Irmak Zileli'den Oya Baydar eleştirisi

Oya Baydar'ın  "O Muhteşem Hayatınız" romanıyla ilgili bu eleştiri yazısı, yazar Irmak Zileli tarafından yaklaşık bir yıl önce yazılmış, ancak yayınlanamamıştı. Çünkü Radikal Kitap'ta yayınlanması planlanan bu yazı editör tarafından yayınlanmamış, Mesele Dergisi'nde yayınlanabilmişti. 

Bu yazıyı yazar Irmak Zileli'den izin alarak okuyucunun ilgisine sunuyoruz.

İnsan BU

O Konjonktürel Romanınız

 Radikal Kitap eki için yazdığım, ancak romanın yazarıyla söyleşi yapıldığı ‘gerekçesiyle’ son anda yayından çıkartılan, Oya Baydar’ın “O Muhteşem Hayatınız” isimli kitabı üzerine eleştiri yazımda romanın dil ve anlatımına ilişkin eleştirilere yer verememiştim. Şu an okumakta olduğunuz yazının amacı, eleştirileri ‘yer genişliğinden yararlanarak’ daha ayrıntılı olarak temellendirmek ve değinemediğim öteki noktalara da işaret etmek…

Söz konusu eleştiri yazısı şu cümlelerle başlıyordu: “Oya Baydar’ın Sıcak Külleri Kaldı, Erguvan Kapısı romanlarını sevmiştim. Kayıp Söz‘le de bir mesele yoktu aramızda. Sonra, Çöplüğün Generali‘yle birlikte Oya Baydar’ın okuru olmaktan uzaklaşmaya başladığımı söylemeliyim. Belki benim tersliğim, ama konjonktürel romanları edebiyatın bir parçası gibi göremiyorum. Başka bir projenin ürünü olduğu duygusu beni metinden de, yazardan da soğutuyor.”

‘Konjonktürel romanlar’ ifadesinden hareketle önemli bir tartışmanın kapısını aralayabileceğimizi umuyorum. Dahası böyle bir tartışmanın yürütülmesini ve derinleştirilmesini elzem buluyorum. Bugünkü edebiyat iklimimize damgasını vurduğunu düşündüğüm bu problemi içtenlikle ve açık sözlülükle tartışabilirsek kuraklığa da çare bulabileceğimize inanıyorum.

Uzunca bir süredir edebiyat iklimini belirleyen (kuşkusuz bu belirleme bir hayli günübirlik, edebiyat söz konusu olunca esas olan geleceğe kalanlardır) çok satan romanlara baktığımızda hemen hemen hepsinin ortak bir yol tutturduğunu görüyoruz. Yazarlar çok okunmanın yollarını arıyorlar. Oldukça anlaşılır ve masumane görülen bir dilek (“çok okurum olsa!”), eserlerin konu seçiminden, anlatım biçimine, hatta yazma sıklığına dek pek çok öğeyi belirliyor.

Elbette yalnızca yazarın dileğiyle olmuyor bu iş, piyasanın diğer tüm unsurları da koro halinde aynı şeyi söylüyor, yazarı aynı yöne itekliyor. Çok okunmanın reçeteleri yazılıyor. Reçetenin birinci ilacı da, gündemde olan konularda roman yazmak. O günlerde Ermeni tehciri mi tartışılıyor, bir ‘Ermeni soykırımı’ romanı iyi gider. Hoşgörü ve barış söylemi mi revaçta, bir tasavvuf kitabı fena olmaz.

Kürt meselesi zaten hep konuşuluyor ama bakın Dersim romanı neredeyse hiç yazılmadı, mutlaka iyi satar. Çok satan listelerine tartışmasız birinci sıradan giren yazarlardan aklımıza gelen ilk beşine şöyle bir baktığımızda görüyoruz ki, reçetenin ilk ilacını mutlaka hayata geçiriyorlar. Bir kısmı bunu örtük şekilde (ki bu da reçetede yazıyor), bir kısmı kör gözüm parmağına yapıyor.

