Hançer…
O hançer ki,
hipnoz tanrılarının en zehirli, en aşağılık,
en öldürücü silâhıydı!
O işte, güzelim medya! O işte, alçak medya!
Tek bedende çift cinsiyet!
Ah tanrım, kapkara bir sanrı mı bu?
El öptürüyor, diz çöktürüyor ve kölelerine,
rengârenk bir dünya armağan etmek istiyor!
Sıcacık ekmek gibi, bereketli toprak gibi,
misler kokan kağıdın üzerinde açan papatya,
ışıklı ruhlar satan güzelim medya!
Binbir kanalın yorulmaz serkeşi, fırlama büyüsü,
benzersiz üçkağıdın senfonik kusmuğu!
Alçak medya! Güzel medya!
Tek bedende çift cinsiyet, el öptürüyor, diz çöktürüyor!
Say ve esirgeme, eksik kalmasın sıfatları: Çürümüş topraklar
çiçeği, çorabı kaçmış aşüfte, çılgın fettan kız!
Gölgesi her türlü pisliğin medceziri, ruhu şeytana mühürlü!
Kör, sağır ve dilsiz bataklık bilgesi.
Girişi ve çıkışı olmayan bir zindan usa bıraktığı avlak! İnce ince ağla oy!
Memeler bebeleri değil, tiranların günahını besler! Ağla ve gül oy!
Çamur yeniden karıldı Âdem’den sonra,
zehirden iskeletler cam tozu oldu aynaya,
kendinde kendine bakan
acımasız iskeletin kanlı yasası, baykuş kalemlere esinler yükledi!
Sahte inanç susmayan bir yağmur ezgisinde
Ve Çin işkencesine dönüşe dönüşe tepemizde yalancı güneşlerin mızrağı
oldu!
Ve yazdı kalem,
hiçliğinize göre biçilen altın işlemeli kaftan da, zavallı mintan da,
aldanışlara ödüldü!
Ah, sözlerin hançeri,
yumuşak sözlerin çirkin asâsı, yüreğimize saplanan olaydın, duygular
ölürdü ivedi, ah, us öldü!
Ve çürüdü iskelete dönüşmek için, aynaydı algımızda artık,
adımlarımızda inançtı!
Bilinen şarkı döker başımızdan umarsız gülleri,
sözcükler harlanır günün bitmeyen tutsaklığında!
Bıkmaz, usanmaz erk kaderinden;
gürül gürül akan kana, gürül gürül zehir!
Ey beyin, ey büyülenmiş, ey halüsinasyonlar halveti,
kendin olmaya bu kadar yakınken
nasıl uzak düşersin kendine yıldızlar kadar!
Bilinen şarkı, döker başımızdan umarsız gülleri:
Dünya alevler içinde, güneş sönüyor;
ah, en güzel sekiz sütun!
Ey çıldırtan alımlı orospu,
biçerdöver gibi çalışan ezen, öğüten gücün bize,
ruhun şeytana!
Ey çıldırtan tiran kahkahası,
ey o kahkahayı bize ileten güzel medya, alçaltılmış, çirkinleştirilmiş medya,
Kızılderili ataları müşerref olsaydı seninle,
barış çubuğu tüttürseydiniz bir mutlu, ne derlerdi acep?
Pür dikkat dinledikten sonra sizi,
Uluruh öldü mü diye sormazlar mıydı?
Hoş sedâ mı kaldı…
Yer gök alçak!
Ve milyonlarca alçak doğmak için sırasını bekliyor!
Daha dün, yer gök utançtı. Ne oldu, ne oldu da,
erdemin güzel perisi, en kırılgan, en nazlı kızı utanç,
terk etti bizi? Kurudu en arı pınar. Ar diye bir şey yok artık?
Yitip gitti belleksiz!
Sorgusuz sıradanlığın köpüğü gibi, hiçliğin bulutları gibi
ve ah, unutulmak isteyen yaşam küskünleri gibi!
Dilimin büyük sözlüklerine, bütün dillerin
büyük sözlüklerine baktım, utanç sözcüğü silinmiş,
ya da bilerek pas geçilmiş! İzleri kaybolmuş, gölgesi
kaybolmuş! Anımsamak istemeğimiz anılar gibi.
Ve yalnız utancı değil, bütün erdemleri eski bir giysi gibi
fırlatıp attık.
