20’nci yüzyılın bir eleştirmen olarak portresi: Marcel Reich-Ranicki

Son yıllarında kendisine ölüm sorulduğunda, ateist bir Yahudi olduğunu belirtiyor ve “Metafizik bana uzaktır. Ama benden sonra dünyanın nasıl olacağını doğrusu çok merak ediyorum. Haftalık Der Spiegel’in, Die Zeit’in ölümümden sonraki yeni sayılarını göremeyeceğim için üzülüyorum mesela” diye konuşuyordu. Ölüm, ona göre, tuhaf bir sevimsizlikti. Marcel Reich-Ranicki, son dönem Alman edebiyatının en popüler ve en korkulan eleştirmeniydi; bir tür “pop yıldızı”. Kitapları milyonlar satan Polonya asıllı bu Alman eleştirmen- uzun bir hastalıktan sonra 18 Eylül 2013’te, 93 yaşında, öldü. Acı yüklü bir öyküyle bağlandığı karısı Teofila da iki yıl önce sonsuzluğa göçmüş ve bir dönemin en korkulan eleştirmeni, sokakları şair ve yazar isimleri taşıdığından “Şairler Mahallesi” (Dichterviertel) diye bilinen Frankfurt’un görece iyi hallilerin oturduğu bir semtindeki evinde yalnız kalmıştı. Ölümü bekliyor, gücü yettiğince de okuyordu.

İnanıılmaz bir edebi enerjiydi taşıdığı. Uzun süren hastalığının son gününde, ölümünden iki saat kadar önce, kendisini yattığı bakımevinde ziyaret eden Frankfurter Allgemeine Zeitung yöneticilerinden ve Alman fikir dünyasının sağa yakın ama gerçekten ilginç yazarlarından Frank Schirrmacher'in  “Sayın Ranicki, Günter Grass yine bir şeyler karıştırıyor, size ihtiyacımız var” sözleri üzerine gözlerini açıp yatağında doğrulmak istediği de ajanslar üzerinden ilgili kamuoyuna yansıdı. Bu delicesine sevgiyi ve enerjiyi, bizde belki Nurullah Ataç’a benzetebiliriz. Tabii yaşlarını ve yaşadıkları zamanı değil.

Başka bir şeydi.

Başka bir adamdı.

Bizden kaçan, ama bizden parçalar taşıyan bir yazardı...

İlginç olmanın çok ötesindeydi; resmen “ölüme kiracı” bir yaşam savaşından çıkıp gelmişti buralara. Marcel Reich-Ranicki, kapatıldığı Varşova gettosundan Teofila ile birlikte kaçmış, ikisi de yeraltında yıllar geçirerek Nazilerin elinden kurtulmayı başarmışlardı. Kızıl Ordu’ya ve Polonyalı komünistlere şükranlarını yıllarca iktidardaki partiye üye olup bu arada sosyalist Polonya istihbaratı için çalışarak ödediğine inanmıştı. 38 yaşında Batı Almanya’ya kaçtı ve burada bir edebiyat eleştirmeni olarak yaşamayı seçti. Popüler yazıları ve kitapları sayesinde iyi para kazandı, aradığı refaha ulaştı.

Çift dilliydi. Polonyalı bir Yahudi ailenin oğluydu. 1920’de Wloclawek’te doğmuş, ama 9 yaşında geldiği Berlin’de büyümüştü.  Liseyi burada bitirirken Hitler iktidardaydı. 1938’de kız kardeşi dışında hepsini toplama kamplarında yitireceği ailesiyle birlikte Polonya’ya gönderildi ve burada kitaplarla filmlere konu olan inanılmaz bir yaşam deneyiminden geçti. Varşova gettosunda, daha sonra eşi olan Teofila ile trajik karşılaşması ve ona unutulmaz bağlılığı da bir tür modern destan olarak yeni Alman tarihindeki yerini aldı: Genç Marcel, aynı yaştaki Teofila’yı gettoda kendisini asan babasının cesedi tavandan sallanırken çaresiz bir halde bulmuştu. Marcel’in annesi bu kıza sahip çıkmasını söylemişti. O da, annesinin toplama kampında ölmeden önce kendisine emanet ettiği bu kızı 2011’deki ölümüne kadar hiç bırakmadı. İki genç, gettodan kaçtılar ve Polonyalı bir matbaa dizgicisinin kömürlüğünde yıllarca Kızıl Ordu’nun zaferini beklediler. Polonyalı dizgici, içkili zamanlarında, “Avrupa’nın en güçlü adamı bu iki genci ölüme mahkum etmiş, ama ben de yaşamalarını istiyorum, bakalım hangimizin dediği olacak?” diye konuşuyordu. Bir kömürlükte geçen bu ölüm-kalım yıllarını Reich-Ranicki televizyonlarda çok sık anlattı, üst üste baskılar yapan kitaplarında da işledi. Sadece 1999'da yayımladığı otobiyografi “Mein Leben” (Hayatım) 1.2 milyonu aşan bir satışa ulaştı.

