildiğince yok etmek oldu! Bunun için bir bahane gerek­li idi; bu bahaneyi buldular: Kamuoyunda dehşet yaratmak için üniversite bitirmiş ve üniversitede okumakta olan 60-70 genci toplayıp Sultanahmet Cezaevi’ne koydular!

Sonra? Sorgusu yapılan herkes salıverildi. Hatta 141. maddeden tutuklamalarda hiç görülmeyen bir şey oldu: Moris Gabay, kefaletle tahliye edildi. (Buna en çok ben sevindim: Ot yatakta yatıyordum, Moris tahliye edilince onun lüks yatağına ben kondum!}

Hapishane koşulları rahattı. Komünal düzeni vardı: Herkesten gücüne göre, herkese ihtiyacına göre.

Boyacı Medet’le Raci Bey, aşçılık görevini yüklenmişlerdi. Tutuklulardan iki kişi, her gün, mutfakta bu iki arkadaşa yardım eder, bulaşıkları yıkar, temizliği yapardı. (Raci, o kadar kötü makarna yapardı ki tahliye edildikten sonra aylarca makarna yiyememiştim.)

İstanbul'da oturan arkadaşların aileleri, görüşme günlerinde yiyecek bir şeyler, meyve, çikolata, vb. getirirlerdi. Ve o akşam, bu ganimet, "Bu, kime? yöntemiyle dağıtılır­dı. Bir tutuklu, getirilenleri sırayla havaya kaldırır, arkasını dönmüş olan tutukluya so­rardı: "Bu, kime?" O, kimin adını söylerse o alırdı. Sözgelimi, sevgilisinin büyük bir çikola­ta getirdiği arkadaş, bir meyveyle yetinmek zorunda kalabilirdi.

Havalandırılmaya çıkarmalar düzenliydi. Avluda voleybol oynardık.

Nerdeyse bütün gazeteleri getirtir, sırayla okurduk.

Ben, Konya Ereğlisi'nde, bir mühendisin İngilizce derslerine katılmıştım, hapishane­de her gün 5-6 saat İngilizce çalışırdım. W. Saroyan'ın, İnsanlık Komedyası adlı romanının Türkçesini okumuştum: o romanın İngilizcesini getirttim ve... okudum. Başından sonuna kadar okudum. Bu, arkadaşlara da güç verdi, herkes İngilizce çalışmaya başladı. (Fransız­ca okuyabilmemin bu konuda ne kadar yardımcı olduğunu düşünmüyorlardı.) Yazık ki bir buçuk ay sonra tahliye edildim; birkaç ay daha içerde kalsaydım İngilizceyi rahat rahat okuyabilir duruma gelecektim.

Hapishanede birlikte yattıklarımız arasında Aziz Nesin, Yusuf Ahıskalı gibi bizden yaşlı solcular da vardı. Ayrıca, hapishane ağzıyla "münferit" (tek, ayrı, kendi başına olan) suçlardan gelenler de vardı, pek azdı bunlar, tanımadığımız için onları pek yaklaştır­mazdık yanımıza.

Kısaca, "Hababam koğuşu" gibi bir koğuştu, bizim koğuş. 12 Mart'a daha upuzun bir 20 yıl vardı çünkü.

 

1962'de aydınların Türkiye İşçi Partisi'ne çağrılmalarından sonra, parti içinde etkin görevler alıyorsunuz. Üstelik parti MYK'sına bağlı olarak kurulan Etüd ve Araştırma Bürosu'nun sekreterliğini de yapıyorsunuz. Çok önemli bir grup aydınla birlikte. Bir aydın ve yazar olarak TİP içinde etkin görevler almak o günlerde nasıl bir duyguydu?

1962 yılında Vatan gazetesinde köşe yazıları yazıyordum. O yıl, Türkiye İşçi Partisini kuran sendika liderleri Mehmet Ali Aybar'a partinin başına geçmesi için öneri götürmüşlerdi; Aybar, düşünüp taşındıktan sonra bu öneriyi kabul etti.