Oya Baydar’ın Çöplüğün Generali isimli romanı işte bu ikinci kısma giriyor. Öyle ki yazar, daha Ergenekon gözaltı dalgalarının ikinci ya da üçüncüsünde kokuyu almış olmalı ki, tam da ‘toprağın altında, çöplüklerde silahların bulunduğu’ sırada 262 sayfalık bu romanı yayınladı. Neresinden baksanız romanın arkasında bir yıllık yazım süreci olmalı. Romanın ismi her şeyi zaten anlatıyor, o yüzden uzatmıyorum.

Peki bunda ne sakınca var? Kuşkusuz herkes konu seçiminde özgür. Kimse kimseye şu konuda yaz diyemeyeceği gibi, yazma da diyemez. Ama edebiyat içi bir tartışma yürütürken, bir metnin yazılma kaygıları üzerinden edebiyat anlayışını, piyasa-edebiyat ilişkilerini, edebiyat ahlakını tartışmak da okurun özgürlüğü…

Kaldı ki, ‘çok satan bir roman yazma’ amacıyla masaya oturulduğunda ortaya çıkan metnin çoğunlukla hayli sorunlu olduğu da görülüyor. Okurun nitelikli eserlerle karşılaşma dileği en az, yazarın ‘çok okunsam’ dileği kadar değerli… Eleştirinin amacı da, bu dileklerin gerçekleştirilmesi için, edebiyatın çıtasını yükseltmeye katkıda bulunmaktan başka şey değil.

Gündemdeki konuları gözden geçirip, belli bir hesap dahilinde yazılan romanlar edebiyat hanesine artılarla yazılamıyor. Tabii eğer ‘çok satmanın’ yahut ‘satmamanın’ bir edebi ölçüt olmadığı konusunda hemfikirsek… Nedir edebi ölçütler? Dilin yaratacağı haz, anlatımın aksamaması, kurgunun tutarlılığı, karakterlerin gerçekliği, konunun derinlemesine işlenmesi vb. Tüm bunların toplamında ortaya çıkan yapıt eğer geleceğe kalıyorsa, bu da tüm bu ölçütlerin üzerinde başka bir ölçüttür; zamana direnebilmek…

Böyle düşününce şunu gönül rahatlığıyla söyleyebiliriz, kişi gündemdeki bir konuyu da yazabilir. Yeter ki derinleştirebilsin, yeter ki konuyu ‘güncel’ olanla sınırlamasın. Yeter ki hayali, insanın özüne ulaşmak, o öze ait sorular sormak, dolayısıyla insanı anlamak olsun. Romanı yazmaya otururken zihnindeki tüm yargıların değişebileceğini bile göze alacak kadar istesin bunu.

Öyle ya, hepimiz bu toplumun içinde yaşıyoruz, onun bir parçasıyız, gündelik olayların yansımalarını hissediyoruz, gazete sayfalarının arasındayız… Bu olayları edebiyatımıza taşımak istememizden daha anlaşılır ne olabilir? Önemli olan nasıl taşıdığımız… Zaten o romanı ‘konjonktür romanı’ olmaktan çıkaracak olan da bu.

Eğer yazı masasının başına ‘çok satan bir roman yazmak’ amacıyla değil de, ‘gündemdeki bir konuyu bir romancı bakışıyla anlamak, anlayarak da anlatmak’ için oturuyorsa yazar (roman yazma bilgi ve yeteneğini belirtmiyorum bile) burada bir sorun yok. Romanı konjonktür romanı yapan, güncel bir konu işlemesi değil, güncel konuyu nasıl ve neden işlediği galiba…

Saklı ideoloji

Oya Baydar’ın yeni romanı O Muhteşem Hayatınız‘ın konusu olan ‘Dersim katliamı’nı neden işlediği sorusuna bizim yanıt vermemiz mümkün değil elbette. Bu konuda öznel tahminlerde bulunmaya kalkmak haddi aşmak olacağından, ben bu yazıda Baydar’ın konuyu ‘nasıl’ işlediğini irdelemeye çalışacağım. Edebi ölçütler kullanarak…

Eğri oturup doğru konuşalım, Oya Baydar kitaba yazdığı son sözde istediği kadar “Bu bir Dersim romanı değil” desin, verdiği söyleşilerde konuyu insana ilişkin felsefi sorulara kaydırmaya çalışsın, O Muhteşem Hayatınız bir Dersim romanı. Neden öyle olduğunu açıklamaya çalışacağım.