 

Edebiyat eleştirisinde bir kurumdu

Almanya’nın her yazdığı büyük bir iştahla okunan, en korkulan, en fazla izlenen, bu nedenle de en çok nefret edilen edebiyat eleştirmeniydi. Alman edebiyatı gibi “ağır bir edebiyat” içinden böyle bir pop yıldızının çıkmasına uzun süre bir anlam verilemedi. Ama yazdıklarının anlaşılırlığı, derin kültürü ve hem yazarları hem de yapıtlarını yerin dibine batırmaktan ya da göklere çıkarmaktan çekinmeyen tarzıyla bir kuruma dönüştü. Gazete dünyasının dışında, enerjik tavrıyla da milyonları ekran başına bağlıyordu. Nitekim “Das literarische Quartett” (Edebiyat Dörtlüsü) adlı 1988’de başladığı ünlü televizyon programını 2001’e kadar sürdürdü. Sonra da “solo” programlar yaptı.

Marcel Reich-Ranicki, İkinci Savaş’ın ardından sosyalist Polonya’da Lehçe yazılar yazarken, tercümeler de yapıyor, bu arada Almanca yazılarını da Alman Demokratik Cumhuriyeti’ndeki edebiyat dergilerinde yayımlıyordu. Ama 1950’lerin ortasından itibaren sosyalizmle arasına kara kedi girmiş, üyesi olduğu partiyle de bozuşmuştu. Suçun “KP”de değil kendisinde olduğunu, çünkü kendisinin komünizm ideallerinden uzaklaştığını dile getirmekten hiç çekinmedi. Zaten Polonya’da çok büyük baskılar gördüğünü de söylemedi. Kızıl Ordu’ya ve Polonya’daki sosyalist rejime kendisinin ve karısının hayatını borçlu olduğunu da ömrünün son yıllarında bile rahatça ifade edebiliyordu. Yine de sosyalizmin kuruluşundaki birçok sıkıntıya gelemedi. Yeteneklerini paraya çevirebileceğine inanıyor, sosyalist rejimdeki “darlıklara” tahammül edemiyordu. 1958’de gittiği Hamburg’dan Polonya’ya dönmedi ve komünist ideallere artık inanmadığını, “Alman edebiyatı üzerine yazarak yaşamak için” Federal Almanya’ya yerleştiğini ilan etti. Karısı ve 1948’de doğan oğlunu da daha sonra yanına aldı. Önce haftalık Die Zeit’ta sonra da Alman sağının en etkili ve yaygın “aydın”  gazetesi Frankfurter Allgemeine Zeitung’da edebiyat bölümünü yönetti. İlgiyle izlenen ve sağın sınırları dışına çıkan anlayışıyla solun da yakın takibe aldığı, çok okunan sayfalar yaptı, büyük ün kazandı. Oradan radyo ve televizyona geçti.

Thomas Mann ve Bertolt Brecht hayranıydı. Avrupa edebiyatının hümanist kaynaklarına, sol dünyanın öncülerine, kendisi 40’ından sonra o dünya ile arasına politik çizgi çekmiş bile olsa, sevgisini hiç gizlemedi. Yazarlığı süresince büyük saygı duyduğu Anna Seghers başta olmak üzere Doğu Alman yazarların kitaplarına da sık sık yer ayırdı.

