Postmodern yazının 27 Mayıs uydurması (Hamdi Koç’un “Çıplak ve Yalnız” kitabı üzerine bir inceleme-3)

Postmodern yazının 27 Mayıs uydurması

(Hamdi Koç’un “Çıplak ve Yalnız” kitabı üzerine bir inceleme-3)

Yöntemsel bir güçlüğümü yazmak zorundayım. Her kalıba giren, her yere yayılan ironi bulamacından oluşan bir monoloğu neye göre eleştirebilirim? Ortaçağın çoktan yitip gitmiş romanslarının doğaüstü efektleriyle çeşitlendirilerek yeniden üretildiği gotik anlatıların günümüzdeki bir örneğini hangi ölçütlere göre değerlendirebilirim?

Bu arayış içinde, “Kötülük Üzerine Bir Deneme”ye bile başvurdum. Aradığıma benzer bazı şeyler de buldum. “Hortlaklara ve vampirlere düşkünlüklerine rağmen”, diyordu Terry Eagleton, “genelde, postmodern kültürlerin kötülüğe dair söyleyecek çok sözü yoktur. Bu belki de postmodern erkek ve kadının –havalı, bağımsız, kaygısız ve merkezlerinden edilmiş insanın- gerçek yıkımın gereksindiği derinlikten yoksun olmasındandır. Postmodernizm için uğruna savaşacak fazla bir şey yoktur.”[i] Buradaki “havalı, bağımsız, kaygısız ve merkezlerinden edilmiş insan” Hamdi Koç’un “Çıplak ve Yalnız” kitabının anlatıcısına pek uyuyor. Biraz hafif kaçmakla birlikte, her şeyi inançsızlıkla damgalayan ironik tutumunun yüzeyselliğini açıklıyor. “Hortlaklara” ve cesetlere pek düşkün Hamdi Koç’un uzun monoloğunda hiçbir değeri ve inancı olmayan bir kişinin her türlü çirkin davranış ve düşüncesinin meşrulaştırıldığını okuyoruz. Eagleton’ın, Golding’ten, bir roman kahramanından yola çıkarak, kötülüğe ilişkin vurguladığı şu özellik de, Mesut’un kaypak kişiliğinde vardır: “diğer insanları kendi çıkarının ya da keyfinin nesneleri olarak kullanır.”[ii] Kötülük düşüncesi, çoğunlukla ölümle ilişkilidir; “ölüm vücudu anlamsız bir madde parçasına indirger. Ölüm maddeselliğin ve anlamın ayrışmasını temsil eder.”[iii] Bizim yazıcımız ise, baştan buna bulaşmıştır; o bir ölü yazıcıdır. Ölümün, yaşamı bitirerek, insanı “anlamdan ayrışmış” bir madde yumağına indirmesi trajik gerçeğinin tersini yazmaktadır; yazıcımıza göre, yaşayan insanların duyarlılıkları, incelikleri pek sınırlıyken, bir kurşunla kafası parçalanmış tefeci amca, “öldüğü halde mutsuz” olacak ölçüde duyarlıdır ve anlamlıdır.

Hamdi Koç, hayatın anlamlarını aşağılarken, insan için bütün anlamların bitişi demek olan ölümü yüceltir, anlamı ölüde arar. Kitabını hayaletler, ruhlar, iskeletler, perili evlerle doldurur.  Yaşam-ölüm diyalektiğinde bakarsak, toplumsal bir varlık olan insanda bu iki niteliğin çatışma içinde birliğini görürüz. Ölüm ile yaşamın tek bir bireydeki çatışmasıyla sınırlı değildir bu, insan canlılığının ortaya konuşunun, işlevlerinin yerine getirilişinin çerçevesi içinde baktığımızda toplumsal anlamda da yaşamın esirgendiği insanlar, sınıflar gerçeğiyle karşılaşırız. Eşitsizliğin temel olduğu uygar toplumlarda, yaşarken, aslında ölünün varlık koşullarına daha çok benzeyen koşullara mahkûm edilmiş insanlar vardır. Bunun bütünüyle toplumsal bir sınıfın, emekçilerin varlık koşulları haline getirildiği sistemler kurulmuştur. Köleci sistemde, köle yaşamanın ölüden farkı ne kadardı? Bertolt Brecht, “Lukullus’un Yargılanması” oyununda, ölüler ülkesinde kurduğu mahkemeye, bizim dünyamızdan bir tek köleleri gönderir. Ölüler ülkesine dünyadan bir tek kölelerin gidebileceğini, çünkü onların zaten dünyada da “yaşarken ölü” olduklarını yazar.[iv] Günümüz Türkiye’sinde, eski Roma’nın kölelerini aratmayan koşullarda çalıştırılan inşaat işçileri, 6 Eylül 2014 günü, Mecidiyeköy’daki gökdelen inşaatının asansöründe, 22. Kattan yere çakıldıklarında, her gün önünden geçtikleri bu gerçeğe biraz yakından bakmak zorunda kalan gazeteciler, inşaat duvarına kırmızı harflerle yazılmış şu cümlenin fotoğrafını çekmişlerdi: “YAŞIMI SORMA BANA YAŞAMADIM Kİ.”

