Gözlerindeki sır
Adalet ıssız bir ada gibi ancak biz gerçek dünyada yaşıyoruz…
Bu sözler toplum olarak yaşam pratiğimizde her zaman karşılık bulmuş, günlük yaşantımızda bile sıklıkla aklımızdan geçen bir gerçeği anlatıyor. Bu yazıya vesile olma nedeni ise Arjantin-İspanya yapımı ‘Gözlerindeki Sır ‘ filmini hatırlatmak. Yeni bir film değil ancak konusu itibariyle sanırım sonsuza kadar yeni vizyona girmiş bir film gibi izlenebilir.
Bu yazıyı filmin sonundan başlayarak yazmayı çok isterdim ama izlemeyenlere gerçekten haksızlık etmek istemem. Film 25 yıllık bir zaman diliminde geçiyor ve birden fazla başlangıcı ve sonu var aslında. En sonda verilmek istenen duygu da ancak filmin bütünü izlendiğinde hissedilebilir gibi geliyor bana. Süre olarak filmin sonuna geldiğinizdeyse aslında bu filmin hiç bitmeyeceği hissine kapılıyorsunuz. O yüzden her başlangıç ve sonda anlatılmak istenen ortak düşünceyle başlıyorum : ‘Adalet ıssız bir ada gibi ancak biz gerçek dünyada yaşıyoruz’.
2010 yılı En İyi Yabancı Film Oscarı ödülü almış Arjantin-İspanya yapımı film. Yönetmeni Juan José Campanella. 70'li yıllar, Arjantin, İspanya gibi ülke adları geçince devlet teröründen, suç, ceza, adalet, özgürlük kavramlarından bahsedecek bir film izleyeceğimizi anlıyoruz ancak filmde insana dair çok daha fazlası var.
Filmi 25 yıl sonra yaşadıklarını yazmaya çalışan bir emekli sorgu müfettişinin anlatımıyla ve yaşadıklarıyla izliyoruz. Bugünle geçmiş arasında yolculuk yaparak. İnsanın geçmiş hesaplaşmaları, geleceğe hafızalarımızda taşımak istediklerimiz, mahkûm olduklarımız, yaşamımızı sürdürebilmek için sonuçlarını olduğu gibi kabullenmemiz gereken ya da mutlaka değiştirmemiz gereken yaşanmışlıklar ağır bir düşünce bulutu oluşturmuş. Geçmişin dallanıp budaklanmasından bahsediliyor. Bildiğimiz geçmişe mazi derler anlayışının yanında geçmişin dallanıp budaklanması diye bir kavramla karşılaşıyoruz. Geçmişin dallanıp budaklanması…
Genç bir kadının eril şiddet tarafından tecavüz ve şiddet uygulanarak öldürülüşüyle başlıyor. Dünyanın sadece kadın olmakla adaletsizliğe mahkûm olduğunuz bir yer olduğu gerçeğini görüyoruz önce. Zaten yeryüzünde adalet diye bir kavram doğduğuna göre mutlaka insana ait bir şiddet unsuru olmalı. Doğanın adil olup olmadığından söz etmiyoruz örneğin. Bir sorgu müfettişi görevlendiriliyor cinayeti aydınlatması için. İzleyiciyi şaşırtmadan, fazla bekletmeden suçunu hemen itiraf eden suçlular bulunuyor önce. Adaletin adaletsizce dağıtılabildiğini, yine bazılarının sınıfsal ve bu kez doğdukları coğrafyanın belirlediği bir başka adalet anlayışına mahkûm olduğunu görüyoruz. Dosyalar açılıyor dosyalar kapanıyor. Bulunan suçlular suçlu olmaktan çıkıyor, güçlüye dönüşüyor. Bizim de bildiğimiz hem suçlu hem güçlü olma durumu ama filmde mecaza yer verilmemiş.
Erkeğin fiziksel olarak güçlü ama bir o kadar aciz oluşu filmin kilit noktalarında karşımıza çıkıyor. Erkekliğe ait sahip olman gerekenlerin sorgulanması söz konusu olduğunda en olmayacak çözülmeler. ( Bunun açıkça yönetmenin aktarımı olduğunu, benim izlenimim, buraya yazdığım düşüncelerim olmadığını özellikle belirtmek isterim yorumlarınızda yer vermek isterseniz önce filmi izleyin isterseniz )
Film insanın bir başkasının yaşamı için en fazla ne yapabileceğini, başka yaşamlardan sorumlu olmak gibi insan olmanın en belirleyici unsurlarını her sahnede etkileyici bir şekilde sorguluyor. Filmin son sahnesini anlatmamda sakınca yok aslında, öldürülen kadının eşi sorgu müfettişine yıllar sonra karşılaştığında ‘’bana müebbet yatar demiştin ‘’ diyor.
Film aynı zamanda da baştan sona karşılıklı duyguların açıkça ifade edilmediği, yıllar geçse de vazgeçilmeyen derin bir aşkı anlatıyor…
Dediğim gibi film bir vizyon filmi değil. Ama anlatmak istediklerinizi birileri çoktan ve sizin yanınızdan geçemeyeceğiniz şekilde anlatmışsa bağlantı vermek daha anlamlı gibi.
Emel Sakınç