Oya Baydar, romanın görünen ile gerçek arasındaki uyumsuzluk ve buradan hareketle kişinin kendi gerçeğiyle karşılaşmasını anlattığını ısrarla belirtiyor. Yazarın niyeti önemli, ancak roman, Baydar’ın bu hayalini oldurabilmiş değil. Hatta Baydar’ın söyledikleri, romanın ‘görünen’ tarafı olsa bile, ‘gerçek’ değil.

Daha ileri giderek söylemek zorundayım ki, Baydar defalarca bunu vurgulayarak okurun algısına müdahil olmaya çalışıyor. Belli ki, romanının ‘Dersim romanı’ olarak lanse edilmesini istemiyor. Çünkü o zaman roman eleştiriye açık hale gelecek. Baydar’ın bu çabası, konjonktür romanlarının ve yazarlarının ortak bir özelliğini hatırlatıyor; siyasi mesajları felsefi söylemin ardına gizlemek. (Belirteyim, aslında eleştiriye açık hale gelen nokta romanın Dersim romanı olması değil. Aksine yakın zamanda tek tük de olsa iyi Dersim romanları çıkmış olması epey sevindirici.)

Oya Baydar, ‘o muhteşem hayatınız’ denilen hayatların aslında muhteşem olmadığını anlatmak istediğini söylüyor. Bunun tercümesi aslında şu: Dersim’le ilgili çizilen resim işin aslını yansıtmıyor. Roman kahramanı Diva’nın hayranı fotoğraf toplayıcısı, ‘görünene’ inanmak istiyor ve gerçekle karşılaştığında onu çarpıtarak yeni bir fotoğraf imal etmeye çalışıyor.

Dersim konusunda da ülkemizde aynısı yaşanıyor. Toplumca, Dersim gerçeğine değil, bize gösterilen (imal edilen) fotoğrafa inanıyoruz. Baydar okuruna fotoğrafın aslını göstermeye çalıştığını söylüyor. Ama burada kader yazara bir cilve yapıyor. Baydar hayır bu bir Dersim romanı değil, diye defalarca yineleyerek kendi fotoğrafını imal ediyor ve bizden o fotoğrafa inanmamızı bekliyor.

Bunu neden yapıyor? Belki ‘ideolojik’ ya da ‘siyasi’ mesajları ne kadar gizlerse, buradan gelecek soru ve eleştirilerden kendini o kadar sakınmış olacağından. Buralardan soru geldiğinde “evet ama bu soru ideolojik oldu” diyebilmek için. Nitekim, metin ideolojikse eleştirisi de ideolojik olacaktır… Metnin ideolojik olmadığına hep beraber ikna olursak bu noktadaki eleştiriler geçersizleşebilir ancak…

İdeolojinin boyunduruğu

Peki metin ideolojik mi? İdeolojisizliğin de bir ideoloji olduğu tartışmasına girmeden soruyorum bu soruyu. Çünkü bu romanın her satırında kanlı canlı bir ideoloji olduğunu görüyoruz. Roman, dünyaca ünlü bir opera sanatçısı olan Diva’nın hayatındaki sırlar üzerine kuruluyor. Aslında iki yaşındayken Dersim’den sağ kurtulan küçük kız çocuğunun orada görev yapan subay tarafından evlat edinildiğini ve özenle büyütüldüğünü daha ilk sayfalarda anlıyoruz.

Üç bölümden oluşan roman, üç ayrı anlatıcıya sahip; Diva, kızı Arya ve fotoğraf toplayıcısı. Burada epey bir karışıklık var; buna yazının ilerleyen bölümlerinde geleceğim. Toplayıcı’nın Diva’ya ulaşması ve elinde ona ait fotoğrafların olduğunu bildirmesiyle başlıyor hikâye. İlk bölümde büyük ölçüde Diva’yı tanıyoruz. İkinci bölümde, Diva’ya ve Dersim’e Arya’nın gözünden bakıyoruz.