“Çıplak ve Yalnız”da, yaşayanların önemsenmesi yerine hortlakların, toplu mezarların, ruhların başköşeye alınması Hamdi Koç’a bir özgünlük kazandırmaz, postmodern kültürün genel bir eğilimine uymaktadır yalnızca. Eagleton, bu eğilimi şöyle açıklar: “Postmodern kültürün yüzü gözü açılmış duyarlığı artık cinsellikte şaşırtıcı bir yan bulamıyor. Bu yüzden de yüzünü kötülüğe çeviriyor ya da en azından dürüstçe kötü diye algıladığı şeye: vampirler, mumyalar, çürüyen cesetler, histerik kahkahalar, şeytani çocuklar, kanlı duvarlar, garip renkli kusmuklar vesaire. Bunlardan hiçbiri kötü değil elbette; sadece iğrenç.”[v] Yeni ortaçağın gotik romanslarının estetiği mi demeliyiz buna; “Çıplak ve Yalnız”da, şaşırtıcı bir biçimde hepsinden bolca var.

Armutla taşı karşılaştırmak

Başlarken vurguladığım yöntemsel soruna, “Çıplak ve Yalnız” kitabını eleştirmeye girişirken şöyle bir cevap bulmuştum. “Çıplak ve Yalnız”dan kimi bölümceleri, gerçekçi yazar Orhan Kemal’in romanlarının benzer konulu bölümceleriyle karşılaştırmak bir yol olabilirdi.

Sözgelimi, “Çıplak ve Yalnız”daki bir sevişme anlatımıyla Orhan Kemal’in “Bereketli Topraklar Üzerinde” romanından, Pehlivan Ali’yle Fatma’nın sevişme sahnesinin karşılaştırılması. İnsani bakış açılarını, canlandırma özelliklerini ayrıştırarak, birbirine bütünüyle karşıt iki yazma ve yazarlık niteliğini gösterebileceğimi düşünmüştüm. Ama çalışmayı ilerlettikçe bunun, derdimi anlatmakta yetersiz olacağını gördüm.

Orhan Kemal, gerçekçi bir yazar olarak, roman kişilerini içinde oluşup geliştikleri koşullar içinde çizer; duyguları ve davranışları bu koşullara bağlı olarak gelişir. Kişiler tutarlı ve kişiliklerine uygun eylemde bulunurlar. Her hareketlerinin toplumsal bağları ve sonuçları vardır. Hamdi Koç’un kitabında ise, anlatıcının bütünlüklü bir kişiliği yoktur. Neyi, neden eylediğini sorguladığımızda eylemlerinde herhangi bir tutarlılık gösterilmez. Eylemlerinin nedensellik ilişkileri kurulmaz. Davranışlarında, düşüncelerinde kaprisli bir kişinin her an her şeyi yapabilecek keyfiliği vardır. Bu keyfiliğin değişmeyen niteliği, Eagleton’un kötülükle ilişkilendirdiğini gördüğümüz, Mesut’un ilişkide bulunduğu bütün kişileri nesne konuma indirgiyor olmasıdır. Birbirine 180 derece zıt bu iki tutumu aynı düzlemde buluşturmak boş bir çabadır. Bu durumda Hamdi Koç’la Orhan Kemal’i karşılaştırmak elmalarla armutları toplamak gibi bir şeydir. Hayır, bu da değil, en azından elmayla armudu meyve türünde ortaklaştıran özellikleri var; bu iki yazarın eserini karşılaştırma olsa olsa armutla taşı kıyaslamaya benzetilebilir.

