Sevgili Yavuz Alogan, sağolsun, bilmecemizi bilip dolmakalem hediyemizi kazanmakla kalmadı, yazımıza cevaplar da verdi.
Önce olayı onun Aydınlık'ta yazmaya başlamasından kaynaklı bir gönderme sandı, ama bu böyle değildi. Doğu Perinçek ve Aydınlık hakkında daha başka olumsuz şeyler de yazdım, bunları gizlemiyorum, şimdi de orada yazıyorum, neresi tuhaf bunun, demeye getirdi.
Olgunun o kısmı da tuhaf. Söz konusu yazıda makalenin tamamını aktarmamıştık, örneğin şöyle bir ifade daha var Alogan'a ait: "Böyle bir liderin, en yakınındaki ve en uzağındaki herkese kulaklarını tıkayarak, kendi saplantılarına göre yukarıdan aşağıya inşa ettiği parti, Gramsci'nin sözleriyle 'teknik olarak bir polis örgütüdür.' "
Fakat insan başka insanlar ve gruplar hakkında yanılabilir, sonradan yanılgısını kabul eder, veya yanıldığını kabul etmeden onlarla birlikte hareket eder; o da biraz tuhaftır ama, ikincil bir tuhaflıktır bu.
Asıl tuhaflık Kürt sorunu gibi Türkiye sosyalist hareketinin son otuz yılına en büyük damgayı ve darbeyi vurmuş temel bir sorunda Alogan'ın 180 derece farklı düşünmesidir, 1995'de o yazıyı yazdığı zamanki duruşuna göre.
Bunu söylediğimde Alogan, bunun böyle olmadığını iddia etti ve aşağıdaki yeni yazısını gönderdi cevap olarak yayımlansın diye. Bu yazı RED Dergisi'nin Eylül sayısında yayımlanmış. Sevgili Alogan dedi ki, "Kaan, tartışmak istiyorsan al koy bu yazıyı (RED dergisinin bu ayki sayısında yayımlandı). Bu yazıya 180 derece ters düşen bana ait bir yazıyı arşivinde bulursan, ikisini yan yana koy."
Tamam, yazıyı koyuyoruz, cevabı da en sonunda vereceğim.
Ama şu var ki, Alogan'ın böyle bir iletişime girmesi (aslında son derece normal olmakla beraber) pek alışılmadık değerli bir tutumdur, insani bir erdemdir birçok bakımdan. Her şeyden önce iyi niyetini ve kendine güvenini gösterir. Böyle tartışmalar üstünden, son derece saygılı ve medeni şekilde diyalog kurmak istediğimiz bazı teorisyen büyüklerimiz ise, görmedim, duymadıma yatıyor, "ağır abi"liği oynuyorlar.
Bilmiyorlar ki, sorun Ahmet ile Mehmet arasındaki tartışma değildir. Bu şekilde kaçmaksa hiç çözüm değildir. Gerçeğin sillesi ağır veya hafif abi tanımaz, tüm abiler "suskunluk suikasti"yle bir süre idare ederler, ama o arada kişiliklerinden kaybederler.
K.A.
SOSYALİSTLERİN KENDİ KADERİNİ TAYİN HAKKI!
Bir grubun ya da partinin “resmi görüş”üne bağlanmamış bir sosyalist için en zor şey PKK hareketi hakkında yazmaktır. Hakan, Kürt hareketi hakkında yazmamı istediği zaman ilk aklıma gelen bu oldu. Kendisi, telefonda, bir an durakladıktan sonra, “Fakat lütfen hakaret olmasın” deyince, bu görüşüm iyice pekişti. Gerçekten çok zor… Arkadaşımın “hakaret” dediği şeylerin zirvesi, yıllar önce Ahmet Kaya hakkında yazdığım bir yazıda kullandığım şu ifadedir: “Örgütün Serok’u henüz Şam’dan ayrılıp dünyanın bütün istihbarat örgütleri tarafından ping pong topu gibi oradan oraya savrulduktan sonra Türk istihbaratının eline geçmemiş; gözbağı açıldığı anda milyonlarca tv. izleyicisinin gözü önünde, ‘Benim anam da Türktür; size her konuda yardımcı olurum,’ dememiş; güdümlü siyasetini İmralı’dan sürdürmeye başlamamıştı.” Bunca zaman (yedi yıl) sonra bu ifadenin, ironik olmanın yanı sıra biraz sert olduğunu, gerçekliğin sadece bir yönünü ortaya koyduğunu belirtmek durumundayım.