25 Ağustos 1962 tarihli Vatan'da, "Bir parti lideri konuştu" başlıklı köşe yazımda Aybar'ın TİP Genel Yönetim Kurulu toplantısındaki konuşmasını ele alıyor, "Aybar'ın 'TİP gerçeğe inanan ve dayanan bir partidir. Çünkü ilim partisi, çünkü ahlâk partisidir. Gerçeğe inanmayan bir ilim düşünülemez. Kendi kendini inkâr eder. Binaenaleyh biz gerçekleri konuşturarak politika yapacağız’ sözleri, konuşmasının temel ilkelerini açıkça gösteriyor." diye başlıyor, bu konuşmanın önemini belirtiyordum. Aybar'ın konuşması için epey uzun bir köşe yazısı yazdığım günlerde TİP'ten en çok iki üç satırla söz ediliyordu ga­zetelerde. O yazının çıktığı günlerde, Sirkeci’de Aybar'la karşılaştık; yazı için teşekkür etti, ayaküstü konuşmamızın sonunda partiye girmemi önerdi; ben de partiye girersem yazılarımın "yanlı" kabul edileceğini, etkisini yitireceğini söyledim. Anlayış gösterdi.

İki buçuk ay sonra Beyazıt'ta, bir düğün salonunda, TİP'in düzenlediği bir toplantı yapılacaktı. TİP Genel Başkanı Aybar’ın imzaladığı çağrıda, "Anayasamızı korumak ve yaşar hale getirmek amacıyla: a) Anayasaya aykırı kanunların yürürlükten kaldırılması, b) Hızla gelişen faşizmin zararsız hale getirilmesi konularında neler yapılabileceğini birlikte İnceleyip gerekli kararları almak üzere", "yurdumuzun ilerici tanınmış 600 kişisine, sendi­kalara, ilerici derneklerle ilerici gazete ve dergilere" bu çağrının gönderildiği belirtilmek­teydi.

Gazetelerin bu çağrıyı ya yayımlamayacaklarını ya da görünmeyecek bir köşeye sıkıştıracaklarını bildiğim için, toplantının yapılacağı 11 Kasım 1962 sabahı yayımla­nacak Vatan’da, "Bugün saat 3'te" başlıklı bir köşe yazısı yazarak çağrıyı alanları toplantıya katılmaya davet ettim.

Toplantıya Vatan'ın yazı işleri müdürlerinden dostum Turhan Tükel'le birlikte gittik. "Gerici çevreler", bu toplantıyı sabote etmek için ellerinden geleni yaptılar: Gelenleri top­lantı salonuna sokmamaya çalıştılar, salonda konuşulmasını engellemeye çalıştılar, kavga çıkardılar, vb... Ve biz, Turhan ve ben, TİP'in ne kadar güçsüz olduğunu gözlerimizle gördük. "Gazetecinin tarafsızlığı" ilkesine boş vererek hemen ertesi gün gittik, partiye kaydımızı yaptırdık. Giriş beyannamelerimizi Aybar ve Genel Sekreter Cemal Hakkı Selek imzaladı. Hepimiz mutluyduk.

Turhan Tükel, partinin bir yayın organı olmasının bir zorunluluk olduğunu ileri sürüyordu. Bu zorunluluğu herkes kabul ediyordu ama bu organı nasıl çıkaracaktık? Daha ucuza mal olacağı için haftalık dergide karar kıldık. Derginin adını Turhan buldu: Sosyal Adalet. Ya para? Zor olan, para bulmaktı. Ben dahil beş kişi 1.000'er lira (Yıl, 1963!) koy­mayı taahhüt ettik. Ve bir abone kampanyası başlattık. Çalıştığım Emayetaş fabrikasında en azından 50 kişiyi abone etmişimdir.

Derginin ilk sayısında (19 Mart 1963) yayımlanan "Bölünmek değil, birleşmek!" başlıklı yazımda (O yazıda partide birlikte çalıştığımız Enver Aytekin, Cenap Karakaya ve Selâhattin Hilav'ın da katkıları vardı.) "millî burjuvazi"yi  tanımlıyor ("iç pazarda çıkarları yabancı sermaye ile çatışan sanayici kesimi") ve millî burjuvazi ile güçbirliği yapılabile­ceğini öne sürüyordum. Derginin ikinci sayısında Behice Boran, bu yazıya şiddetle karşı çıktı. (Tuhaftır, 1962'de millî burjuvaziyle güçbirliğine karşı çıkan Behice Boran, nice yıllar sonra, artık "millî burjuvazi" diye bir şey kalmadığı yıllarda, TİP'le TKP birleşip TBKP olunca, parti programında "milli burjuvazi"nin desteklenmesini kabul ediyordu!) Gelelim "Etüd ve Araştırma Bürosu"na.