27 Mayıs’ı DP’nin gözünden yazmak

Yöntemsel arayışımı sürdürürken, “Çıplak ve Yalnız”ın konusuyla ilgili de araştırmaya giriştim. Kitapta sözü edilen tarihsel, toplumsal olaylar ve bunların gerçekliklerinin sorgulanması bir çözüm olabilirdi. Postmodern yazarların, böyle bir eleştiriye, pek üst perdeden bir savunmaları var. Geçenlerde, Semih Gümüş’ün, birdenbire ortaya atılarak, Elif Şafak’ın yeni kitabının tarihsel ve mimari gerçeklerle bağdaşmadığını gösteren Mehmet Berksan’ın eleştirisine[vi] verdiği cevap türünden bir klişeyle karşılık verirler: “Bu bir kurmaca, yazar istediğini yazar, gerçeklerle onu yargılamaya ne hakkınız var.” Oysa Mehmet Berksan, Süleymaniye Camisi’nin boş bir “arsada” inşa edilmediği, hamamın kazan dairesi değil, “külhan”ı olduğu ve benzeri gerçekleri anımsatmıştı bilimsel bir dille. Semih Gümüş, ona sen mimarsın, işine bak, “kurmaca” bir şey olan “yazın”ı anlamak, açımlamak bizim işimiz demeye getirmişti. Egemen edebiyat sisteminin iktidar köşelerini tutmanın küstahlığıyla, ölü yazıcıların estetik değerini yalnız kendilerinin anlayacağına, uzman olmayanların bu konuda konuşmaya hakları bulunmadığına herkesi ikna ettiklerini sanırlar. Bizim edebiyat eserini gerçeklerle karşılaştırarak yargılamamızı yasaklamaya çalışırlar. Oysa onların, “kurmaca”larında ironinin kaygan tülü altında bütün yaptıkları da, gerçekleri işlerine geldiği gibi göstermek, tarihi çarpıtmaktır. Tarih yazıyorum diye, egemen sınıf açısından çarpıtılmış bir tarihi, bu konuda yeterli bilgisi ve araştırma olanağı bulunmayan okurlara benimsetmeye çalışırlar.

“Çıplak ve Yalnız”da hayaletler, toplu mezarlar, ruhlar cirit atarken, araya bu atmosferle hiç de bağdaşmayan bir biçimde 27 Mayıs İhtilali ile ilgili parçalar serpiştirilmiştir. Kitap kurmacadır ama nedense 27 Mayıs üstüne, gerçek kişilerle ilgili, sağcıların sık sık tekrarladıkları savlar gerçekmişçesine sunulur. İronik anlatının ironik olmayan bölümleridir bunlar. Buralarda “kurmaca” dramatik, romantik bir anlatım sergiler.

Mesut, Ünye’de ölü gömme ve mirası üstüne geçirme işleriyle uğraşırken, Ankara’daki tiyatro oyuncusu karısıyla telefon görüşmesi yapıyor. 27 Mayıs’ın üstünden bir iki hafta geçmiştir. Karısı DP’li bakan Fatin Rüştü Zorlu’nun yakın arkadaşıdır ve onların tutuklanırken dövüldüklerini söyler. (s.150) Başbakana kimin el kaldırabildiğini soran Mesut’a şöyle cevap verir: “Herkes. Nerede it kopuk varsa hepsi. Havalimanında, Harp Okulu’nda, her yerde. Uluorta. Harp Okulu’na götürdüklerini otobüsün kapısından okulun kapısına kadar dizili iki sıra askerin arasından yürütmüşler. Askerlerden sıra dayağı yiye yiye yürümüşler kapıya kadar.” (s.151) Yazar, kitabın tarihsel zamanında belirleyici bir yer tutan 27 Mayıs’a Fatin Rüştü’nün yakın arkadaşı tiyatro oyuncusu kadının gözünden bakmakla yetinmiştir. Bu nedenle 27 Mayıs, iktidardan düşürülenlerin bakış açısıyla, “askeri bir baskı ve zulüm dönemi” olarak tekyanlı biçimde yazılmıştır.

Gerçekler çok yanlıdır. Sinan Onuş, çok yanlı 27 Mayıs gerçeğini ortaya koyabilmek için bir kitap yazmıştır: “Parola: İnkılap, 27 Mayıs’ı Yapanlar Anlatıyor”. Sinan Onuş’un 27 Mayıs’ı yapan subaylarla görüşerek hazırladığı kitapta, Hamdi Koç’un uydurduğuna benzer bir sahneye rastlamıyoruz. İktidar mensupları topluca mı tutuklanıyor, bunu yazmıyor. Ama başbakanla cumhurbaşkanı ayrı ayrı tutuklanıyor. Menderes Eskişehir’den Kütahya’ya giderken askeri jetle izleniyor ve Kütahya’da tutuklanıp Ankara’ya getiriliyor. Çankaya köşkünden Celal Bayar’ın tutuklanması sırasında askeri birlikler arasında çatışma kıl payı önleniyor. Hamdi Koç’un kitaptaki kişisinin, “nerede it kopuk varsa hepsi” diyerek tanımladığı ihtilalciler, Türk Silahlı Kuvvetlerinin devrimci subayları, kan dökmemek için büyük çaba gösteriyorlar.