Arya, Dersim’den bihaber, iki oğlu ve kocasıyla tipik orta sınıf hayatı yaşayan bir müzikolog. Bu bölüm de zaten onun bu ‘bihaber olma hali’ ve bundan ne kadar sorumlu olduğu meselesine odaklanıyor. Yapmayı istediği bir araştırma, biraz da tesadüflerin yardımıyla, onu Dersim’e sürüklüyor.

Üçüncü bölüm ise Toplayıcı’nın gözünden hikâyenin nasıl sonuçlandığını anlatıyor. Bu bölüm romanın ‘ideolojisi’nin tavan yaptığı bölüm. Çünkü burada Toplayıcı, Oya Baydar’ın mesaj kaygısına kurban gitmiş. Roman karakteri olma özelliğini yitirmiş, bir tipe dönüşmüş, karikatürize olmuş. Nitekim Baydar son sözde bunu da itiraf ediyor, tanıştığı bir ‘toplayıcı’dan esinlenerek bu karakteri yarattığını söyledikten sonra ekliyor:

“Roman kahramanına dönüştürürken onu o kadar kendisi olmaktan çıkarttım ki, saygısızlık olmasın diye adını vermiyorum.”

Bu noktada tartışmamız gereken bir şey var, o da yazarın karakterlerini şekillendirirken ne kadar ve nasıl eğip bükebileceği. Diyeceksiniz ki, karakter yazarın yarattığı bir şey değil mi istediği gibi eğer de büker de. Bir noktaya kadar bu doğru. Zaten sorun yazarın kahramanını ‘gerçek kişi’ye uygun çizmemesi değil. Roman gerçekliğine uygun çizmemesi. Unutmamak gerekiyor ki, yazarın sorumluluğu yalnızca kendine karşı değil, okura karşı da.

Yani yazar okurunu o karakterin davranışlarına ikna edemiyorsa, roman gerçekliği içinde o karakter ‘saçmalamaya’ başlıyorsa ve okur bir şekilde bundan rahatsız oluyorsa, yazarın bunu neden yaptığını sorgulama hakkına sahip. Toplayıcı’nın, Oya Baydar tarafından böylesi deforme edilmesinin altında, Baydar’ın ona yüklediği ‘temsiliyet’ var. Baydar bu ‘temsiliyeti’ görünür kılmak için ölçüyü kaçırıyor. Toplayıcı, hayranlık duyduğu Diva’nın Dersimli bir kız çocuğu olmadığını kanıtlamak için delirmişçesine fotoğraf imalatına girişiyor.

Yazının başına gidelim; Oya Baydar görünen ile gerçeğin uyumsuzluğunu vermek istemişti. Diva’yla ilgili (Dersim’le ilgili) gösterilen fotoğrafın ‘sahte’ olduğunu anlatırken, o fotoğrafın birileri tarafından imal edildiğini de söylemek istiyor yazar. Toplayıcı karakter değil, bir tip oluyor.

Aslında bu durum yalnızca Toplayıcı için geçerli değil. Onda göze sokulan ‘temsiliyet’, romanın öteki kahramanları için de geçerli. Diva’nın babası Subay, egemen ideolojiyi (devleti); Diva asimile edilmeye çalışılmış Dersimliyi; Arya da köklerinin farkında olmadığı gibi, tarihte neler olduğundan bihaber orta sınıfı temsil ediyor. Bir de Cansa var, o da aydınlanmış ve okura doğruyu gösteren Dersimli. Böyle baktığınızda taşlar yerine oturuyor.

Şimdi ister istemez edebi ölçütlerden karakterin inşası meselesi geliyor aklıma. Bu karakterlerin hepsi hani şu protestolarda eylemcilerin kartondan kesip yaptığı, sonra da yaktığı temsili politik figürlere benziyor. Aslında metnin ‘ideolojik’ olduğuna bundan daha iyi bir kanıt düşünemiyorum. Sadece Toplayıcı değil, bütün karakterler yazarın ‘ideolojik kaygılarına’ kurban gidiyor.