Bu konudaki sorunuza bundan sonraki sorunuzla birlikte cevap vereceğim.

 

Elbette bir de çatışmalar oldu parti içinde. Sizin de anlaşamadığınız konular, içinde yer almak zorunda kaldığınız tatsız ilişkiler... Gene o günlere ilişkin yazdıklarınızda, "O yıllarda, şimdiki gibi, Türkiye'den umudumu kesmemiştim," diyorsunuz, bir şeyler yapılabileceğine inanıyordum, bu 'bir şeyler’e benim de katkıda bulunabile­ceğime inanıyordum, bütün gençliğimi bu düşle yaşamıştım. Sizi bu noktaya iten neler yaşandı?

Etüd ve Araştırma Bürosu'ndan başlayayım.

Büyük Millet Meclisi'nde TİP'in tek temsilcisi vardı: Senatör Niyazi Ağırnaslı. (Bu TİP, o iyi insana da çok çektirmiştir!) Etüd ve Araştırma Bürosu'nun kurulduğu günlerde, Niyazi Bey, Aybar'a, "Bir an önce parti programının hazırlanması ve yayımlanması gere­kiyor. Meclis’te herkes bana programı soruyor, cevap veremiyorum." demiş.

Etüd ve Araştırma Bürosu, biraz da bu programın hazırlanması için çarçabuk kurul­du. Merkez Yönetim Kurulu, sekreterliğe beni getirmişti. Üyeler de (Anımsadığım kadar) şunlardı: Behice Boran, Adnan Cemgil, Arslan Başer Kafaoğlu, Yahya Kanbolat, Kenan Somer, Prof. Sadun Aren, Nebil Varuy, Enver Aytekin, Cenap Karakaya, Selâhattin Hilav, Demir Özlü, Prof. İsmet Sungurbey, Rasih Nuri ileri, Muvaffak Şeref... Prof. Sencer Divitçioğlu partili değildi ama "sanayileşme" bölümünün hazırlanmasını üstlenmişti. Prof. İdris Küçükömer o günlerde galiba daha partiye katılmamıştı. Sadun Aren, büroya epey geç katıldı.

İlk toplantıyı açan Aybar, öncelikli işimizin programı hazırlamak olduğunu söylemişti. Ben de arkadaşlara "Herkes programın bir bölümünü alsın, çalışmaya başlayalım." demiştim.

Ertesi hafta toplandığımızda Behice Boran, çalışması gereken konuyu bir yana bırakmış, "Parti Program Taslağı" diye bir metin hazırlayarak getirmişti. Benim "sekreter­liğimi", kendi "üyeliğini" içine sindiremeyen Behice Boran, böylece, beni umursamadığını, kendi başına buyruk olduğunu göstermek istiyordu. Olay çıkarmamak için, "Pekâlâ, gele­cek hafta sizin taslak üzerinde çalışırız," dedim.

O hafta sonu, bizim Hürriyet Tepesi'ndeki benim çalışma odamda Enver Aytekin, Cenap Karakaya, Selâhattin Hilav ve ben saatlerce Behice Hanım'ın metni üzerinde çalıştık.

Çalışmalarımız sonunda bir gerçeği saptadık: 1946'da üniversiteden uzaklaştırıldık­tan sonra Behice Hanım, "ev kadınlığı" ve "ticarî mektup yazmak" dışında hiçbir şeyle ilgi­lenmemişti. Yazdığı "taslak", tek sözcükle, "dökülüyordu".

Ertesi hafta Büro toplandı. Üyeler dışında konuklar da vardı: Senatör Niyazi Ağırnaslı, Prof. Murat Sarıca, yönetmen Metin Erksan... Aybar'ın, Etüd ve Araştırma Bürosu’yla övündüğü belliydi.

Taslak üzerindeki tartışmalar dağılmasın diye biz 4-5 sayfalık yazılı bir metin hazırlamıştık: Behice Hanım'ı böyle bir "Taslak" hazırladığına pişman edecek bir metin! Metni okudum. Sessizlik... Behice Hanım'ın yüzü iyice kararmıştı. Aybar, dinleyicilere sordu: Niyazi Ağırnaslı, Murat Sarıca, Metin Erksan hazırladığımız eleştiri metnini göklere çıkardılar. Ertesi hafta, program konusunda yeniden toplanmak üzere ayrıldık.