Asıl roman burada yazılıyor. 27 Mayıs Harekâtının romanı, iftiracılarını değil, hâlâ romancısını bekliyor. Bayar’ın direnişinin kırılması ve Harp Okulu’na götürülüşünü Sinan Onuş’tan aktarıyorum: “Küçük, Uluç ve Binbaşı Abdullah Tardu, Köşk’e, Bayar’ın yanına koştular. Teslim olması için tehdit de dahil her yolu deniyorlar ama Bayar Nuh diyor peygamber demiyordu. Kapıda da Bayar’ı Harp Okulu’na güvenlik içinde götürmek için bir tank hazır bekliyordu. Artık yapacak bir şey yoktu. Uluç ve Küçük Bayar’ın koluna girdiler ve Köşk’ten dışarı çıkarttılar. Ama bu halde onu tanka koyamazlardı. Hemen tankın yanında duran Muhafız Alay Komutanı Köksal’ın makam arabasına soktular ve Harp Okulu’na doğru yola çıktılar. Okula gelindiğinde Cumhurbaşkanı Bayar bir odaya kapatıldı.”[vii] Burada yazıcımızın yazdığına benzer insanları da, dayak sahnelerini de göremiyoruz.

Trajik sahneler devrimcilerin payına düşüyor

Hakikat iki yanlıdır dedik, aynı sahneyi, bu kez tutuklanan DP’lilerden, hükümette bakanlık yapmış Samet Ağaoğlu’ndan aktarmak istiyorum. Ağaoğlu, Yassıada Mahkemelerini DP cephesinden anlattığı kitabında, adadaki hapishane koğuşlarında disiplin ve baskı altında olduklarından şikâyetçidir. Yassıada koğuşlarında kalırken, 27 Mayıs’ın ilk günlerinde tutuldukları Harp Okulu’nu aramaktadır. “27 Mayıs sabahı Ankara’da tutularak Harp Okulu’na getirilenler, fiilen kumandan Albay ile Yassıada Kumandanı’nı mukayese ettikleri zaman aralarındaki farkın ne kadar büyük olduğunu görüyorlardı. Harp Okulu Kumandan Yardımcısı Mücteba Bey ve iki genç yaveri, korkunç propagandalarla kışkırtılmış ruhları her çeşit hareket ve hakarete hazır yüzlerce öğrenci ile tutuklu arasında etten bir duvar olmuşlardı. Mücteba Bey ve yaverleri, tutum ve sözlerinde nezaketi bırakmadan, iki salonu dolduran bakanlar, kumandanlar, milletvekilleri arasında dolaşıyorlar, herkese ihtiyaçlarını soruyorlar, ailelerinden haberler getiriyorlar, haberler gönderiyorlardı. Yaverlerden genç bir yüzbaşının, ismi galiba Nedret, ‘Sizler bizim her zaman büyüğümüzsünüz, bu günler geçer, üzülmeyin’ yolunda sözleri, Mücteba Bey’in, birçoklarının yanına gelerek gönül alması, Yassıada’ya kafile kafile gönderildikleri akşamlar samimiyetle veda edişi ile Yassıada Garnizon Kumandanı ve bazı arkadaşlarının tam on beş ay uyguladıkları rejimin kaba sertliği arasındaki fark ne kadar da büyüktü.”[viii] Ağaoğlu, ilk anda, ihtilalin fırtınası içinde maddi manevi “darbeleriyle” karşılaşanlar olsa bile, onların da Harp Okulu’nu bir “ruh sükûneti ile” terk ettiklerini vurgulama gereği duyuyor.

27 Mayıs İhtilali’nden sonra yapılan darbeler ise, ilkin, tutuklanan devrimcilere aylarca yapılan işkencelerle anımsanıyor. Hamdi Koç’un kitabındaki kadının DP kodamanlarına uygulandığını öne sürdüğü, iki yana dizilmiş askerler veya polisler arasından dövülerek geçirilme mizanseni Gayrettepe’deki Siyasi Şube’nin veya Mamak hapishanesinin standart kabul merasimiydi. Yalnızca 12 Mart ve 12 Eylül değil, yönetimi büyük bir saflıkla, kısa zamanda, devirdikleri iktidarın başka kişilerine teslim eden 27 Mayısçı’lar da işkence görmekten kurtulamamışlardı. Fethi Gürcan ile Talat Aydemir ise 1963’te idam edilmişlerdi.