 

“Küçük kavgaların büyük kavgacısı”

Geçen yüzyılın bütün risklerini ve iniş çıkışlarını üzerinde taşıyan, her yazdığı okunan, konuşmaları ilgiyle izlenen bir eleştirmeni, eski bir komünist, dinsiz bir Yahudi olarak bu dünyadan ayrıldı. Tezleri ve değerlendirmeleriyle gerçekten de çok ilginçti. Kötü bir dünyadaki tek ve en büyük iyiliğin edebiyattan geldiğine iman etmişti. Bir yapıtı açıkça reddedemeyenin, eleştirdiği kitaplar karşısında “hem iyi, hem kötü” diye nabza göre şerbet verenin edebiyat eleştirmenliğini değil eczacılık, bankacılık gibi başka meslekleri seçmesi gerektiğini, eleştirmenin en büyük özelliğinin “yerme ve övme cesareti” olduğunu savunuyordu.  Risk alamayana ve yazdığını okutamayana hiç acımıyordu.

Eleştirmen olmak hiç kolay değildi bu Polonyalı Alman edebiyatı uzmanı için. Eleştirmenin az iki yabancı dil bilmesi, Fransız, İngiliz, Amerikan ve Rus edebiyatlarının yanı sıra felsefe, sosyoloji ve siyasette de dolu olması, bunların yanı sıra risk alabilecek cüreti de taşıması gerektiğini söylüyordu. Bir yazar ve kitabı üzerine zar atamayan, yargısını temellendiremeyen, ama tüm bunları “Adornolar falan gibi” anlaşılmaz değil anlaşılır bir dille yapamayan, Marcel Reich-Ranicki'ye göre eleştirmen kumaşı taşımayan, mutlaka başka bir meslek seçmesi gereken adamdı. Ama asıl önemlisi, eleştirmenin, tüm bilgi yükü ve bakış tutarlılığını, yeni bir dehanın kitabı önüne geldiğinde unutması gerektiğine de dikkat çekiyordu. Ona göre, edebiyat ve eleştiri denilen macera da zaten orada yatıyordu.

Bu komünizmi reddederek Batı’ya geçen yazar, aslında eleştirmen kimliğini, Polonya’da 20’li yaşlarını geçirdiği, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, Kızıl Ordu’nun zaferinden sonra sosyalizm kurulurken Georg Lukacs’ın etkisi altında biçimlendirmişti. Nitekim Junge Welt gazetesinde Gisela Sonnenburg, akıl dolu bir kısa denemesinde, bu keskin zekalı ve sivri dilli eleştirmenin, aydınca düşünmeyi “Büyük Macar” Lukacs sayesinde elde ettiğini hatırlattı.

Otobiyografisini çevirmek ve belli başlı yapıtlarından seçmelerle kalınca bir kitabını yayımlamak, Türkçenin sıkıntılı ve sığ edebiyat dünyasına belki mütevazı boyutlarda bir tür vitamin katkısında bulunabilirdi. Ama galiba henüz bir şey yok. Neyse...

Marcel Reich-Ranicki üniversiteye hiç gidemedi, ama uzun ömrünün ilerleyen yıllarında birçok üniversiteden onur doktoraları ve sayısız ödül aldı, kendisine “profesör” diye hitap edildi. 1938’de kovulduğu Berlin’de, soykırımın ne olduğunu, son kez 2011 yılında ve Alman Meclisi’nde anlatabildi.

Sonuçta, bu dünyadan Türkçe edebiyatın Nurullah Ataç-Hüseyin Cöntürk çizgisinden bu yana büyük eksikliğini çektiği, reddetmeyi ve övmeyi iyi bilen bir edebiyat delisi, “küçük kavgaların büyük kavgacısı” Polonyalı bir Alman eleştirmen, Marcel Reich-Ranicki de geçti.  Osman Çutsay

Fotoğraf wikimedia.org dan

Facebook
yorumlar ... ( 1 )
25-09-2013
26-09-2013 09:05 (1)
osman çutsay'ın yazısı edebiyatımız için çok önemli. bana okuttuğunuz için çok teşekkür ederim. herkese gerekli bir yazı. sydney'den dostlukla. nihat ziyalan
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210992
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.