Değerler manzûmesiyle övünen insan, en yakışana büründü
sonunda. Yokluğa! Hiçliğe! Nefessizliğe! Gök karardıkça, aktı
gök bilinmeze!
Her zaman utanç sorunu vardı dünyanın, pespaye bir çemberde
döner dururdu! Sırtlan gülüşleriyle bezenmişti benliğimiz.
Hep böyleydi gelmiş geçmiş bilgeye.
Ama böylesi muhteşem, baş döndürücü bir zenginlik, sınırsız düşler
hazinesi, tiranların elinde toplanmamıştı. Gene de o günün büyük
zenginliği akılları baştan alırdı. Hazineler göz kamaştırsa da, bir tarafta
soylu insana ait utanç, bir heykel gibi ayakta tutardı varlığımızı.
Şimdinin sınırsız sınırları, erk kodamanlarının önlerine serilmemişti.
Her sınır para, savaş ve ölüm demekti. Bütün bunların denkleminde
yürürdü bitli piyade, gösterişli süvari! Zaman hep böyleydi.
Matruşka bebekler gibi iç içe, hangi kapıyı açsan, güçleri çıkar karşına.
Sanki hiç uyumaz, şeytan gibi pusudalar. Her köşe, tilki kurnazlığına
tohumlanmış.
Dün de tenis toplarıydık, bugün de. Vur git, gel be aslanım! Vur git,
gel be koçum! Utanç mı? Vur. Vur! Dur, koy cebe! Oynayalım mı?
Çıkar vur. Başa dön. Hep başa dön. Utanç ha? Sus sen ey hiçlik,
sus sen ey zavallı bile olmayan! Konuşmak, hatırlatmak senin işin değil!
Çıkar cebinden vur şuna! Vur vur! Başa dön! Hep başa dön!
Ses yok değil mi, güzeller güzeli câzibelerde? Ey eşsiz savaşçılar,
ey erkek figüranlar, sesiniz yok değil mi?
Ölümüne bitmeyen bir oyun!
Ve utanca gereksinim kalmadı! Hepimizin yeterince oyunu, öyküsü var.
Birbirinden uçurumlarla ayrılan, avucumuzda sıkı sıkıya tuttuğumuz
ülkeciklerimiz var! Draje draje mutluluklarımız var!
Aman yitirmeyelim!
Ey insan, paran yoksa borçlan, kim için çalışıyor, kim için üretiyor ki düzen?
Aynı mühür bütün alınlarda. Aynı imza bütün oyunlarda.
Ayırımcılık yok, hepimize bir kaçış mutluluk. Oh be, nihayet sınırsız
ve sınıfsız olduk! Yaşasın insanlık!
Utanç deyince karıştırmayın zehirli çiçeklerin açtığı toprakları! Hatırlatmayın!
İşte Afrika, bir utanç mı? Kara derisi gibi kara yazgılı Afrika!
Utanç nedir bilmeyenlerin elinde. Acımasız hırsızların elinde.
Onlar işte,
şaraplarını yudumlarken uygarlığın çocukları, ama cüzdanlarını
doldurmak gerektiğinde, birden emperyal postal olurlar, birden demir ökçe
olurlar, sonra talan ederler kara yazgılı koca kıta’yı!
Soru olmaması gereken çaresizlik, kocaman bir soru nasıl olur?
Ya günlük güneşi bir dolarlık Çin? Hele şu oligarklar, iyi ki doğdular diye
bayram etmemiz gereken müthiş adamlar, ülke zenginliğinin üstüne oturdular da,
sınıfsız bir toplum oldu Rusya! Becerememişti bu işi pis komünistler!
Özgürlük mözgürlük ayağına nasıl kafeslediler, canım Gogol’ün bahtsız
ülkesini.
Ya peygamberler doğuran topraklar, şeytanın en sevdiği oyuncağı olan topraklar?
Günah çocuklarının yaşadığı, Sümerlerin, Akadların, Fenikelilerin,
Firavunların yeşerdiği topraklar?
Şanlı Babil, aydınlık İskenderiye, şimdinin pespayeliğini görselerdi, var oldukları
topraklardan utanır, nefret ederler miydi? Utanç düşer miydi yüreklerine?
Kartların her gün yeniden karıldığı bu topraklarda,
belki de bu yüzden petrol, fışkırdığı topraklarla ensest ilişkiye girer,
zâlim dolar inletir nefes alıp veren bütün canlıları!