Ancak sorun da zaten bu noktada ortaya çıkıyor. PKK gerçekliğini “sadece bir yönü”yle değil, bütün yönleriyle ortaya koymak; kolayına kaçmayacaksak, yani Lenin’den “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na dair 1920 tarihli birkaç alıntı yaptıktan sonra, “ezen ulus sosyalistleri olarak Kürt halkının özerklik/bağımsızlık mücadelesini, ayrı devlet kurma hakkını destekliyoruz” gibi klişe bir sonuç cümlesi kurmayacaksak, gerçekten çok zor.
Bu nedenle, sorunu sınırlandırmak, daraltmak gerekiyor.
Mevcut durum
Öncelikle, PKK’nin bugüne kadar gelmiş geçmiş ulusal kurtuluş mücadeleleriyle kıyaslandığında, tarihin kaydettiği en güçlü ve çok yüzeyli hareket olduğunu, tarihsel süreçlerin sunduğu bölgesel güçlenme fırsatlarından mükemmel biçimde yararlandığını kaydetmek gerekir. Aynı anda, dağda gerillası, sınır ötesinde askeri gücü ve karargâhı, neredeyse bütün bölgede savaşma kabiliyeti, dünyanın belli başlı metropollerinde temsilcileri, büyük para kaynakları var; TBMM’de milletvekilleri, günlük gazeteleri, yurt dışından yayın yapan televizyonu, yayınevleri, stk’ları, görsel medya konuşmacıları, kanaat önderleri de var. Üstelik hükümetle, hem devletin istihbarat örgütü aracılığıyla, hem de Kandil ile İmralı-MİT (yani sınırların ötesinde bir dağ ile Marmara denizinde bir ada) arasında aracılık yapan unsurları var. Yeryüzünde gelmiş geçmiş hiçbir egemen devlet ile onunla mücadele eden bir silahlı örgütün yaşamadığı ve bundan sonra da yaşamasının mümkün olamayacağı bu dramatik iletişim sayesinde örgütün asgari programının gerçekleşmesi için mevcut hükümete yasa yaptırma, kararnameler çıkartma gücü var.
Özetle, yukarıdan, belirli bir mesafeden baktığımız zaman PKK’nin hiçbir eksiği ya da yoksun olduğu hiçbir mücadele alanı yok: legal ve illegal, askeri ve siyasi örgütlenmeyi mükemmel biçimde birleştirmiş; her türlü propaganda aracına sahip. Hem büyük askeri çatışmalarla, “ülkeyi bölmek”le tehdit edebiliyor, hem yeni Cumhurbaşkanı’nı ayakta alkışlıyor, hem Haziran Ayaklanması’nda ölenlerin yasını tutuyor; bir yandan asker alma, silahlanma, mevzi tutma faaliyetlerini sürdürürken, öte yandan yeni bir rejim önererek hepimizin ulusal narın içindeki farklı tanecikler olduğumuzu söylüyor.
Peki bu nedir?
Bu bir millî harekettir. Millî hareketin en saf, sınıfsal olarak en ayrışmamış halidir. Geç milliyetçilik olarak Kürt hareketi, 1983’ten beri oluşturduğu imkânları geliştirerek ve emperyalizmin Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme girişimi sırasında ele geçirdiği fırsatları değerlendirerek geri dönüşü olmayan bir noktaya ulaşmıştır. Bölgeyi şekillendiren ve Birinci Körfez Savaşı’ndan itibaren Kürtlere alan açan güç Amerikan emperyalizmi olduğu için, bu millî hareketin mücadele hedefi batı emperyalizmi değil, kendi sınırları içinde kalan bölgeleri yeni bir devlet oluşumuna kaptırmak istemeyen Türkiye, İran, Irak ve Suriye’dir.
Ancak bölgedeki diğer Kürt hareketleri ile PKK arasında çok önemli farklılıklar vardır. Bizdeki hareketin öncü kadroları 68 kuşağından gelmektedir, gençliklerinde sosyalist kültürle tanışmışlar ve ilk kuruluş bildirgelerinde, nihai hedeflerinin “bağımsız, birleşik, sosyalist Kürdistan” olduğunu açıkça ilan etmişlerdir. İlk bayraklarında sarı yıldız ve orak çekiçli amblem vardı. Bu yüzden kültürel temel bakımından PKK’yi bir aşiret ağası olan Barzani’nin hareketiyle kıyaslayamayız (Talabani hareketi de başlangıçta Maocu bir çizgi izliyordu). PKK, modern bir gerilla hareketidir; ortaçağdan hortlamış bir yamyamlar ordusu değildir.