Hikmet Kıvılcımlı, 27 Mayıs’ı incelediği kitabında, Dündar Seyhan’ın anılarından şunları aktarıyor: “Dört gün Emniyet Birinci Şubede sandalye üzerinde bekletildik… Et kamyonlarıyla nakledildik… 14’lerden Rıfat Baykal vardı. Birbirimize kelepçelediler… Demir kapı… Tepeleme pislik dolu helâ… Laf anlamamak için emir almış nöbetçi. Bize işkence etmek için talimat almışlardı. (…) Ziyaret günleri ailelerimize çektirdikleri eziyet ve cefa anlatmakla bitirilemez. Bir memleketi işgal eden düşman bile tutukladığı kişilere böyle eziyet ettirmez. Esir kamplarında hatta tahşit kamplarında bize yapılan muamelelerin misallerini göstermek kolay değildi. Bir de Yassıada tutukluları 27 Mayısçılardan şikâyet ederler.”[ix] Kıvılcımlı, Seyhan’ın anlattıklarından şu sonucu çıkarıyor: “Evet, Finans-Kapital, Türk subayından Yassıada’nın öcünü böyle aldı, ve onunla yetinmişe de hiç benzemiyor.”[x] Kıvılcımlı’nın 60’ların sonunda yaptığı bu saptama, hemen arkasından gelen 12 Mart’la ve Deniz Gezmişlerin idamıyla acı biçimde doğrulandı. 12 Eylül 1980 ise 27 Mayıs’ın Türkiye toprağına getirdiği, başta 1961 Anayasa’sı, bütün kazanımların kökünü kazıdı. Kıvılcımlı’nın dediği gibi, “Acıklı ayrıntılar uzundur.”[xi]

27 Mayıs DP diktasını yıktı

27 Mayıs’ta düşürülen DP ülkeyi yıllardır baskı ve zulümle yönetiyor, buna isyan eden üniversite öğrencilerine kurşun sıktırıyordu. 28 Nisan’da Beyazıt’ta Orman Fakültesi öğrencisi Turan Emeksiz polis kurşunuyla katledilmişti. 2013 Haziran’ında polis kurşunuyla katledilen Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert gibi… Polis sopasıyla beyin kanaması geçiren Ali İsmail, üzerine araba sürülen Mehmet Ayvalıtaş, ekmek almaya giderken başından vurulan ve aylarca komada yaşam savaşı veren “14 yaşında bir fidan” Berkin Elvan benzeri. Ahmet Atakan, Serdar Kadakal, Hasan Ferit Gedik ve devlet şiddetinin nice kurbanlarının atası…

27 Mayıs’ı DP’nin perspektifinden yazmak, ironik bir anlatının tek ironik olamayan bölümü olarak yazmak, tarihi çarpıtmak anlamına gelir. Gerçekçi romancı, toplumdaki çeşitli eğilimlerin temsil edildiği tipler aracılığıyla bunların çatışmasını sergiler. Çok yanlı gerçekliğin çok yanlı çelişki ve çatışmalarını romanlaştırır. İronik anlatıcı ise, her şeyi tekyanlı görür ve gösterir. Bu tekyanlılık, benöyküsel anlatıcının kişiliksiz perspektifine indirilince iyice darlaşır. Ortaya “Çıplak ve Yalnız” türünden bir tuhaflık çıkar. Hem tarihi, toplumsal mücadele veren, ezilen kitlelerin aleyhine yaz, çarpıt, hem de kitabın başına Haziran Ayaklanmasının şehitlerine ithaf ettiğini belirten bir not koy.

Emekçi düşmanı, tarihe egemenler açısından bakan Hamdi Koç kitabın başına onların isimlerini hangi cüretle yazmıştır?

 Taylan Kara, “ödül oligarşisi”nin içyüzünü sorguladığı yazılarından birinde Hamdi Koç’un bir dergideki söyleşide yayımlanan şu sözlerini aktarıyor:  “Toplumcu gerçekçilik dedikleri bir şey vardı ve o yıllarda yaşamasına izin verilen tek gerçekçilikti. Ne işler ya! Nelerle uğraştık’ Lukacs diye bir Macar köylüsünü getirip burnumuzun dibine dayadılar, estet diye”[xii] Yirminci yüzyılın en önemli filozoflarından birini, Marksist estetiğin kurucusunu “Macar köylüsü” diyerek aklınca küçümsemeye çalışan ve Orhan Kemal’in de içinde yer aldığı sosyalist gerçekçiliği aşağılayan Hamdi Koç, 2013 Ağustos’unda çıkan kitabını, baskıcı bir hükümete isyan ederken polislerce katledilen devrimci gençlere ithaf ediyor. Bu ironiye gülüp geçemiyorum…

