Ömer Ateş’ten “Gündüzdüşü” şiirleri

1980 öncesi (1970’lerin sonları), Afşar Timuçin’in Felsefe Dergisi’nde, Ömer Ateş Kızıltuğ imzâlı şiirleri severek / beğenerek okuyordum. Ben o yıllarda, İstanbul Teknik Üniversitesi’nde mühendislik öğrencisiydim. Doğrusu, o dönemin seçkin bir üniversitesinin, ancak çok yüksek fen-matematik puanlarıyla girilebilen bir dalında (kimya mühendisliği) öğrenim görebilmek; edebiyat, felsefe, sosyoloji vö. düşünsel-kuramsal ilgi alanlarını küçümsemek demekti biraz da. Liseden de o alanlara karşı “önyargılarla doldurulmuş olarak” mezun olmuştuk zâten. Kaldığım öğrenci yurdunda, edebiyat fakültesi öğrencilerine acıyarak baktığımı, dün gibi hatırlıyorum. Bizler, mühendis, teknokrat, bürokrat unvanlarımızla “önemli adamlar” olacaktık; onlarsa, nesnel dünyada hiçbir gerçekliği ifâde etmeyen, “lâf ebeleri”, “boş işlerden sorumlu”, büsbütün gereksiz uğraşlarla tüketeceklerdi hayatlarını!.. 20. yüzyılın son çeyreğindeydik ama lisedeki, bugünden baktığımda, olsa olsa, her biri diğerinden “daha at gözlüklü ve daha dar kafalı”diye niteleyebileceğim matematik, fizik, kimya, biyoloji öğretmenlerimiz, biz gençleri 19. yüzyıl pozitivizminin tekçi-mutlakçı-kesinlikçi, bunların da ötesinde totaliter (tümlükçü) diyebileceğimiz ideolojik öğretisiyle biçimlendirmişlerdi çünkü. Bilimsellik ve teknoloji deyince, akan sular zınk diye duruyordu! Kim takardı, özgür düşünceyi, ontolojiyi, şiiri, romanı, poetik-estetik-etik değerleri! Onlar karın doyurmaz, saygınlık katmazlardı ki insana!


Kaldı ki, ben çocuk yaşlarımdan îtibâren, hem de iyi romanlar, öyküler okuyan; kendi çapımda, naif şiirler yazmaya çalışan biriydim. Buna rağmen, neden o kadar sektermişim, düşünüyorum da işin içinden bir türlü çıkamıyorum.


