Bu öyküyü yazmaya kırk bir kere karar verdim, kırk kez vazgeçtim.
Salt kişisel bir deneyim gibi mi algılanırdı? Geçmişe özlem olarak mı? Kendi öznel duygularını yüceltme mi sayılırdı? Eskiyi yeninin önüne koyma mı? Böyle kabul edenler veya bambaşka anlamlar verenler çıkacaktır. Ne var ki, gerçek niyetim bugün de fazlasıyla güncel bir açmaza parmak basmaktır.
Güçlü bir enerjinin iki türünü veya aynı ateşin iki farklı yanını sergilemektir amacım. Kendini yok eden, genellikle yok eden aykırı bir ruh halini, bir anormalliği veya belki de bir deliliği anlatmaktır. Olabildiğince yansız biçimde, ama o kaçıklığa varan, çatlaklıkla dans eden kabarmış, taşmış bilinç macerasını başka ruhlara bir ölçüde de olsa aktarabilmek.
Uzun sayılmayacak bir sempatizanlık döneminin ardından artık örgütlüydüm. Örgüt üyesi. En alt düzeyde bir üye de olsam örgütün adlandırmasına göre “proleter devrimci” sayılırdım artık.
İşte daha o ilk günler. Bir halk gecesi düzenleniyordu. Bizler de gecenin yapılacağı çay bahçesini hazırlıyor, pankartları falan asıyorduk. Havam son derece yerinde. Örgütün bölge sorumlusu yaklaştı, “Gel seni biriyle tanıştıracağım” dedi. Başka bir köşede sandalyeleri dizen benden beş altı yaş kadar büyük bir gence götürdü ve bana hitaben aynen şunları söyledi: “Bak, bu arkadaşımız da yeni katıldı aramıza. Ama o gerçek işçi. Gerçek proleter devrimci işte budur. Sen ise yakında üniversiteye gireceksin. Mühendis olacaksın, doktor olacaksın. Bir süre devrimcilik yapsan da sonunda küçük burjuva sınıfına geri döneceksin.”
Ben öylece kalakaldım, bir şey de diyemedim. O işçi de ne diyeceğini bilemedi. Zaten hazırlıklar yoğundu, herkes kendi işine baktı.
Bunu niye söylemişti bana? O gün bugün düşünüp dururum.
Sonraki zamanda aynı önderimiz veya başkaları bize hep şunu söylerlerdi: İşçi arkadaşlarımızla sadece dernekte, çay bahçesinde falan görüşmeyin. Evlerine gidin onların. Seminer verecekseniz evlerine gidin. Birlikte yemek yiyin. Misafir ederlerse onlarda kalmaya bakın. İşçi sınıfı nedir, yerinde anlayın. Öyle yapıyordum kendi hesabıma.
Fakat bir şeyi görüyordum. İşçilerin yaşamları çok sefildi. Solcu veya solculuğa yatkın işçilerin çoğu Kürt veya Alevi işçilerdi. Bir bölümü de Bulgaristan göçmeni. Yoksulluk o yıllarda bu yıllara göre katmerliydi. Ve onların yaşamları çok farklıydı. Birkaç saati, en çok bir akşamı birlikte geçirdiğimizde zor katlanıyordum fiziksel koşullara, ya onlar bir bütün ömrü nasıl geçireceklerdi bu şekilde?
Sonra İstanbul’a geldim, üniversiteye başladım. Bizim örgütün İstanbul’daki gücü yerindeydi, kıvançlıydık. Ancak büyüklerimiz “öğrenci gençlik” içinde giderek zayıfladığımızı söylüyordu. Niye ola ki? Çünkü, uzun süredir öğrenci gençlik içinden en çok sivrilen, en güvenilen kadrolar semtlere gönderiliyordu, yoksul mahallelerine, bir kısmı fabrika işçisi olarak çalışıyordu. Tabii öğrenciliği bırakarak. Gerçek “proleter devrimci” olarak. Gerçi işçiler, yoksullar arasında örgüt hayli gelişmişti ama bu şu anlama geliyordu, ben de eğer fazla göz doldurursam, benim yolum da gecekondulardı.
Fakat bu korkutucu olay başıma gelmedi. Çünkü hareket çatırdamaya başladı. Önce beşer onarlı birkaç grup, sonra 70-80 kişilik çok seçkin kadrolardan oluşan büyük bir grup o zamanın başka bir “proleter devrimci” hareketine, Aydınlık saflarına katıldı. Çok geçmedi örgütün merkezi, ileri kadroların yarısından fazlasını götürerek Aydınlık’a iltihak etti.