PKK, çağın ruhuna (zeitgeist) uyarak sosyalizmden vazgeçmiştir. Sosyalist argümanların her türlüsünü terk etmiştir. Kendi içinde bütün sınıfları (burjuvasından toprak ağasına, zengin ve orta köylüsünden proleterine kadar) ve bütün ideolojileri (Sünni İslam şeriatından Anadolu Aleviliğine, elbette sosyalizme kadar) barındıran bir millî hareket orak-çekiçle yoluna devam edemezdi. Bu noktada hiçbir fanteziye yer yoktur. Başka deyişle, PKK’yı sosyalist olmadığı, emperyalizme karşı mücadele etmediği, AKP’yle ittifak kurduğu için kınamak saçmadır. Ancak tavırsız kalmak da güçsüzlük belirtisidir, sürüklenmedir.
Fakat öte yanda, PKK bir aşiret olmadığı ya da aşiret düzenine dayanmadığı, sosyalist bir geçmişten geldiği için ister istemez ırkçılığa yakın bir milliyetçiliği benimseyemezdi. Bu nedenle, programatik/ideolojik bir tutum almaya mecbur kaldı. Bu tutumu liberter sosyalist/anarşist Murray Bookchin’den aldığını sanıyorum (Öcalan’ın cezaevinde bu özgün yazarı incelediğini, fikirleri üzerinde “derinleştiğini” biliyoruz). Dolayısıyla, özellikle BDP/HDP’lilerin kullandıkları “radikal demokrasi”, “demokratik özerlik” gibi kavramların (“komünalizm”, “demokratik konfederalizm” vs) ve bu kavramlardan türetilen programatik görüşlerin tamamen mesnetsiz olduğunu söyleyemeyiz. Bildiğimiz teorik anarşizmin “federalist” seksiyonundan geliştirilmiş enteresan görüşler bunlar… Bu arada, Kürt hareketinin önüne demokrasi, özerklik, yerel yönetim gibi bir perspektif koymanın parlak bir politik fikir olduğunu kabul etmek durumundayız. Bu parlak fikir sayesinde HDP, Cumhurbaşkanlığı seçimleri sırasında propaganda alanını Türkiye’nin batısına doğru yayabildi, CHP’den memnun olmayanlardan sosyalistlerin bir kısmına, çevrecilere, cinsel tercihi farklı olanlara kadar geniş bir kitleye hitap edebildi. Herkesi demokraside “eşitlemek”, herkesi bölgesel özerkliğe cesaretlendirmek gayet parlak bir propaganda yöntemidir. Kendisine “sosyalist” diyen bazı arkadaşların “milli meselede ezilen ulus halkı”nı desteklemek şöyle dursun, ona bizzat katılmaya kalkışmaları da kendilerinin sosyalizm kültürünü açığa vuran gayet enteresan bir başka olgudur.
PKK özünde “seküler” bir harekettir. Kürt kadınını özgürleştirmeye çalışmıştır, güneydoğunun feodal yapısını önemli ölçüde zayıflatmıştır. “Feodal ağa” karakteri, karşısında PKK’yi bulmuştur ve silahlı Kürt kadınını yeniden hamur teknesinin başına oturtacak bir güç kalmamıştır. Türkiye AKP eliyle gericileştirilirken, PKK’nin sosyal ortamında bu türden bir gericilik yoktur. Bölgedeki düşmanları esas olarak, IŞİD, Hizbullah, Fethullah ve AKP’nin “açılım”a rağmen “Kürdî ümmet toplumu” yaratmaya çalışan kadrolarıdır. Serok’un talimatıyla toplanan “İslam Konferansı”nın ya da Altan Tan’ın savunduğu tarzda şeriatçılığın PKK ortamında şimdilik belirleyici olmadığı görülüyor.
Ve sosyalistler
AKP ülkeyi bölmüştür. Kürtlere dönüp, “Siz varsınız; tek bir diliniz, kültürünüz ve tarihiniz var” demiş, sonra Türklere dönüp, “Siz yoksunuz; Çerkezler, Abhazlar, Boşnaklar, Türkmenler, Lazlar ve diğer etnik gruplardan oluşan bir bulamaçsınız, sizin tek kültürünüz, tek diliniz yok” demiştir ve bütün etnik grupları İslam ortak paydasında birleştirerek bir “ümmet” oluşturma niyetini dile getirmiştir. Tek başına bu durum bile bir iç savaş dinamiğidir.