Neyse, 1970’lerin sonları, bilenler bilir, üniversitelerde siyasal olayların, silâhlı çatışmaların doruk noktasında olduğu, karşılıklı gerilimlerin nerdeyse ortaokullara kadar indiği yıllardır. Türkiye, “kan gölü”ne demek yetmez, “kan okyanusu”na dön(dürül)müştü. Bizim İTÜ, bu gelişmelerden en çok etkilenenlerden biriydi: Üç gün açık kalabiliyorsa, dördüncü gün mutlaka, ya haftalarca, ya da süresiz kapatılıyordu. Öldürülen arkadaşların sayısı, her gün hızla kabarıyordu. Canımız sâhiden tehlikedeydi. Milliyetçi Cephe Hükümetleri’nin bir bileşeni durumundaki Alparslan Türkeş’in ülkücü faşistleri (her yerde terör estiren Ülkü Ocakları, bu aşırı sağ militanların yurt çapında yuvalandıkları / silâhlandıkları kurumlardı), sokaklarda, okullarda, işyerlerinde sürek avına çıkıyorlardı topluca. Ben de, ilçemizin devrimci gençlerinin yasal olarak örgütlendiği Demokratik Kültür Derneği’nin yönetimindeydim. Toplumsal olaylara aşırı duyarlıydım ve etkindim de. Çevremde epey bilinen, faşist komandoların hedefinde biriydim. Nitekim, daha sonra, bir grup komandonun (faşistlerin genç teröristlerine komando denirdi) muştalı, demir sopalı saldırısıyla hastânelik edilecektim. Çok uzattım: Böylesi bozbulanık bir ortamda, okuldan da soğumuştum. Bu soğuma, berâberinde, mühendislik olgusunu (ve bilim-teknoloji paradigmasını) sorgulamayı getirdi bana. Derken, felsefeyi ve edebiyatı (bilhassa şiiri), gündemime aldım. Baktım ki, oralar, bambaşka dünyalardı. Hiç de, liseden ve toplumsal çevreden bilinçlerimize boca edildiği gibi, “boş işler” değillerdi. Öyle olmadıklarından başka, bilimleri ve teknolojiyi de kuşatan bir anlamsal (semantik) genişlikleri, insanın zihinsel-duyarlıksal coğrafyasını sonsuz seçeneklerle varsıllaştıran bir derinlikleri vardı. Pencere üstüne pencere açıyorlar, kapı üstüne kapı aralıyorlardı bana. İçimin gözlerini nereye çevirsem; değişik, katmanları çoğul açılımlarla karşılaşıyordum. Derken, Kimya Mühendisliği’nden ayrıldım. Ertesi yıl, İstanbul Üniversitesi’nin Sistematik Felsefe ve Mantık Anabilim Dalı’nı tercih ettim ve kazandım. Çok da sevdim o bölümü ve felsefe-edebiyat eksenli okumalarımı enikonu yoğunlaştırarak, şiir ve eleştirel deneme tarzında yazılar yazmaya, bunları bâzı sanat-edebiyat ortamlarında yayımlamaya başladım. Demek, bende düşünsel-sanatsal bir gizli damar varmış da, açığa çıkmayı bekliyormuş.  Üniversite mezuniyetinden sonra, “sol sakıncalı” olduğum gerekçesiyle, Milli Eğitim Bakanlığı beni öğretmenliğe atamadı. Bir yıl baba parasıyla geçindikten sonra, bu kez “sol sakıncalı yedek subay” olarak askerliğe alındım. Askerlik sonrası, birçok memuriyet sınavının yazılısını yüksek puanlarla kazandığım hâlde, ilgili kurumların hiçbiri beni göreve başlatmadı. Geçimimi, mecburen, çeşitli özel dersânelerde felsefe öğretmenliğiyle sağlamaya çalıştım yıllarca. Neden sonra, yaşlandığımdan olacak, “müesses nizam” beni tehlikeli görmekten vazgeçerek, nihâyet bir liseye öğretmen olarak atadı. Felsefenin öğretmenliği üniversitede olursa, zevkli olabilir belki; fakat dersâneler olsun, liseler olsun, tam bir işkencehâneydi benim açımdan. Orasına geçmeyeyim hiç.