Sorun ideolojinin var olmasında değil, ideoloji-edebiyat ilişkisinde kimin kime hizmet etmesi gerektiğinin birbirine karışmış olmasında. Baydar’ın romanında edebiyat, ideolojinin boyunduruğunda sıkışıp kalıyor.

Kutsama ve şovenizm

Romanın sonunda “kimliğimizi oluşturan nedir?” sorusunu sormamızı istiyor yazar. Gerçekten de soruyoruz; Diva’yı büyük opera sanatçısı yapan nedir? Genetik mi, kültürel kodlar mı, eğitim mi? Yazar, en sonunda Diva’nın ağzından ‘hepsi birden’ demeye getiriyor.

Ama romanın bütününe bakınca Diva’ya bu muhteşem sesi armağan edenin genetiği ve kültürel kodları olduğunu söylüyor. Öyle ki toprağından iki yaşında kopmuş olmasına rağmen keman sesleri, Munzur’un havası, suyu, kokusu, dokusu Diva’nın belleğine yer etmiş, kimliğini o bilmeden belirlemiş gibi görünüyor.

Romanın ilk sayfasından itibaren yer yer karşımıza çıkan rüya bölümleri, Diva’nın belleğinde iz bırakmış ‘kökleri’ne ve katliam tanıklığının bilinçaltında hâlâ canlı olduğuna işaret ediyor. Hikâye bu noktada biraz mistik bir havaya bürünürken, inandırıcılığını da yitiriyor. 1938′den kalma fotoğraftaki dedenin kemanından çıkan ezgiyi duyabilmesi roman karakterinin ürpermesine neden olsa da bizde aynı etkiyi yaratmıyor.

Diva’nın sesinin ‘vahşi bir güzelliğe’ sahip olduğunu söyleyen Dersimli Cansa, Diva’yı ‘Diva’ yapanın genleri olduğunu da anlatmış oluyor. Buradaki ‘gen’ vurgusu bilimsel verilerle ilgili değil. Diva’nın ‘genlerinden’ doğan bu vahşi güzellik belli bir coğrafyaya bahşedildiği için olsa gerek, kulağa hayli şoven bir söylem olarak ulaşıyor:

“İnanılmaz bir ses, inanılmaz bir ruh. Konservatuvarların tekdüze klasik müzik eğitimi sesin doğallığını bozar çoğu kez. Büyük sesler vardır, terbiye görmüş, usulüne uygun sestir ama gürül gürül akan bir ırmağın coşkusunu, özgürlüğünü taşımaz. Alanınıza giriyorum, çizmeden yukarı çıkıyorum; annenizin sesinde o vahşi güzellik, özgürlük var. Yıllar süren ağır, gaddar ses eğitiminin, sahne gereklerinin, vahşi rekabetin gemleyemediği özgür bir renk var. Çevresi düzenlenmiş, betonla tahkim edilmiş, zapturapt altına alınmış Avrupa ırmakları karşısında Munzur neyse o.”

Munzur’un kazandırdığı vahşi, işlenmemiş, doğal ses fikri farklı farklı karakterlerin ağzından o kadar sık vurgulanıyor ki, bu cümlelerin yazara ait olduğunu düşünmekten başka çare kalmıyor. (Karakterler yine figüran.) Bu kadar çok yinelenmesi de mesajın okura ulaştığından emin olmak isteği olsa gerek. ‘Vahşi rekabetin gemleyemediği özgür renk’, Cumhuriyet’in tüm çabalarına rağmen ‘gemleyemediği’, ‘zapturapt altına alamadığı’, ‘terbiye edemediği’ coğrafyanın sesi aslında. Nasıl Toplayıcı, Diva’yı ‘cumhuriyet çocuğu’ olduğu için kutsuyorsa, Oya Baydar da onu Dersimli olduğu için kutsuyor.