Batista’nın sonu ile Menderes’in sonu

DP iktidarında muhalif gazetecilerin kapatıldığı Ankara hapishanesine bir ad takılmıştı: “Ankara Hilton”. Mecliste “Tahkikat Komisyonu” diye bir komisyon kurulmuş, hükümeti eleştiren gazetecileri, üniversite hocalarını, aydınları sorguluyor ve yargılıyordu. Anayasa ihlal edilmişti. CHP genel başkanı İsmet İnönü’nün ülkede seyahat özgürlüğü engelleniyor, gittiği yerlerde DP’lilerce saldırıya uğruyordu. DP hükümeti bütün demokratik taleplere ve uyarılara kulağını tıkamış, diktatörlüğe gitmişti. Dönemin atmosferini göstermek için, “Ankara Hilton”dan yazan Metin Toker’in 9 Aralık 1959 tarihli Akis dergisinde çıkan yazısından bir parçayı aktarmakta yarar var. Toker yazısına şöyle başlıyor: “Rejim bahsinde son derece ciddi bir noktaya geldiğimiz anlaşılıyor.”[xiii] Beş ay sonra olacakları haber veriyor: “Sayın Başbakanın bu yolda demokrasinin frenleriyle durdurulması geciktiği takdirde neticenin vahim olması kuvvetle muhtemeldir. Zira gidişin tabii istikameti, vatana ihanet edenlerin, milletin saadetine engel olanların bu ‘meş’um gayretler’inden zor kullanılması suretiyle alıkonulmalarıdır.”[xiv] Dönemin gazetecileri, hukukçuları, aydınları Adnan Menderes hükümetini kurduğu baskı ve zulüm düzenine son vermeye, “her mahallede bir milyoner yaratma” politikasıyla kamu kaynaklarını yağmayı durdurmaya çağırıyorlardı.

Metin Toker, iki ay önce, 29 Mart 1960 tarihli yazısında, Castro ve arkadaşlarının devirdiği diktatör Batista’nın sonunu hatırlatıyor. Batista’nın zenginlerini örnekleyerek DP’nin zenginlerini uyarmaya çalışıyor. “Fidel Castro, temsil ettiği kitlelerin hakiki hislerine tercüman olarak, zalime karşı mücadeleyi lüzumsuz yere uzatmış olan servet sahiplerini derhal paracıklarından mahrum bırakıvermiştir. İki kazanıp birini Batista’ya veren kumarhanelerin patronları, şeker istihsalini ve ihracatını ellerinde tutan –ve gerekli haracı Batista’ya ödeyen- büyük tüccar, gazetelerini ‘sahibinin sesi’ haline getiren ‘idealist gazete sermalyedarları’, turistik otellerini Batista’nın himayesinde işletip onunla ortak olarak milyon vuranlar, Batista’nın bakanlarının, Batista’nın yakınlarının ortakları ihtilalin neticesi karşısında pek de zekice davranmadıklarını anlamışlardır.”[xv] DP’nin diktatörlüğü Metin Toker gibi düzenin ılımlı bir gazetecisini bile ihtilalci fikirler yazmaya zorluyor. Küba ve Castro örneğinin 27 Mayısçılar üzerinde esinleyici bir etkisi olduğunu da bu yazılanlardan çıkarmak mümkün. Devrimler dünya üzerinde dalgalar yaratıyorlar. Peşpeşe geliyorlar. Arap ayaklanmalarının birbirini izlemesini göz önüne getirebiliriz. Metin Toker’in çizdiği Küba manzarası bugünün Türkiye’sinde düzen cephesinde olup bitenlere ne kadar benziyor.

Ama biz nereden nereye geldik. İronik bir yazıdan, 27 Mayıs gerçeğini tartışmaya gelmek ne kadar doğru? Yöntemsel sorunumu çözemeden, “Çıplak ve Yalnız”ın Orhan Kemal Ödülünü kazanma skandalının gizemine eremeden konudan ne kadar uzaklaştım. Devam ederiz, yazacak daha çok şey var.

(Sürecek)

B. Sadık Albayrak

 



[i] Terry Eagleton, Kötülük Üzerine Bir Deneme, s. 19, çeviren: Şenol Bezci, İletişim Yayınları, 2011, İstanbul.

[ii] A.g.e., s.24

[iii] A.g.e., s.24

[iv] Bertolt Brecht, “Lukullus”, Bütün Oyunları Cilt 8 içinde,  çeviren:  Ahmet Cemal, Mitos Boyut Yayınları, 1999, İstanbul.