Yazıyı, Ömer Ateş Şiiri üzerinden açmıştım. Meramım, Ömer Ateş’in şiirleri üzerine yazmaktı da ister-istemez, başka sapaklara, kendimle bağlantılı patikalara uğradım. İkisi arasında bir ilgi vardı, kaçınamazdım bundan. Şöyle: Felsefede ve şiirde konaklamaya başlayınca, Ömer Ateş Kızıltuğ adını dönem dönem hatırladım. Afşar Timuçin’in bendeki dergilerini her karıştırdığımda, Kızıltuğ şiirlerini yeniden okudum. Ondan okuduklarım, hepi-topu beş-altıyı geçmezdiler belki ama şiir kumaşı sağlam bir şairin dokuması oldukları besbelliydi. Ne yazık ki o zamandan bu yana, hiçbir yerde bir şiirini görmedim bir daha. Aradan 35 yıl geçmiş, Ömer Ateş Kızıltuğ adı belleğimden gitmemişti gene de. Hatırlardım ara ara. Geçenlerde, sabah yürüyüşleri esnâsında tanıştığım Atila Çetin adında emekli bir edebiyat öğretmeni, ne şahâne bir rastlantıdır, ordan-burdan konuşurken, onun yakın arkadaşı olduğunu söylemez mi; bir ormanın bütün oksijenlerinin ciğerlerime dolduğunu duyumsadım birden. O ferahlıkla, hakkında bilgilenmek istedim. Kızıltuğ’un şiirine dâir yukarıdaki yargılarımı kendisine aktardıktan sonra, bunca yıldır imzâsını bir kez olsun göremediğimi, şiiri bırakıp bırakmadığını sordum. Atila Çetin arkadaş, Ömer Ateş’in kimi sorunlar ve geçim zorlukları yaşadığını, edebiyat devinimlerini eskisi kadar izleyemediğini ve zâten egemen edebiyat ortamlarıyla ezelden beri içli-dışlı olmadığını, hattâ o ortamlara eleştirel baktığını ama şiir yazmayı sürdürdüğünü söyledi. Sağolsun, ertesi gün de, “Gündüzdüşü” ve “Hançer” bölümlerini içeren “Gündüzdüşü” (Serendip Şiir Dizisi, Haziran 2012, İstanbul) adlı bir şiir kitabını verdi bana.


Belleğimde Ömer Ateş Kızıltuğ olarak kalan şair, kitabını Ömer Ateş adıyla yayımlamış. Kızıltuğ soyadı kaldırılmış. (O nedenle, bundan sonra, yazacaklarım boyunca, Ömer Ateş olarak geçireceğim adını.) 49 şiirden oluşan kitabı, eve gelir-gelmez okumaya başladım. Cemal Süreya’nın “bir şairin şiir kumaşının ne denli sağlam olup olmadığı, ilk birkaç dizesinden belli olur” mealinde, bence (de) pek yerinde olan bir saptaması vardır ki; bu öngörü, benim şiir yapıtlarına yaklaşmamda el fenerim olmuştur. Ömer Ateş’in Gündüzdüşü’ndeki ilk şiirinin ilk dizeleri, Süreya’nın savını bir kez daha doğruluyordu:


“Yeryüzündeki anlama inandım

Beninden doğru gülüşüne

Gece nedir diyen sesine

Susuşuna boynu bükük duruşuna

Hiç bitmez hüznüne

Düzayak yürüyüşüne

Adımlarına inandım bana doğru

Benden doğru gidişine”

(Kendine Uzak, s. 7)


Bilemem, sağlık mıdır böyle düşünmek: Diyelim, 30-40 şiirlik bir kitapta, şansım yâver gider de “işte buralarda şiir yakalanmış” diyebildiğim beş-altı şiire rastlayabilirsem; o kitabın, işlevini yerine getirdiğine inanırım. (Oysa, türlü çilelere göğüs gere gere, oradan buraya düşe-savrula sürdürdüğüm öğretmenliğimde, notumun çok kıt olmasıyla meşhurdum.) Kimilerine bakışla, pek gevşek, pek liberal bir ölçü; fazlasıyla şişirilmiş bir iyimserlik sayılabilir ya, gene de olsun. Çirkinliklerin gökleri zorladığı çok çamurlu bir coğrafyada, bu kadarcık “iyi şiir” (her neyse o iyi şiir), şairini kurtarmaya yetebilmeli.


Bunları deyişim şundan: Ömer Ateş’in kitabındaki 49 şiirin, 46’sı şiir. Ortalamanın üstündesi, iyisi, çok iyisi var bunların ama ortak yönleri: her şeye karşın, şiir katında durmaları, belli bir poetik-estetik düzeyi yakalamış olmaları.