Şimdi bakıyorum da o geçenlerin büyük bölümü gerçek “proleter devrimciler”di. İşçi sınıfı arasında çalışmaya gönderilenler. Öyle bir yılmışlardı ki, ilah gibi gördüğümüz liderler, sempatizanlığa, bir kısmı ise getir götür işlerine razı olmuşlardı Aydınlık’ta. Koskoca hareket işçi sınıfı çalışması yüzünden çöktü. Yoksullar içinde yaşamak öyle ağır gelmişti ki kadrolara, “Amerika dostumuzdur, Rusya baş düşmanımızdır” diyerek kurtulmuşlardı sefaletten. Aydınlık zaten çok daha güvenli bir mücadele çizgisi vaat ediyordu herkese.
Ben de onlara inat bir süre sonra öncekinin kopyası daha güçlü bir harekete geçtim.
Örgüt sorumlumuzla ilk teke tek buluşmamızda dakika bir gol bir, şunu dedi bana: “Artık bir komünist olmak üzeresin. (Bu da proleter devrimciliğin bir aşamasıydı). Ancak, örgüt seni her an ihtiyaç duyulan başka bir yerde görevlendirebilir. Bu yer başka bir şehir olabilir, başka bir semt olabilir. Her an okulu bırakmak zorunda kalabilirsin. Böyle bir görevlendirme sırasında, ama ailem, arkadaşlarım, ama okulum falan demeyeceksin. Tamam mı?” “Tamam” dedim çaresiz.
Fakat “gençlik kesiminde” mücadeleye devam ettim. Şartlar çok çetindi. Okul giriş çıkışlarında saldırılara karşı önlemler, bitmek bilmeyen yazılamalar, afişlemeler, başka bölgelere desteğe gitmeler, miting hazırlıkları, korsan gösteriler vb vb… Ama memnundum. Sosyal sınıfımın içindeydim yine. Öğrenci kahveleri, derslere pek girmesek de fakülte bahçeleri… Ara sıra semtlere gidip oradaki genç işçi kardeşlerimizle de buluşuyorduk geçici görevler icabı. Onların şartlarını görüyorduk. Biz yoksul öğrenci düzeyindeydik, ama onlarınki bizimkiyle karşılaştırılamazdı.
Ayrıca bir işçi kahvesinde konu eğer siyasetse sorun yok, herkesle anlaşabiliyor, güzel vakit geçirebiliyorduk. Ama bahis gündelik yaşama gelince, kültürel algı boyutlarımızdaki farkı görüyor, orada çalışan yoldaşlarımıza acıyorduk. Aynı Demokles kılıcı bizim başımızın üstünde de sallanıyordu. Biraz daha güven duyarsa örgüt, yerimiz işte bu semtlerdi. Bir yandan o güven için yarışıyor, öte yandan bunu istemiyorduk.
Bir gün sorumlum geldi ve dedi ki: “Yoldaş!” Eyvah, dedim içimden, boku yedik. Birbirimize genellikle hocam, derdik, “yoldaş” denince ardından genellikle pis bir iş çıkardı. “Öğrenci gençlik içinde güç kaybetmeye başladık. O yüzden ikinci bir karara kadar artık öğrenciler arasından kadro çekmeyeceğiz.” İşçi kesiminde hayli güçlenmiştik, ama bu dışarıdan dikkat çeken, partinin albenisini artıran bir şey değildi. Sokaklarda, okullarda gösterdiğin performanstı daha çok yeni taraftar kazandıran. Oh, dedim, içimden. İşte örgüt bu! Gel öpeyim!
Canlarını bir ideale teslim etmiş, yaşamayan bedenleri üstündeki neşeli, gülen yüzleriyle sokak sokak dolaşan ruhlardık. Tehlike büyüktü, aslında işçi kesiminde çalışmak çok daha az riskliydi, ama böyle sosyal sınıfımızın içindeydik. Çevremizde bizim gibi konuşan, zevkleri, tarzları bizimkine benzer kızlar, erkekler.. sanki uçuyorduk. Sanılmasın ki kızlar deyince bir cinsellik falan yaşanırdı aramızda, çoğumuz papaz okulu öğrencileri gibiydik, ama kızların ayrı evlerde, erkelerin erkek kahvelerinde buluştuğu işçi mahallerine göre bir cennetteydik. Yanımızda rahibe okulu öğrencileri…
Her ne kadar öğrenciler arasından kadro çekme durdurulmuştu ama, yaptığımız işlerden dolayı her an hapsi boylayabilir, daha fenası kaçak duruma düşebilirdik. Kaçak duruma düşmek, işte o da sosyal sınıftan kopma sonucu veriyordu ve belki de daha zor, yoksul koşullarda, karın tokluğuna işler yaparak geçinmeye çalışmak veya çok sınırlı sayıda insanla görüşebildiğin bir hayalet örgüt adamına dönüşmek demekti bu.