Ertesi hafta, Adnan Cemgil söz aldı ve Nebil Varuy’Ia birlikte bir öneri hazırladıkla­rını söyledi, önerisini okudu: Parti programının, Etüd ve Araştırma Bürosu dışında, yeni­den kurulacak bir kurulca hazırlanmasını öneriyorlardı!

Mesele anlaşılmıştı: Sekreter olamayan Behice Boran, Büro'yu yok etmek istiyordu.

Adnan Cemgil'e, o günün koşulları içinde, bu büro dışında, böyle bir programı hazır­layacak bir kadro bulunmadığını sakin sakin açıklamaya çalışırken, Adnan Bey parladı: "Siz beni nasıl yansılarsınız, söyleyişimi taklit ederek nasıl benimle alay edersiniz!"

Behice Hanım, bu iki kişi aracılığıyla muradına ermişti: Karşılıklı bağrışmalar sürerken, bitişikteki Merkez Yönetim Kurulu odasından Aybar telaşla içeri girdi....

Bu olaylar 1963 yılının bahar aylarında yaşanmıştı. 1963'ün yaz ortalarına kadar partiye uğramadım. Sonra bir gün Aybar, mutlaka uğramam için telefon etti. Gittim. En geç 1964 Şubatı'nda ilk Büyük Kongre'nin toplanacağını, o zamana kadar parti prog­ramının hazırlanmasının yasal zorunluluk olduğunu, "arkadaşlarımla birlikte" katılma­mızı, bir tatsızlık çıkmaması için Etüd ve Araştırma Bürosu'nun Sekreterliğini yüklenece­ğini söyledi.

Temmuz 1963‘te çalışmaya.başladık. Çalışmalar yedi ay sürdü. O yedi ay boyunca evimde ancak beş - on gün akşam yemeği yemişimdir. Ama açık söyleyeyim: Hayatımın en mutlu dönemidir o yedi ay. O coşkuyu, o heyecan dolu çalışmaları bir daha yaşayabilmem olanaksız.

"O yıllarda, şimdiki gibi, Türkiye’den umudumu kesmemiştim, bir şeyler yapılabile­ceğine inanıyordum, bu 'bir şeyler'e benim de katkıda bulunabileceğime inanıyordum, bütün gençliğimi bu düşle yaşamıştım." Bu sözlerimi alıntıladıktan sonra soruyorsunuz: "Sizi bu noktaya iten neler yaşandı?"

Beni bu noktaya getiren nedenleri "nesnel nedenler" ve "öznel nedenler" diye İkiye ayırmak mümkün.

Nesnel nedenler belli: Türkiye, "siyasal bilinç toplumsal gelişmeyi aştı." gerekçesiyle darbe yapılabilen bir ülke, iç borçlar, dış borçlar... Yabancı sermayeye dayanan bir sana­yileşme isteği... Hâlâ kolu kanadı kırık bir "demokrasi"... Hâlâ faili meçhul cinayetler, hâlâ "çeteler"... Bu "devri şeamet"in daha fazla ayrıntılarına girmek gereksiz...

Bir de öznel nedenler: Bir zamanlar Çetin Altan, "Sosyalist yalan söylemez." derdi. Ben de bir zamanlar sosyalistlerin özgeci (Farsça'sı: "diğerkâm") olduklarına, kendi çıkarlarını değil halkın çıkarlarını düşündüklerine inanırdım. O kısa süren parti çalış­maları, "sosyalist" diye ortaya çıkanların büyük çoğunluğunun sıradan insanlardan fark­sız olduğunu, her türlü küçüklüğe açık olduğunu gösterdi bana. "Örgüt mü, sağcısı da, sol­cusu da aynı yolun yolcusudur, farketmez!" kanısına vardım. Sonuç: Örgüt adamı olama­yacağımı anladım. Şimdi, bir birey olarak yapabileceklerimin en iyisini yapmaya çalışıyorum.           