Bir sanat yapıtını didiklerken, istediğimizce nesnel davranalım, öznellikten hepten sıyrılmak olanaklı değil. Bu, şiir için daha da böyledir. Öyle ya, önümüzde duran, okuduğumuz metin; boyutları besbelli teknik bir araç-gereç ya da yüzölçümü ve hacmi şu kadardır diyebileceğimiz matematiksel bir veri değil ki. Ya nedir: Organik bütünlüğü, yapısal kompozisyonu kendi içinde elbette birtakım yasalar taşıyan; bu yasaları taşırken de, imge, eğretileme, sezgi, duyusallık, duyarlılık, varoluşsal tavır, vbg. ele-avuca gelmez, dallı-budaklı çoğulluklara açılan bir alandır. Yasaları kendine özgüdür, biriciktir. Kamusallıkları düzenlemeyi hedefleyen anayasal metinlerin yasalarıyla büsbütün ilişiksizdir. Özgünlüğünün ve özgürlüğünün kökenleri, bu ilişiksizliğin bir süreğidir aynı zamanda.

Gelmek istediğim yer şurası: Ömer Ateş’in şiirini değerlendirirken, coşkulara kapılıp, ipin ucunu kaçırdığıma hükmedilebilir. Olabilir, mümkündür. Mümkündür ya, onlar benim yanılışlarımdır; yanılgı oldukları temellendirilirse, savunma pozisyonuna geçmem, kabullenirim.


“Vasiyetname” adlı şiirinde, kapitalist modernitenin hepimizi metalaştıran mekaniklerini, yüreğinin olanca yangınlarıyla yargılayan bir şairdir karşımızdaki:


“Senetler bonolar bankerler

Bankacılar mevduat hesapları

Vadeli vadesiz faizler

Borsacılar yükselen alçalan trentler

Döviz büroları karşılıksız çekler

Durmuşum duran zamanın durağında

Hızla gelip geçen trenler

Binemediğim yerde ezsinler cesedimi”

(s. 11)


Burjuvazinin değer(sizlik)ler dünyasını düzenleyen, artık basbayağı küreselleşen kapitalizmin çirkinliğini perçinleyen teknoloji-iktisat kavramlarıyla şiir örgülemek, üstesinden kolaylıkla gelinebilecek bir uğraşı değil. Hele, böyle kendiliğinden katı, şiir-karşıtı, olumsuz anlamda materyalist öğeleri, şiirin lirizmini zedelemeden kurgulayabilmek; şairinden, şiir bilgisini çepeçevre kuşatan bir sosyo-kültürel donanım, dahası felsefî birikimle harmanlanmış poetik-estetik hüner ister. Ömer Ateş’in bunu hakkıyla başardığını gözlemliyoruz. Şiir körcâhili, kültür-sanat madrabazı birinin elinde kestirmeden sloganlaşabilecek sözcükler; onun çabalarıyla,  baştan ayağa şiirsel hayatlar yüklenmişler.


Handiyse tüm çalışmalar şiir olunca; seçmekte, örneklemekte nasıl zorlandığımı, gelin bana sorun bir! Ömer Ateş, dört bölümlük, nicelikçe en uzun, nitelikçe ise en yoğun-duyarlıklı şiirlerinden “Bir Tutkudur”un üçüncü kesitine bakın nasıl yakıcı / yıkıcı bir duyarlık seliyle girmiş:


“Kırgınım elbet

Bu yok hayata

Arkadaş vurgunuyum camdan ve kırık

Parça parça göklerim

Acı kavun ve beyaz peynir vakti

Güneş ve ay vakti

Bu hayata yok küslüğüm bile”

(s. 16)


Sevdiğim edebiyat eleştirmenlerinden Taylan Kara’nın sıklıkla yinelediği “kozmik önemsizlik” kavramını hatırladım burada. Bu hayata küslüğü bile olmayan biri için, hele hele bir şair için, “kozmosta yerimiz ne ki” sorusunun karşılığı, Ömer Ateş’in şiirinden alıntıladığım öbekte fazlasıyla yok mu ve titremiyor mu içimizi-dışımızı?