Bu muazzam bir manevi kopuş ve parçalanmadır. Türkiye’nin kurtuluş ve kuruluş temellerinin reddedilmesidir, Cumhuriyet tarihinin inkârıdır. Sosyalist solun bir kesimi bu durumdan hoşlanmış, burada “demokrasi” ya da ilk-ÖDP kültüründen bulaşan “çoğulculuk/çeşitlilik/farklı hassasiyetlere riayet” gibi bir şeyler görmüş; diğer bir kesimi ise bütün bu olup bitenleri dikkate almamış, görmezden gelmiş ya da önemsememiştir. Oysa bu, etkileri ve sonuçlarıyla bu yüzyılı belirleyecek olan çok büyük, çok ciddi bir dağılmadır.
Türkiye’de 1988’den beri kurulan bütün sosyalist partiler ve hareketler Kürt hareketinin gölgesinde kalmıştır. “Milli mesele” bütün sosyalist hareketlerde, partilerde, dar dergi çevrelerinde bile ayrıştırıcı rol oynamıştır. Bir tarafta her türlü askeri ve siyasi imkâna sahip, bazen sol bazen sağ jargon kullanan etnik temelli bir ulusal hareket; öte tarafta, 12 Eylül darbesiyle kitlesel/sınıfsal bağlarından kopmuş, kendisini var etmeye, siyasi partiler rejimi içinde tutunmaya, seçimlerde oy almaya çalışan ve her defasında başarısız olan, üye ve taraftar kitlesi sürekli sirkülasyona ve erozyona tâbi, her bir grubunun kendi içinde sürekli bölündüğü bir sosyalist hareketler kümesi… Sosyalist solun son 28 yıl içinde hiçbir mevzide tutunamadığını, tutunuyormuş gibi olduğu bütün mevzileri kaybettiğini; özetle, anlamlı bir kitle temeli oluşturamadığını, günümüzde kıymet-i harbiyesi olan bir güç sayılamayacağını söylemek abartılı olmaz. Sosyalistler ilk kez “demokrasinin süsü” gibi bir şey oldular: “Bakınız, ne kadar demokratiğiz; komünistler ve LGTB bireyleri bile örgütlü; İstiklal Caddesi’nde ve Konur’la Yüksel’in bitiştiği yerde serbestçe gösteri yapabiliyorlar.”
Haziran Ayaklanması sosyalistlerin bu durumunu ne ölçüde değiştirdi? Bilemiyoruz. Bu konuda bir şeyler söylemek için vakit erken. Fakat bu ayaklanma çok açık biçimde, sosyalist hareketler ile Kürt hareketinin tamamen farklı gündemleri olduğunu ortaya koydu. Başka deyişle, “ümmet” olmak istemeyen, her türlü sosyalisti de bağrında taşıyan on milyon kişi AKP iktidarına karşı ayaklanırken, Kürt kardeşlerimizin hükûmetle kurdukları ittifaka nasıl ve ne kadar bağlı olduklarını gördük. PKK ile AKP arasında, bütün emperyalist alemin kutsadığı ve cesaretlendirdiği çok sağlam bir kader birliği var. Bunu Haziran’da herkes gördü; “görmedim” diyen görmezlikten geliyor demektir. Retrospektif olarak lafı kıvırmanın da faydası yoktur.
Uzun lafın kısası: sosyalistler, emperyalizme ve AKP’nin İslamcı faşist diktatörlüğüne karşı mücadele edeceklerse, Kürt millî hareketinin PKK’siyle de, HDP’siyle de, bundan sonra kuracakları kapsayıcı kucaklayıcı “demokratik” örgütleriyle de yollarını kesinlikle ayırmak, kendi kaderlerini tayin etmek zorundadırlar. yalogan@gmail.com
Yavuz Alogan
Değerli Alogan'a cevap:
Şimdi Yavuz Alogan'ın 1995'de gördüğümüz tutumu bu yazıyla 180 derece ters değil de nedir? Arşivim çok geniş sayılmaz, iki yazısını daha buldum eskilerden, onlar da Kürt sorunuyla ilgisizdi. Ama "Puşt" yazısı ve o yazıyı yazdığı dönemki tutumu yeterince zıt değil mi bugünkü tavrıyla?
Türkiye sosyalist hareketi 80'lerin sonlarından 2000'li yılların ortalarına kadar iki büyük gruba ayrıldı ve bu iki yolu seçmeyenler tecrit edildi, ezildi. Bu yollardan biri Kürt hareketinin başındaki lider ne derse ona aynen uygun hareket edenlerdi. İkincisi sosyalizmi Türk ulusalcısı bir çizgiye oturtup devletle, orduyla, yargıyla vb.. işbirliğine girenler.