Böyle bakınca yazar ile Toplayıcı arasında pek bir fark kalmıyor. Toplayıcı, Diva’nın fotoğraflarına bakarken inanmak istediğine inanıyor ve bu inanca uygun kanıt imal ediyor, Oya Baydar da bunu yapıyor.

Kanon desen değil…

Romanın içindeki fikirlere karşı olabiliriz. İdeolojinin göreli olduğunu söyleyenler, (görelilik eleştirilemez anlamına gelmiyor ama neyse) çıkacaktır. Ben bu söylemi bir ileri aşamaya götüreyim, ideolojik olarak eleştirdiğimiz bir roman da pekâlâ iyi bir roman olabilir. O zaman iyi roman ama, der ve fikriyatını eleştiririz. Tartışma içerik tartışmasına, ideolojik bir tartışmaya döner. Fakat, göreli olmayan başka bir şey var, romanı roman yapan biçimsel özelliklerinin değerlendirilmesi. Şimdi, O Muhteşem Hayatınız‘a bu pencereden bakacağım…

Aslında edebi ölçütlerden biri olan karakterlerin inşası sorununa yukarıda, ideoloji-edebiyat ilişkisi çerçevesinde girmiş oldum. Karakterlerin gerçekliğiyle ilgili bir sorun daha var. Üç bölüme ayrılmış romanda üç ayrı anlatıcı olmasına rağmen, anlatıcıların ikisinin söyleminde hiçbir değişikliğe rastlamıyoruz. Özellikle Diva ile Arya’nın anlatımları aynı ağızdan çıkmış gibi. Bölüm başlarına isimleri yazılmamış olsa, onları birbirinden ayırmamızı sağlayacak somut bilgiler de olmasa, anlatanın kim olduğunu çıkarmamız hayli zor.

Fakat, anlatıcı sorunu bununla kalmıyor. İlk iki bölümde farklı ‘font’la ana metinden ayrılmış “Toplayıcı’nın Not Defterinden” başlığını taşıyan bir alt bölüm daha var. Ana metnin içine serpiştirilmiş bu bölümler anlatımı gereksiz şekilde bölüyor. Sözgelimi Diva konuşurken Toplayıcı araya girmiş oluyor. En sondaki üçüncü bölümde Toplayıcı’nın anlatımı varken neden böyle bir şeye gerek duyulduğunu anlamak mümkün değil. Yazar bu defterle vermek istediklerini ana akışa yediremez miydi?

Anlatımdaki bölünme bununla da kalmıyor. Yine ilk bölümde italikle yazılmış bölümler var. Bu bölümler de Diva’nın rüyalarını ve bilinçaltını yansıtıyor ama üçüncü tekille yazılmış. Yani romanın ilk 196 sayfasında ana metin iki ayrı anlatım biçimiyle sürekli olarak bölünüyor.

İkinci bölümde anlatıcı Arya. Burada da Toplayıcı’nın defteri daha seyrek olmakla birlikte aralara giriyor. İtalik bölümler de devam ediyor. Peki hâlâ Diva’nın bilinçaltından mı sesleniyor italikler? Hayır. Bu kez Arya’nın iç sesi oluyorlar. Yine üçüncü tekil. 199′uncu sayfadan başlayan bu bölüm 446′ya kadar sürmesine rağmen, Toplayıcı’nın defteri ve italikler bizi 331. sayfadan sonra terk ediyor. Neden? Somut tek bir neden olabilir; Arya Dersim’e gidiyor. Dersim’e gitmesi, hadi Toplayıcı’nın defterine gerek kalmadığını düşündürebilir de, iç ses nereye gitti?

Arya, Dersim’deyken Cansa’ya (ona rehberlik eden Dersimli) âşık oluyor. Bu aşkı ve yaşadığı her şeyi anlatırken okura sesleniyor. Ama aralarda nedense bir anda okura seslendiğini unutup Cansa’ya dönüyor ve ‘sen’ diye anlatmaya başlıyor. Hangi anlarda ve neden okuru bırakıp Cansa’ya döndüğünü anlamak mümkün değil… Ancak acemi bir yazara yakışacak bu tür aksaklıkların editör tarafından düzeltilmemiş olması da şaşırtıcı. Teknik ayrıntı gibi görünen bu sorunlar, ülkemizde zaten üzerinde durulmadığını bildiğimiz ‘anlatıcı ses’ konusunda Oya Baydar’ın da pek düşünmediğini gösteriyor.