Bir Behice Boran'ın şöyle dedikodu yapabildiği bir ülkede benim bir örgütte

çalışmam mümkün mü: "...Bir gün İstanbul'da bulunurken, Behice Boran, Fethi Naci’yi bana şöyle çekiştirmişti: Güya Fethi Naci eş-dost arasında şöyle övünmekteymiş: 'İşlerim tıkırında. Patronun karısı da metresim. Keyfime diyecek yok artık.’ Behice Hanım'ı dinli­yordum ve içimden: 'Allah kimseyi şu toplumcuların diline düşürmesin’ diyordum. (Dr. Yahya Kanpolat, Eski TİP Genel Sekreteri ve Hatay Milletvekili, Olduğu Gibi - Eski Türkiye işçi Partisi Üzerine Anılar, Bayır Yayınları, 1979, ss. 99-100)

 

TİP'ten ihraç edilmek nasıl bir duyguydu? Ve bu sizi hangi düşüncelere sürükledi?

1964 şubatındaki ilk Büyük Kongre, birtakım küçük oyunların döndüğü bir kongre oldu.

Bir örnek: Bazı delegeler, Türkiye İşçi Partisi programını hazırlayanların mikrofonda konuşmaları için bir öneride bulundular. Divan başkanlığını Kemal Nebioğlu yapıyordu; herkesi konuşmak için davet ediyordu, sıra bana gelmiyordu. Sonunda birileri gidip uyardılar, ancak ondan sonra konuşma sırası bana geldi.

Nasıl olsa beni de konuştururlar diye önceden dört cümle hazırlamıştım. İlk cümleyi söyledim: hayal meyal anımsıyorum: "Bu program, belki Türkiye işçi sınıfına layık bir program değildir, ama, en azından Türk halkının haysiyetini koruyan bir programdır" Bir an bir sessizlik oldu, sonra Aybar ayağa fırladı, alkışlamaya başladı. Ardından Orhan Arsal ve derken bütün salon... Öbür üç cümle de aynı coşku ile karşılandı. Konuşmayı yapıp yerime olurdum. Yanımda Nihat Sargın oturuyordu: "Bunları önceden hazırladın değil mi?" diye sordu! Kutlamak aklına gelmiyordu!

Öğle yemeği için ara verildi. Anadolu'dan gelen delegelerde benimle tanışmak, konuşmak isteğinin uyandığını gördüm. Behice Boran’ın kocası Nevzat Hatko da aynı şeyi görmüş olmalı ki tutturdu "Öğle yemeğini beraber yiyelim!" diye; çünkü benim delegelerle konuşmamın bana seçimlerde oy getireceğini sezmişti. O kadar ısrar etti ki kabul etmek zorunda kaldım...

Kongre sonu anlaşmazlıklar üzerine parti içi muhalefet (yanılmıyorsam 24 üye) bir şeyler yapmaya çalıştık, ama hepimiz acemi "politikacı"lardık.

Doğan Özgüden, bir akşam, Mehmet Ali Bey'i (Siret Hanım'la birlikte) bize getirdi. Mehmet Ali Bey, bir "Başkanlık Divanı" kuracağını, orada benim de bulunacağımı falan anlattı ama ben soğumuştum bu parti işinden. Muhalefeti sürdürdük ve biz dokuz üye ihraç edildik.

Üzüldüğümü söyleyemem. Bir gerçeği yaşayarak öğrendim: Ben, politikacı olamazdım. Delege ilişkileri, seçimler için dönen dolaplar... Bunlar olmadan politika olmuyordu. Bunlar da bana göre işler değildi.

 

Bugün hâlâ Türkiye'den umudunuz yok mu? Olumlu bir şeyler yapılamaz mı? Aydın­ların, yazarların toplumsal yaşamın iyileştirilmesine katkıları olamaz mı?

Osmanlı münevveri devleti kurtarmak İsliyordu, Cumhuriyet aydını ise (1923’te yeni bir Türk devleti kurulmuş olduğu için) artık halkı kurtarmak istemektedir. Cumhuriyet dönemi aydını gerçekten 'kurtulmuş' mu, onu geçelim, ama bu aydının kurulu düzenle uzlaşma içinde olduğu bir gerçek: Milletvekili oluyorlar, büyükelçi oluyorlar, siyasal ikti­darın nimetlerinden yararlanıyorlar. Bu rahat kendilerini biraz rahatsız eder gibi olunca "Halk" için ne yapıyorlar? Hayal kuruyorlar! Bunu görmek için Yakup Kadri’nin Ankara adlı romanını okumak yeter.