[v] A.g.e., s. 109

[vi] Mehmet Berksan,Mimar Gözüyle Elif Şafak'ın Son Romanı: Ustam ve Ben”, http://www.arkitera.com/gorus/449/mimar-gozuyle-elif-safakin-son-romani--ustam-ve-ben

 

[vii] Sinan Onuş, Parola: İnkılap, 27 Mayıs’ı Yapanlar Anlatıyor, s. 150, Kaynak yayınları, 2003, İstanbul.

[viii] Samet Ağaoğlu, Marmara’da Bir Ada, s. 53-54, YKY, 2011, İstanbul.

[ix] Dündar Seyhan, aktaran Hikmet Kıvılcımlı, 27 Mayıs ve YÖN Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi, s. 266, 2008, İstanbul.

[x] A.g.e., s. 266

[xi] A.g.e., s.266

[xii] Hamdi Koç, aktaran Taylan Kara, “Ahmet Altan Büyük Roman Ödülü Taylan Kara’ya verildi!” http://www.insanbu.com/a_haber.php?nosu=1457

[xiii] Metin Toker, Metin Toker’den Akisler, s. 189, hazırlayanlar: Özden Toker-Kurtul Altuğ, Bilgi yayınevi, 2007, Ankara.

[xiv]A.g.e., s.189

[xv]A.g.e., s. 213-214

Facebook
yorumlar ... ( 14 )
31-10-2014
30-10-2014 22:50 (1)
ilerihaber sitesinin kültür sanat içerikli yazılarından haberiniz vardır herhalde. Yekta Kopan, Enver Aysever gibi sabun köpüğü yazarların kalitesiz kitapları övülüyor sürekli. Sadık Albayrak, Nihat Ateş de o sitede yazıyorlar. Acaba diyorum, S. Albayrak, Nihat Ateş gibi yazarlar, solun sanatının fena halde sağa çekmesine dair bir şeyler yazsalar ve yazarı oldukları ilerihaber'de yayınlatsalar, bir şeyler değişir mi bizim cenahta? En azından ilerletici bir tartışma başlar mı?
31-10-2014 10:08 (2)
Postmodernizmin sebebi, postmodern yazarlar mı yoksa ekonomik nedenler mi? Sebep 3-5 köpük yazar ise işimiz kolay,kaleme güç verir yıkarız kurdukları kuleleri.Ama diyeceksiniz ki sermaye onların sesinin daha çok duyulmasını sağlıyor. Püf noktası da sermaye zaten;önünde hiçbir engel kalmamış sermayenin toplumu dönüştürmesinin sonucudur postmodernizm.Postmodernizm liberal-tüketici bireyleri üreten ekonomik vasatı yarattı.Şimdi şunu sormak gerek:27 Mayıs, ekonominin dönştürülmesi sürecine nasıl bir tutum takındı?Yazıda devrim olarak nitelendirilen 27 Mayıs'ın ekonomide liberalleşmeyi,demokrasi ve özgürlük adına hızlandırdığını görüyoruz. Devletçi ekonominin tabutuna son çiviyi 27 Mayıs çakmıştır + ne NATO'dan çıkma, ne köy enstitülerini açma talebi var 27 Mayıs'ta. Hem postmodernizmden yakınıp hem de postmodernizmi yaratan ekonomik dönüşümü sağlayan 27 Mayıs'ı Devrim olarak nitelendirmek çelişki gibi geliyor bana. Aynı çelişki,postmodern yazarlarda da tersine işliyor. Mutluhan.
31-10-2014 15:24 (3)
postmodernizm sorunların kaynağı değildir; sorunları açıklama gayretindeki metinlerin toplamından ibarettir. (Rencier'in buna benzer bir saptamasını anımsıyorum. katılıyorum) M. Ylmz
31-10-2014 21:02 (4)
Hamdi Koç GQ dergisi tarafından 2014'ün en iyi yazarı seçilmiş. Akmerkez ana sponsorluğunda Four Seasons Hotel Istanbul at the Bosphorous'ta ödül töreni düzenlenecekmiş. Kaya Genç'in GQ'daki ibretlik Hamdi Koç yazısını okuyun mutlaka. Okuyun da kan beyninize sıçrasın. Link vermede sorun varmış sanırım. Kaya Genç'in twitter hesabından ilgili yazıya ulaşabilirsiniz.
01-11-2014 08:53 (5)
İlk yorum herhalde K.Arslanoğlu'nun. Yahu, siz yazdınız da ne oldu? Öyle bam güm dalmakla olmuyor bu işler.
01-11-2014 08:53 (6)