Hikâye toplayıcılığı

Bana göre bir metni iyi yapan en önemli özellik, içinden tek cümle bile çekip çıkarılamıyor olmasıdır. Hani kitap eklerinin tanıtım yazılarında anlamı üzerine pek de düşünülmeden sarf edilen o tarif vardır ya, işte ondan söz ediyorum; ‘sıkı dokunmuş bir metin’. O Muhteşem Hayatınız ise alabildiğine gevşek dokunmuş bir metin. İlmeklerin arasına elimizi sokabileceğimiz kadar gevşek.

Tekrarlar, bir süre sonra aynı cümle kalıpları şeklinde bile kendini gösteriyor. Yazar, okurunun zekâsına mı, yoksa kendi anlatım gücüne mi güvenmiyor? Bu ikisi de değilse sayfa sayısını arttırmak gibi bir amacı olduğunu düşünmek kalacak geriye…

Ben o doktora hiç gitmedim ama, öyle sanıyorum ki çok satan olmanın reçetesinde ikinci madde ‘kolay okunur’ olmak. Yanlış anlaşılmasın, burada edebi hazzın getirdiği bir akıcılıktan söz etmiyorum. Reçetenin önerdiği, dile özen gösterilmeyen, yazarın sırtını olay örgüsüne yasladığı ve merakı canlı tutacak formüllerden yararlandığı bir şablon. Herhalde Arya ile Cansa’nın birbirine âşık edilmeleri de bu şablonun gerektirdiği bir şey; çünkü romanda hayli eklektik duruyor.

Ama asıl mesele, edebiyatın dille yapıldığının unutulmuş gibi görünmesi. Bir metin hiçbir olay aktarmadan da sizi sarabilir, bunu diliyle yapar. Dil öyle başarılıdır ki, (olay yoktur belki ama bir mesele, bir felsefe ya da söylediği bir söz vardır) sizi içine çekiverir. Onu kana kana içmenizi sağlar. Oya Baydar’ın metni bu ikinciye değil, birinciye örnek oluşturuyor.

Ancak, edebi olacağı zannıyla kurulmuş ağdalı duygu tanımlamaları; felsefi olmaya çalışan diyaloglar, iç sorgulamalar; insana, hayata, coğrafyaya, kültüre ilişkin klişe söylemler, mesaj vermek için konulduğu çok belli pasajlar, kitabı akıcı yapmadığı gibi kolay okunurluğunu da hayli imkânsız kılıyor…

Birkaç örnek:

Fotoğrafları görmek, hele de teslim almak isteyip istemediğimden emin değilim şimdi. İçimde tuhaf bir duygu var; çocukluğumdan tanıdığım o kötü duygu. Tehlikenin nereden geleceğini kestiremeyen kıstırılmış av hayvanının çaresiz, şaşkın korkusu, göğsümün orta yerinde hıçkırıkla bulantı arası bir basınç, kaçıp kurtulma ihtiyacı.

Böyle bir ‘ruhsal durumu’ tarif et denilse, herhalde hepimizin aklına ilk gelecek benzetme, ‘kıstırılmış av hayvanının çaresizliği’ olacaktır. Hıçkırıkla bulantı arasındaki basınç ise her ne kadar fiziksel bir tarif olsa da, okurda karşılığı var mı, sormak gerek.

Çocukluğumdan beri hep kenarında durduğum, derinliklerine korkuyla baktığım, içine bir kez düşersem bir daha çıkamamaktan ürktüğüm büyülü masal dünyasına açılan o kuyu ağzı. Aradığım neydi? Hiçliğe teğet dinginlik hali, kendi sesimi sadece kendim dinleyeceğim mutlak sessizlik. Neden?