Devletle özdeşleşen Cumhuriyet aydınının yanı sıra devlete kafa tutan (yani kurulu düzenin değişmesini isteyen) aydın da vardır o dönemde, ama bu tür aydınların yasal bir siyasal hareket içinde toplu olarak ortaya çıkışları, "demokrasi"nin "geldiği" 1946 yılında olur. Sonra partilerden, sendikalardan hapishanelere! Sonra gene birtakım hareketler: Kimi zaman topluca, örgütlü; kimi zaman bireysel. Ama "kafa tutan aydın"ın, örgütler içinde ya da günlük basında artık rahat rahat "sosyalist aydın" olarak ortaya çıkması 1960’tan sonra. 1960-1970 arası gerçek bir uyanış dönemi oldu. Ama "Siyasal uyanış eko­nomik gelişmeyi aştı." diyenler bu dönemi sona erdiriyorlar. Gene tevkifler, hapishaneler ve işkenceler. Ve derken 24 Ocak ekonomik kararları, ardından 12 Eylül.

1980 sonrasında aydınlar kesiminde önemli bir değişim oluyor. Aydınlar da işçilerle birlikte hızla fakirleşiyorlar, köylülerle, öteki halk kesimleriyle birlikte hızla fakirleşiyorlar. Günümüz Türkiyesi'nde artık aydınların büyük çoğunluğu "ücretli" durumundadır; bir işyerinde bir işverene (özel kesimde ya da kamu kesiminde) bağlı olarak çalışmaktadırlar. Aydınların kitle halinde "ücretli emekçi" durumuna gelmeleri, aydınları işçi sınıfının bir yan gücü, bir "müttefik"i olmaktan çıkarmış, işçi sınıfının bir parçası yapmıştır.

Yakın zamana kadar "aydın" denince herkesin aklına "Toplumun vicdanı, ışık tutanı" gelirdi. Sayıları oldukça az, nitelikli ve benzeşik (mütecanis) bir toplum kesimi... Üretim­den kopuk, sadece düşünen, yazan, yaratan insanlar... Oysa, gerçekte, ücretlileşen aydın artık fabrikalarda, hizmet alanlarında, kamu işlerinde çalışıyor; bir başına değil, öteki emekçilerle birlikte. Peki, Türkiye'deki sanayi işletmelerinde çalışan teknik ve idarî perso­nel "aydın" değil mi? Devletin eğitim, sağlık, adalet, vb. işlerinde çalışanlar "aydın" değil mi? Kol emekçileriyle kafa emekçileri (aydınlar) arasındaki yakınlaşma bir olgu değil mi?

Evet, aydınlar benzeşik bir toplumsal kesim oluşturmazlar: Kimi varlıklı kesimlerden gelir, kimi emekçi kesimlerden, kimi de (galiba en çoğu) orta sınıflardan; kimi solcudur, kimi sağcı; kimi tek pasaport alamazken kiminin çift pasaportu vardır; kimi holdinglere danışmanlık eder, kimi işçi sendikalarına; kimi karşılaştığı ilk güçlükte 180 derece döner, kimi yoluna devam eder... Ne var ki benzeşik bir kesim oluşturmuyorlar diye aydınlara yıllar öncesinin gözlüğüyle bakamayız. Türkiye'nin saplandığı bataktan kurtulabilmesi için girişilecek mücadelede sosyalist aydınların yeri değişmiştir. Türkiye İşçi Partisi'ni düşünüyorum: Yönetim kurullarına seçileceklerin yarısı aydınlardan, yarısı emekçilerden oluşacak diye bir tüzük maddesi vardı; birtakım ilçe örgütlerinde bir üyenin emekçi mi, aydın mı olduğuna oylamayla karar verildiğini çok iyi anımsıyorum. Çünkü o yıllarda sos­yalist aydınlara hep ikincil bir güç olarak bakılırdı. Oysa koşullar değişmiştir. Ücretlileşen aydınlar işçi sınıfının yararlanacağı bir toplum kesimi değil, işçi sınıfının en önemli, en et­kili parçasıdır. Bunun içindir ki günümüzün sorunu, işçi sınıfının aydınlarla "ittifak" kur­ması değil, "bir" olmasıdır: "Gelin canlar bir olalım" dizesindeki gibi.