İşte böyle devam ediyorduk, durum fena sayılmazdı örgütsel konum açısından, bir de küçümsenmesek. Sanırım küçümsenmiyorduk, ama bazen o hisse biz kapılıyorduk. Gençlik içinde kaldığın sürece geldiğin mertebe altı üstü “genç komünist”likti. Bazen belli ki üst biriyle konuşurduk. “Hangi kesimde çalışıyorsun?” “Gençlik kesimi hocam!” “Haaa” derdi. Genç komünist, yani çakma komünist… Ne “haaa”sı, işlerin yüzde doksanını biz yapıyoruz be! diyemezdik. O devirde üstlerimize karşı neredeyse dinsel bir saygı içindeydik.
Ama bir gün korktuğum başıma geldi. Cuntadan çok sonraydı. Kaçak duruma düştüm. Kısa bir kararsızlık dönemi geçirdim. Ardından okula gittim. Biliyordum ağır işkence koşullarını, ama göze almıştım, beni sosyal sınıfımdan koparamayacaklardı!
Öyle de oldu, şansın da yardımıyla fazla yara, iz almadan o dönemi atlattım.
Şimdi, o başta bahsettiğim sorumlumun söylediği gibi geliri fena sayılmayacak bir beyaz yakalı veya o zamanki tabirle küçük burjuvayım.
Benim o sorumlum tıptan terkti. Bir daha okula dönmedi, kendi bildiği, konuştuğu yoldan devam etti, çok üst düzey sorumluluğa yükseldi. Yaşıyorsa şimdi ne yapıyor bilmiyorum. Ama örgütü hiçbir zaman eski güçlü günlerine yaklaşamadı. Güçlü zamanında devrime ne kadar yakındı ki zaten!
O işçiyle o aylarda bir iki kere karşılaştık, şimdi ne yapıyor bilmiyorum. Sosyalist kaldığını hiç sanmıyorum, en iyi ihtimalle CHP’lidir.
Ben hâlâ sosyalistim. Darbe yıllarından sonra da siyasetten tam kopmadım, kendi çapımda bir sürü işler yaptım, üç yıl kadar yeni bir “komünistlik” denemesi, ama o eski heyecanı bir türlü yakalayamadım. Kabahatin çoğu bendedir.
Ve aklımdan o sözler hiç çıkmadı: “Gerçek proleter devrimci işte budur. Sen ise yakında üniversiteye gireceksin. Mühendis olacaksın, doktor olacaksın. Bir süre devrimcilik yapsan da sonunda küçük burjuva sınıfına geri döneceksin.” Doğru muydu bu iddia? Ne kadar ve nasıl doğruydu ya da?
Ve içimde hep bir eziklik: Fasulyeden proleter devrimcilik yaptım, çakma komünist oldum, ama gerçek proleter devrimci, gerçek komünist olamadım. Var mıydı böyle bir şeyin gerçeği ve vardıysa niye olamadım?
Ve hayalimde o genç işçi yoldaşlarımın sağlıksız bedenleri üstündeki hüzünlü bakışları. Aynı davanın adamlarıyız ama, siz bu kaplamasız sünger yataklı, sudan çorbalı yaşama katlanabilir misiniz? Onların katlandıklarından daha fazlasına katlandık belki fiilen, ama geçici sürelerle, onlar kendi sosyal sınıflarındaydı, biz kendi sınıfımızda.
Sözün özü, şimdi sosyalistlik falan üstüne abuk sabuk laflar ediyorsam, yoksullar… işçi… işçiler arasında çalışma… gibi takıntılı kalıpları yineliyorsam, işte bu anormal ruh halinden, bu tuhaf yaşam izlerindendir. Zamanın ruhuna uymayan garip saptamalarıma rastlıyorsanız yine aynı şeydendir. Hiçbir savımın doğruluğundan emin değilim, mazur görün, böylesi ısrarlarım garip hayal dünyamdan, bilincime kazınmış anılarımdandır.
T. Fikri