Sahiden neden? Neden ‘hiçliğe teğet dinginlik hali? Neden ‘büyülü masal dünyasına açılan o kuyu ağzı’? Neden ‘kendi sesimi sadece kendim dinleyeceğim mutlak sessizlik’? İtiraf etmeliyim, bu imgeleri, bu ağdalı bezemeleri ben anlamıyorum…

Felsefeyi ise bazen felsefecilere bırakmak gerekebilir gerçekten:

Bir insan kaç insandır aslında? Onu tanıyanların sayısı kadardır bence. Hangisi gerçek ‘o’dur? İnsanın kendisi bile bilemez bunu. Tek insan bile çoğuldur belki; hem kendi, hem başkası.

Son olarak söz konusu bölgeye ilişkin klişelerden yalnızca biri:

Haritalarda, yol tabelalarında gördüğümüz yer adları bile gerçek değildir Dersim’de. Tarih kitapları, resmî belgeler –tabii gizli belgeler hariç-, masallar, efsaneler, kulağa fısıldananlar bile gerçeği çarpıtır. Bir tek türküler, ağıtlar, ninniler, semahlar yalan söylemez.

Bu cümleleri okuduğumda düşündüğüm tek şey var, artık Dersim’e daha içeriden bakan, tıpkı türküler gibi yalan söylemeyen ‘gerçek’ cümlelere ihtiyacımız var.

***

O Muhteşem Hayatınız‘ı elime aldığımda önyargılıydım. Ama önyargımı kırmaya da gönüllüydüm. Kim istemez şöyle güzel bir roman okumayı? Ama hemen ilk sayfalarda önyargımın hiç de yersiz olmadığını gördüm. Tanıtımlardan romanın hikâyesini biliyordum ve bir arkadaşıma demiştim ki; Diva çocukken onu evlat edinen subayın tecavüzüne uğrarsa şaşırmayacağım. Subayın olmasa da emir erinin tecavüzüne uğradığını ‘rüya anlatıları’ kısmında 50. sayfada gördük. Oya Baydar da kendini alamamış bu ‘klişe’ye başvurmaktan.

Klişe demem, yaşanan acıyı küçümsemek istememden değil. Ama bugün artık acının ‘kullanım değeri’ o kadar ayağa düştü ki, klişe oldu. Tecavüze uğrayan küçük kız hikâyesi olmadan Dersim anlatılamaz sanılıyor. Üstelik bu hikâyelerin alımında ve satımında hayli pervasız davranılıyor.

“O Muhteşem Hayatınız”ın bir yerinde Cansa, şöyle diyor Arya’ya, “Hikâye deme bir daha. İnsan hayatları, binlerce, on binlerce insanın hayatı…” Galiba bunu en çok yazarın kendi kendine söylemesi gerekiyor… O söylemeyince, iş okura düşüyor.

Irmak Zileli

Mesele Dergisi, Aralık 2012

 

Facebook
yorumlar ... ( 3 )
19-12-2013
20-12-2013 08:56 (1)
Mesele dergisinde yayınlandığında okumuştum. Dergilerin satış rakamları düşünüldüğünde, insanbu.com'da da yayınlanması çok yerinde olmuş. Özgür Coşar
20-12-2013 19:11 (2)
Hakikaten de acının "kullanım değeri" yerlerde... Romanı okurken hissettikleriniz ve saptamalarınız ne kadar da tanıdık; tercüman olmuşsunuz, çok teşekkürler Şule Süzük Toker
21-12-2013 20:24 (3)
Kedi romanları ilgiyle okuduğum ve fakat kedi de olsa bir hayvanın bu derece kutsanmasını mısırlılara bırakmak gerektiği görüşünde olduğumdan eski oya ablamızdan pek birşey kalmamış gibi gelmişti. Erguvan kapısını okuyunca orhan pamuk un eline su dökmesini hiç yakıştıramadığım için artık okumuyorum. hiç değilse anılarımızı örselemiyelim diye düşünüyorum..anladığım kadarıyla haklıyım..Y.Bodur..
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211422
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.