Sorunuza dönersek; aydınların, yazarların toplumsal yaşamın iyileştirilmesinde çok büyük katkıları olabilir.

Bana gelince... Hadi şaka ile karışık olsun: "Bana bakma benim yârim var!”

Edebiyat yetiyor bana.

 

Özellikle 1960'tan sonra edebiyat yazılarından gitgide uzaklaşıp siyasaya yönel­diniz. Ülkenin siyasal ve toplumsal sorunlarına değgin yazılar yazdınız, kitaplar yayımladınız. Edebiyatın yerini siyasanın alması nasıl bir duyguydu?

Ben yıllarca iyi bir Marksist olmaya çalıştım. Klasik iktisat öğrenimi görmemin ya­rarları oldu.

27 Mayıs 1960’tan sonra, o eski deyişle, "nispî bir özgürlük ortamı" doğmuştu. Vatan'daki yazı işleri müdürü dostum Turhan Tükel'den söz etmiştim; öteki yazı işleri müdürü Ali Gevgilili de dostumdu. Bana makaleler yazmayı ilk öneren Ali'dir. Sonraları Turhan da desteklemiştir.

Konya Ereğlisi’nde on dört ay boyunca durmadan Marksizmin klasiklerini okumuştum. Muhasebe servisindeydim ve muhasebe müdürüne İktisat Fakültesi’ne asis­tan olarak gideceğimi, doktora tezimi de Marksizm konusunda yapacağımı söylemiştim. Bütün gün o kitapları okuyordum ve bana "misafir" gözüyle bakan müdür ve memurlar bunu olağan karşılıyorlardı. Yalnız klasikleri okumakla yetinmiyor, Cahiers Internationaux adlı aylık bir dergiyi de İzliyordum; bu dergi Marksist açıdan günlük olayları değerlendiriyor ve kuramsal incelemeler de yayımlıyordu. 27 Mayıstan sonra şu dergilere de abone olmuştum: La Pensée, Démocratie Nouvelle, Economie et Politique, Recherches In­ternationales, La Nouvelle Revue Internaionale...

Cemal Süreya, bir yazısında, "Edebiyatın nabzı dergilerde atar." demişti; ekonomi, politika, toplumsal gelişmeler konusunda da yeni düşüncelerin nabzı dergilerde atar; bun­ları izlemezseniz, farkında olmadan, "hâlâ anneannenizin margarinini kullanırsınız".

Gazete yazılarını kitaplar izledi: Az Gelişmiş Ülkeler ve Sosyalizm (1965), Emperya­lizm Nedir (1965), Az Gelişmiş ülkelerde Askeri Darbeler ve Demokrasi (Derleme, 1966), Kompradorsuz Türkiye (1967).

"Edebiyatın yerini siyasanın alması", mutluluk veren bir duyguydu. Türkiye'de bir se­yirci gibi yaşamadığınızı, bir şeyler yapabildiğinizi görüyordunuz. Ben yıllarca kendimi buna hazırlamıştım. Sonunda düşlediğim şeyleri gerçekleştiriyordum...

(Devam edecek... İkinci bölümde 1997'ye kadarki Türk edebiyatı ele alınıyor...)

Facebook
yorumlar ... ( 4 )
02-07-2015
03-07-2015 13:03 (1)
Fethi Naci'yi ne çok severdim. Her kitabını almış okumuştum. Bir romanı okuyunca Fethi Naci'nin o romanla ilgili bir eleştirisi var mı diye arar varsa onu da hemen okurdum. Fethi Naci benim edebiyat öğretmenim gibiydi. Günümüzde edebiyatın ve edebiyat eleştirisinin hali ortada. Fethi Naci'yi özlüyorum, arada kitaplarına bakıyorum, onun Türkçe'sinin, zekasının, beğeni düzeyinin, roman bilgeliğinin keyfine yeniden varıyorum. Fethi Naci'ye ilişkin yapacağınız yayın için çok teşekkür ederim. Can ERtan
03-07-2015 14:10 (2)
Fethi Naci'nin Türkçesinden bahsederken hata yapmışım: Türkçesinin olacak.:)
04-07-2015 08:29 (3)
Ders gibi bir yazı, devamını merakla bekleyeceğim, teşekkürler. Mine
04-07-2015 08:29 (4)
fotoda 6 kişi görünüyorken 5 isim yazılmış ???
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210821
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.