İnsanbu.com, sol siyasete getirdiği eleştirisiyle, anti-entellektüel yaklaşımıyla, bilimsel literatürü uzman olamayanların da yorumuna olanak sağlamasıyla, "Tıp bu değil" kitabının içeriğindeki modern tıp karşıtlığıyla, akademisyenliği yadsımasıyla, yakından bakıldığında geç kapitalizmin post-modern kültürel mantığının bir temsilcisidir. SE
01-11-2014 08:59 (7)
"İlk yorum herhalde K. Arslanoğlu'nun" diyen arkadaş, ilk yorum bana ait değil. Ben yazsam ismimi de koyarım. Böyle tahminlerle, "bam güm", isimsiz yorumlarla olacağı varsa da olmuyor işte. Düzeyimiz bu. Kaan Arslanoğlu
01-11-2014 12:07 (8)
Onca yazıyı, emeği böylesine toptancı yargılamak kolay değildir; bu işi yapmak için gereken cesaret kuşkusuz bilgisel olmayacaktır. Hepimizin taşıdığı "ego hücreleri", olur olmaz tuhaf salgılarla kendini hatırlatmak ister... Gerçeğin ne olduğu o ego'nun umurunda değildir; salgıladığı zehirle kurutacağı topraklar sanki onun yeniden yeşereceği tarla olacaktır... Yoksa bu acımasız-toptancı aşağılama cümleleri neden kurulur ki? "anti-entellektüel yaklaşımıyla, modern tıp karşıtlığıyla, akademisyenliği yadsımasıyla..." Ne tuhaf; ben de bu yazılmış cümlelerde "anti-entellektüel" tanımına takıldım; tam da yapılan bu iken... "Yav gardaş, hemi de sen çok da anti-entellüektelmüşsün ha!"
01-11-2014 12:08 (9)
SE (6)'nin yorumuna eklenecek fazla bir şey yok. MH.
01-11-2014 16:41 (10)
Sn. KA aşağılama cümleleri yazınca oluyor da (8), SE durum tespiti yapınca olmuyor (6). Bu nasıl bi dünya ya. Sanchez.
01-11-2014 17:01 (11)
8 . yorumu KA'nın yazdığını nerden çıkardınız Sayın Sanchez? "SE durum tesbiti yapınca" ne oldu da olmadı? Yarısını mı yayınladılar?
01-11-2014 17:36 (12)
Gerçekten de öyle olmuş. Bu metafor bolluğunda kafam karışmış. O zaman şöyle düzeltiyorum; Sn. KA'nın isimsiz avukatları oluyor da (8), (11), Sanchez "editorial board" a karşı neden yalnız? Nerde bu insanlar? Sanchez.
01-11-2014 17:37 (13)
GQ yazısını bulamayınca bir dizi A. Arman tarzı yazı-pörtaj'a girdik. Arkadaş adam bildiğin Dingil. Bununla mı oyalıyorsunuz bizi yazılardır? Biz size Saracoğlu'nun hemoroid tedavisini yazıyor muyuz? Ali Cengiz
01-11-2014 18:22 (14)
GQ'daki yazıdan ilginç bir bölüm: Orhan Pamuk bir gün bir kitap okur ve bütün hayatı değişmese bile okuduğu romandan çok etkilenir. Kitabın yazarı Hamdi Koç’un numarasını bulur ve tuşlar. Telefonun ahizesini kaldırıp karşıdaki sesin “Ben Orhan Pamuk, kitabınızı çok beğendim Hamdi bey” dediğini duyan Koç, bir anlığına afallar. “Dalga mı geçiyorsun arkadaşım” diye söylenir, bir ahbabının kendisini makaraya aldığından emindir. Telefon kapanır. Pamuk bir daha arar, “Ben Orhan Pamuk, Hamdi bey!” der ısrarla. Lakin karşısındakini buna inandırmayı bir türlü başaramamaktadır: “Bırak Ahmet ya, kafa mı buluyorsunuz benimle?” Nihayet ikna olup da övgünün büyük yerden, Pamuk’tan gelmiş olduğunu idrak ettiğinde Hamdi Koç’un yüzünü görmek için temizinden bir 100 lira bayılırdım. Bu eğlenceli hikayede romancının hayat boyu süren kendi başarısına ve başkalarının bunun hakkını vereceğine yönelik şüphesini çok seviyorum. Yazarı diri ve iyi tutan ve böyle komik olaylara da yol açan bir şüphe bu.
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210730
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.