Ömer Ateş, temelde karamsar bir şair. An geliyor, enikonu derinleşiyor karamsarlığı. Düşünsel-siyasal bakımdansa “sol”da duruyor, apaçık ortada. Kendilerini “sol-sosyalist habitus”ta gören birçok şair-yazar, bilirsiniz, karamsarlığı dünya görüşlerine yakıştırmazlar. Bu yakıştırmamayı daha ileriye taşıyanlar, “karamsarlık gericiliktir, en azından tutuculuktur” diyenler de var. Öylelerinin, Ömer Ateş’i de aynı düz mantıkla mahkûm edecekleri muhakkak. Oysa şair-özne, “insâni hâl”lerin olumlusu-olumsuzuyla hepsini kuşatır, içerir ve onları içererek aşar. Geriliği imler ki ileriliğe açılabilsin. Kötülüğü gösterir ki iyiliğe yönelebilsin. Çürüyeni işâretler ki serpilene varabilsin. Doğa’nın, toplumun ve bireyin diyalektik yaşayışı, bunlardan kopuk bir şey değil çünkü: Karşıtlar (tezlerle antitezler), sürtüşürler, çatışırlar; sonuçta bir sentez meydana gelir. Felsefî-materyalist işleyişin mantıksal düzeneğini kavrayamamış sofu solcular, sığ sosyalistler, canlılıktaki bu görkemli kaynaşmayı göremezler, duyumsayamazlar, bilemezler. Dolayısıyla, “tekçilik”te, “mutlakçılık”ta, indirgemecilikte ve özcülükte, kimileyin sağcıları bile geride bırakacak kertede dogmatik ve fanatiktirler. Her şeye, her kımıltıya, yalnızca ve her zaman bağnazca biçimlenmiş siyasal-ideolojik merceklerle  baktıklarından; somut-nesnel gerçeklik ve onun imgelemde estetik yansıması olan sanatsal yaratımları da benzer çarpıklıklarla, şüphesiz eklektik yorumlayacaklardır. Realitenin bütünselliğinden ırak, soyut ve yabansı tutumlardan, bu bağlamda da olumluluk beklenmemeli hem. Bilimsellik cazgırlığını kimseye kaptırmazlar ama determinizmin ortodoks yorumunu en şehvetli şekilde onlar savunurlar. Ekonomi-politik, onların yönergesinde “kaba bir ekonomizm” yandaşlığına özdeştir. Öyledir, çünkü sol literatürden aparttıkları parça-pinçik bilgi kırıntıları, bu kadarcığına cevaz verebiliyor ancak: Altyapı esas, üstyapı tâlidir. Nokta. Bağımsız ve temel belirleyici değişkenler, ekonomi ve teknolojidir. Kültürel, sanatsal, felsefî, psikolojik, hukukî vs. etkenlerse, ekonomi ve teknolojiye bağımlı değişkenlerdir. İkinci, üçüncü dereceden önemlidirler. Önemsizdirler daha doğrusu! Ufuksuzluğun buncasını sorgusuz-sualsiz sindirmiş bir ilkellik, şiirde küçücük bir karamsarlığın izine rastlayınca, kaçınılmaz olarak köpürecek, olmazlanacak tabi. Karamsarlık, duygudur; duygularsa, kolayca denetlenemeyen, kaygan mı kaygan “psişik” durumlardır. Maazallah, şiiri bir ele geçirirlerse, “doğdu doğacak kızıl şafaklar”ın hâli nice olur! Ömer Ateş, aldırmamış öyle kuru-sıkı devrimciliğe ve “ontolojik boyutlu karamsarlığı”nın tadını çıkarabildiğince çıkarmış:


“Yum gözlerini artık

Söndür ateşini yüce dirimini

Küllerdeyim

Çakıltaşları arasında beni arama diyor

Muştuda kavgada beni arama”

(Çakıltaşları Arasında, s. 26)


Bu dediklerimin sağlamasını yapacak, bir başka şiirde gezinelim şimdi de:


“Kör bir su bütün sulara akardı

Sorardın görür mü gözleri ölülerin

Anlardı görmese de duymasa da acısını

Sonsuz

Kendine bir su gibi taşıdığı

Ama kan olan”

(Su Ağıtı, s. 60)


Evet, “Kör bir su bütün sulara akardı” akmasına ama çeşitli evrelerden geçtikten sonra, seslenilen kişi, olan biteni “Kendine bir su gibi taşı”maktadır. Buradaki su imgesi, “Sonsuz”la pekiştirilmiş ve felsefe târihine diyalektik maddeciliğin ilk çekirdeğini kazandıran Herakleitos’un “pantha rei (her şey akar)” aforizmasına bağlanmıştır. “Ama kan olan” demekle de, şiirin kendini yadsıdığı zannedilmesin. Kandaki yaşa(t)ma potansiyeli “Ama”sına karşın, baskındır.


Dikkat çekmiş midir acaba; yukarılarda bir yerde, “ontolojik boyutlu karamsarlık” demiştim. Bunu, süslü-püslü konuşmak veyâ kendime felsefeci havası vererek, okurları bilgilerimle ezmek güdüsüyle demedim. Karamsarlığın, ontolojik olmayan, temelsiz / köksüz bir çeşidi var ki öylesi bir karamsarlık, kişiyi (burada şairi) esenliğe taşımaz. Taşısa taşısa "kötümserlik çukuru"na, gide gide bir “hiçlik” sarmalına taşır. Kızıltuğ’un şiiri, deyiş uygunsa, “dinamik karamsarlık” örneğidir ve “mekanik karamsarlık”la evvelemirde bağdaşmaz. Bağdaşsaydı,


“Bir dağ başında sevdik birbirimizi

Bir suyun yanıbaşında

Bir uyanışın tam ortasında”

(Güneşin Şavkında, s. 33)

 

demezdi, diyemezdi.


Benzer kararlılığı, hayatı esasta gülümserlikle iyimserliğin bileşkesinden kucaklamaya çalışan tavrın bir uzantısını da aşağıdaki dizelerde buluyoruz:


“Kuşlar için geldim

Kekikler böğürtlenler için

Yitirdiğim çam göklerini aramaya

Özlediğim denizleri örtünmeye geldim”

(Gündüzdüşü, s. 40)


Ömer Ateş’in şiiri, olur olmaz her yerde, sıkılı sol yumruklarla, koçaklamavâri söylevler savurmayı devrimciliğin âmentüsü sayanlarca, işçi sınıfını maddî temellerinden ayrıştırarak putlaştıran, mistifikleştiren “ilerici-solcu yobazlar”ca tutulacak bir şiir hiç değil. İyi ki öyle değil, iyi ki kuşlu-çiçekli şiirler yazıyor ve gene ne güzel ki o kuşlarla çiçeklerle genişletiyor gökyüzümüzü, yeryüzümüzü daha yaşanası, romantik ve evet evet devrimci kılıyor aynı zamanda. Küresel şiirin çok kıymetli bir kilit taşı olan Louis Aragon’un dedikleriyle de örtüşüyor böylelikle:


“Birçok yoldaşın şematik ve yapmacıklarla dolu bir Parti sanatıyla yetindiğini görüyoruz; basit, kof bir sanatla, bir afiş sanatıyla, eksik bir sanatla… Cebinde parti kartı taşıyan herkese bir Parti sanatı yapmak gücü verilmemiştir. Bazı yoldaşlar ve yazarlar istiyorlar ki roman da şiir de yalnız sokak gösterilerini, polis baskılarını anlatsın. Oysa bütün zenginliğiyle hayat…”


Bir başka küresel şair Octavio Paz’ın “
Şiir, sandalyeyi tanımlamaz; onu bizim önümüze kor.” deyişini destekleyici bir yönü de var, Ömer Ateş’in şiir görgüsünün. İki şiirden birer parça, bunun göstergeleri:


“Sustuk

Hiç konuşmadık

Uzun bir günün yorgunluğunda

Kar da yağmadı

Ayrıldık acıların şafağında”

(Akşamdı, s. 56)

 

“Kar taneleri ürkek arkadaşlarım

Işıltılı parçaları hayatımın”

(Kar Taneleri, s. 70)


Uzun uzun betimlemeler, insanı canından bezdirecek bulanıklıkta imge yığışımları bulamazsınız onun şiirinde. İmge, şiirin gereksindiği, kaldırabildiği kadar var.

Diyeceğini doğrudan diyor Ateş. Evde-sokakta-işliklerde konuştuğumuz dilden, günlük iletişim dilinin olanaklarından ötesine gönül indirmiyor. Böyleyken, basit değil, sâde. Sözcükleri yaşamsal bağlamlarıyla kullanıyor, ilginç / aykırı görünmek uğruna sapmalara girişmiyor. Sözcüklerin, söz öbeklerinin, şiirin çimentosu ve sigortası olduklarının bilincinde. Benim şiirden saymadığım “somut şiir”, “görsel şiir”, “deneysel şiir” oyunlarını, anlaşılıyor ki o da şiirden görmüyor. Sevindirici… İçeriksizlik, biçimcilik ona göre hiç değil. Fetişleri, totemleri tümüyle kovmuş, şiir coğrafyasından. Dizelerini havalandıracak iklimleri kurgularken, ıkınıp sıkınmıyor; kendinden, şiirsel yürüyüşünün sağlamlığından gayet emin adımlarla yürüyor. Bu süreçleri katederken, kavramsalcılığa düşmüyor. “Dize”yle “cümle” arasındaki “derin fark”ın kültürüyle yoğurmuş estetiğini; o nedenle de “poetika”yla “politika” arasındaki “çarpışma”larla “kesişme”lerin tartımlarında da son derece dikkatli, hassas. Bireyci değil, bireysel. Kaba toplumcu değil, toplumsalcı. Bireyin özgürlüğünü öncelediği ve bunu toplumsallıkla kaynaştıran bir demokrasi kültürüne yaslandığı, gözlerden kaçmıyor. Lâik-seküler bir şiirsel anlayışın iz sürücüsü. Hayat’tan özge kutsal tanımıyor. Birbirlerine “kabîle asabîyeti”yle tutunarak yaşadıklarını zanneden “gösteri toplumu”nun, “içtenliksiz dayanışma klüpleri”nin lâikçi-teologlarıyla hiçbir bağının-bağlantısının olmadığı da âşikâr. Daha ne olsun?


Yazıyı, son günlerde yaşadığımız acılara da denk düşen dizelerle tamamlayalım. Onca yılın birikmiş özlemleriyle selâmlayalım, Ömer Ateş şiirlerini:


“Yırtık bağırlar sıcak silahlar

Yaralı göğüsler

Yeni bir savaşı anımsatıyor

Dağlı çocuklar

Kavuşan bir anlatım yaratırken gözlerinde”

(Dost’a, s. 78)

 

 

Yazıya ek: Yorumumun, eleştiri konusu kitap üzerinden, kendi dünya görüşümü sergilemeye dönüştüğünü öne sürenler olabilir. Doğrudur, yazı, epey bir miktar oraya evrildi. Özellikle, kendi istencimle, öyle olsun istemedim. İçerik zorladı. Gerekçesine, yazının başlarında değinmiştim azıcık. Kandırıcı olabildim mi bilemem. Ancak, şu da var: Hangi eleştirmen, konu nesnesi edindiği eseri irdelerken, kendi düşünsel-duyarlıksal gerçekliğini (de) dışavurmaktan kaçınabilir ki? Kaçınabilirse de, nereye kadar?

Bünyamin Durali

Facebook
henüz yorum yapılmamış
07-12-2015
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210593
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.