Elimdeki belge ve bilgilerden hareket ediyorum, spekülasyon yapmıyorum. Yavuz Alogan ne yapıyordu 1995'de? ÖDP'yi kuran girişimi destekliyordu, bunun devrimci-demokratik-sosyalist bir dalga yaratacağını savunuyordu. (Puşt başlıklı yazıda da var, başka yazılarında da.) Başka deyişle Ertuğrul Kürkçü, Ufuk Uras ve biraz daha olumlu diğerlerinin siyasi dostuydu. Bu girişim elimde tuttuğum Söz gazetesini çıkarıyor, HADEP'in ve onun kurduğu Blok'un ajitasyon propaganda aracı olarak işlev görüyordu. Kürt hareketini eleştirenlere şiddetle saldırıyordu.
Bu iki çıkmaz yolun ortasında sosyalistlerin bağımsız bir yol izlemesi, emek eksenli, kapitalizm-sosyalizm eksenli bir mücadele vermesi gerektiğini savunan sosyalistler de vardı o zaman: Ama onlar sansür edildiler, aşağılandılar, yok sayıldılar, başlarını kaldıramadılar. Böylece Türkiye sosyalist solunun bilinci tam anlamıyla dumura uğratıldı. Böylece ikinci 12 Eylül "sosyalistlerin" çoğunluğunca sosyalist düşünceye karşı yapıldı.
Ardından aynı kamplaşma içinde dört beş yılda bir keskin görüş değiştiren sol sosyalist kanaat önderleri yüzünden sol bilinç laçkalaştı, güvenilirliğini ve geçerliliğini yitirdi.
Amacımız geçmiş dosyaları karıştırıp kin üretmek değil. Aynı tutum sorumsuzluğu, aynı iki taraflı cendere devam ediyor. TKP'nin 2000'li yılların ortalarına doğru sosyalizmi ayrı bir bayrak olarak yükseltmesi, bu iki sosyalizm dışı odaktan farklı gerçek bir sosyalizm mücadelesi olabildiğini göstermesi dengeleri ilk kez değiştirdi. Bizim gibiler biraz nefese alabildi.
Ama iki taraflı baskı öyle güçlüydü ki (ne söylerseniz söyleyin bugün de ya "Kürtçü bölücüsünüz" veya "ulusalcı faşist", ortada durursanız aynı anda ikisi birden olursunuz) TKP bile epeyce gelişmesine rağmen baskıya boyun eğdi, bir oraya bir buraya yalpaladı, sonunda dağıldı.
Diyeceklerdir ki o zaman HADEP farklıydı, umut vaat ediyordu, şimdi farklı. Oysa PKK ve onun partileri hiçbir zaman değişmedi, ufak tefek taktik söylemsel değişiklikler dışında hiç çizgi değiştirmedi. Birileri ondan beklentilerinin ne derece karşılandığına göre, tamamen faydacı mantıkla durmadan ona karşı tutum değiştirdiler. Birileri bir yerlerde var olabilmek için başkalarının, gerçek sosyalist duruşun sansür edilmesine sürekli arka çıktılar.
"O zamanlar PKK farklıydı" demek, AKP'yi iyice astığı astık kestiği kestik hale getirdikten sonra onu eleştirmeye başlayan liberallerin, "ama o zaman AKP farklıydı" demesine ne kadar benziyor.
Türkiye sosyalist grupları sandalye kapmaca oyunundaki gibi rastgele en yakın boş sandalyeye kendini atma telaşıyla davrandıkları sürece bu böyle gidecek gibi görünüyor.
Artık bugün neyin doğru olduğuna baktığımız kadar o doğruyu söyleyenlerin tutarlılığına da bakmak zorundayız. Beşinci bilmecemizde görüleceği üzere rüzgara göre ilke değiştiren, durmadan görüş değiştiren liderler, değişmeyen hep aynı büyük yazarlar başımızı döndürüyor.
Alogan, 1995'den 2005'e kadarki dönemde Kürt Hareketi kuyrukçuluğunu, bu anlamda ÖDP-SİP-EMEP gibi partilerin tutumunu eleştiren eski bir yazısını (eğer varsa) gönderirse bu söylediklerimin hiç değilse bir kısmını onun özelinde geri alabilirim. Bunu bilmiyormuşum, derim.
Ne var ki şu anda üstümüzdeki sansür devam ediyor, Alogan gibi daha nice dostun sansürcülerle ortaklığı devam ediyor.
Kaan Arslanoğlu