Ya keçilerin bile terk-i diyâr eylemek istediği,
ölümün şenlik ateşi yaktığı Afganistanya?
Ya Sam Amcanın, vampirlere nal toplatan apoletli Latin cellâtları? Aman nazar
değmesin!
Ya ülkem, canım ülkem? Gene Sam Amcanın kördüğüm ettiği, soğuk pençesiyle
soluksuz bıraktığı, güzelim çiçeklerini soldurduğu ülkem!
Ve hiçbir yerde görülmeyecek kadar, koyunları, kerizleri, ahmakları olan
cennet ülkem!
Biz koyunları kırkacak, kerizleri tımar edecekken ve ah, ahmaklara bir damla us
derken, onlar bize pranga taktı!
Bu ince işin farkında olsak da, kolay değil çemberi kırmak!
Beyinler yıkandıkça, algıyla oynamaları çocuk oyuncağı oldukça,
büyük çemberlere dönüşür zincirler!
Utançtan daha beter değil mi andığım yerler?
Utanç buralarda hafif kaçmaz mı? Bitmez cinayetler şöleni!
Ve ah, dünyanın orası burası!
Bitmeyecek usanç ve utanç!
Önce nesne dediğimiz şeyleri yarattık.
Yaşamı kolaylaştıracak diye gördüğümüz o şeyler, çağlar içinde sinsi bir el gibi
bizi tutsak aldı. Yarattığımız efendimiz oldu! Ve şimdi, ah şimdi, sahip olma körlüğü,
ihtirası, kıskançlığı ve nefretiyle, tutsaklık çağını acı acı yaşadıktan sonra, birer
nesneye dönüştük. Nesnenin kendisi olduk! Nesne olan şeyin, bir ruhu olabilir mi,
duygu fırtınası olabilir mi? Ruh yoksa, onur diye, gurur diye, utanç diye bir şey
olur mu? Nesne diye satılan şey artık biziz, kanlı canlı, mis gibi, ama azıcık kusurlu,
ruhsuz şey!
Ustalar ustası Şcedrin’in bir masalında, namus bir paçavradır, iğrenç, kirli bir bezdir,
tutmak, dokunmak istemez kimse, bir yoksulun bebeğine kundak oluncaya kadar
dolaşır elden ele.
Utanç yitince, namus neden paçavra olmasın ki?
Nerede ışık tarlaları?
Utançtan ölüm, utançtan delilik mümkün mü değerlerin yeni sofrasında?
Avuntular bir sanayiye dönüşmüşken, tüketim çılgınlığı ilâhi bir tatmin kaynağı
olmuşken.
Vardığımız yer, tüketemediğinle utan ey insanoğlu sesiyle çalkalanıyor, inliyor!
Ey çamur balyası, durma tüket!
Çirkefliğin salamurasında semiren karakterler, kendine benzetmeye çalıştıklarını da,
besler aynı iğrenç salamurada. El ele çoğalırlar bizi pislikleriyle boğmak için.
Katlana katlana çoğalıyorlar. Gezegeni yok edinceye kadar sürecek bu trajedi.
Kim dur diyecek? Utanç sözlüklerde yeniden yerini alacak mı?
Hiçliğin değerleri karşılığında kaybettik utancımızı! Ya da diyelim, üç beş kuruşa!
Trilyon dolar desem ne fark eder ki? Sürü anlar mı onca dolardan?
Sahte sevdalar teselli oldu. Yalan mutluluk oldu.
Ve
ve
ve
onur yitti, ar yitti!
Okyanuslar kurusaydı, denizler, nehirler kurusaydı, nasıl bir yer olurdu
dünyamız?
İnsanlığın sonu mu geldi korkusuyla titrer, düşünmek bile istemezdik
böyle bir şeyi.
Utancın yitişi onda da beterdir. Utanç yoksa, insan varmış, doğa yokmuş
ne yazar.
Yerlerde sürüklenirken insanı insan yapan değerler, biz hâlâ ayaktayız gibi
duruyorsak, bir sahte güvenle tavır alıyorsak,
tiranların yalan payandasıyla kaldırıldığımızdandır.
Ve asla bunun farkında olmayacak gülünç yaratıklarız!
Arklarda akan yaşam değil, soluğumuzun zehirlediği canların ölü ruhlarıdır!
Mete Demirtürk