Auschwitz duygusu 1
Hemen herkesin yaşamında yapmak istediği akılcı ya da akıldışı hedefleri vardır: kimisi dünyayı dolaşmak ister, kimisi Norveç fiyordlarını görmek ister, kimisi bilmem ne marka bir araba sahibi olmak ister; benimkisi ise Krakow’a gitmekti. Niye Krakow? Çünkü birbirinden farklı zamanlarda en çok görmek istediğim iki yerin ikisi de büyük bir tesadüftür ki Krakow’daydı. Bu iki yerden yaşamımın değişik zamanlarında haberdar olabilmiştim: biri yazar Stanislaw Lem’in mezarı, diğer ise Auschwitz toplama kampı. Stanislaw Lem ile ilgili kısmı daha önce bir yazıda anlatmıştım.
Krakow nasıl bir şehir diye soracak olursanız bu konuda hiçbir fikrim yok, çünkü gezmedim. Beni Lem’in mezarının bulunduğu mezarlığa götüren taksi şehir merkezinden geçerken ne kadarını gördüysem o kadarını biliyorum. Daha önce gördüğüm herhangi bir şehirden farklı bir şehirmiş gibi gelmedi bana, bunu merak etmedim, hala da etmiyorum. Krakow’un en ünlü yemeği, Krakow’un gece hayatı, Krakow’un gezilip görülecek yerleri de beni hiç mi hiç ilgilendirmiyor ya da en fazla diğer şehirlerinki kadar ilgilendiriyor. Krakow’un benim için anlamı iki yerden ibaretti, hala da öyle: S. Lem’in mezarı ve Auschwitz toplama kampı.
Auschwitz’in adını ve ününü ilk ne zaman duyduğumu hiç hatırlamıyorum ama ilk duyduğumda Polonya’da olduğunu bile bilmiyordum. Auschwitz’in bir toplama kampı olması birçok insan için üzerinde düşünülecek bir konu değildir. Ancak bu konu üzerinde düşünmem bir ansiklopedide gördüğüm bir fotoğraftan sonra oldu. Auschwitz’e kapatılmış kaburgaları sayılabilecek kadar zayıflamış, yüzleri çökmüş tutsaklar, üç katlı, hayvanların bile yatmayacağı samandan yataklardan (yatak sözcüğünü başka bir sözcük bulamadığımdan kullanıyorum) dışarı bakıyordu.
Auschwitz’de öldürülenler
Sonrasında Charlotte Delbo’nun Auschwitz’in Külleri kitabını okumuştum. Orada Auschwitz ismi artık soyut bir tarihi ismin ötesine geçmiş, onlarca trajik öyküyle kafamda canlanmış, ete kemiğe bürünmüş, yüz binlerce insanın acısının toplu mezarlığında kolayca hazmedilemeyecek bir gerçekliğe dönüşmüştü. Auschwitz ismi, en ilgisiz yerlerde bile karşıma çıkıyordu. Yazar Norman Finkelstein’ın bütün ailesi, Kafka’nın kızkardeşi Ottla Auschwitz’de öldürülmüştü. Viyana Üniversitesi’nde görevli birçok Yahudi akademisyen Auschwitz’de yok edilmişti. (O akademisyenlerin anısına üniversitenin avlusunda şu an kare şeklinde bir yazıt asılmıştır.) Viyanalı akademisyen Dr. Victor Frankl Auschwitz’den kurtulan az sayıda insandan birisiydi. Annesi, kardeşi ve karısı Auschwitz’de öldürülürken kendisinin kurtulduktan sonra daha 52 yıl yaşayacağını herhalde tahmin edemezdi (1997’de 92 yaşında öldü).
Tarihte gerisin geri bakarak Auschwitz’i kim hazmedebilmiştir? Orada olanları gerçekten öğrendikten sonra birkaç dakika bunların üzerinde düşünmek çok zordur. Yapılanların korkunçluğu, insanın bu derece alçaklaşabileceğine inanamamak olayları idrak etmeyi zorlaştırır: ama gerçektir işte. Binlerce kez yazıldığı için artık bir klişe olan “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır.” cümlesi, ancak Delbo’nun kitabını okuduktan sonra tanıdık gelebilmişti. Adorno bu cümleyi söylerken bunları mı hissetmişti acaba?
Auschwitz Duygusu
Auschwitz’in Külleri kitabında kışın dondurucu soğuğa karşın bir kısmı çıplak ayakla geceden itibaren saatlerce karların üstünde hareketsiz bekletilen tutsaklarla ilgili bir bölüm hatırlıyorum. Şubat ayına denk geldiği için dışarda lapa lapa kar yağıyordu. O bölümü okuduktan sonra balkona çıplak ayakla çıkıp birkaç dakika kar üzerinde yalın ayak durmuş ve okuduklarımı daha iyi anlayıp beynime yedirmeye çalışmıştım. Auschwitz ile duygusal bir bağ kurmak istiyordum. Orada olanları yeterince anlamak, bir “Auschwitz duygusu” oluşturmak için…
“Auschwitz duygusu”nun benim için ilk algısı donmuş ayaklardır. O günden sonra Auschwitz’i bir gün görmek benim hedeflerimden biri haline geldi.
Auschwitzle ilgili son 70 yılda onbinlerce sayfa yazı yazıldı, birçok film yapıldı. Kurbanlar, görgü tanıkları, “duygu” tanıkları, değişik gerekçelerle kendilerini Auschwitz’le ilişkilendirenler birçok kitap yazdı. Bu kadar konuşulmuş, bu kadar işlenmiş bir konuda 70 yıl sonra farklı ne yazabilirim?
Bunlar nasıl olabilir?
Auschwitz’le ilgili binlerce sayfa okumama, saatlerce belgesel izlememe, Auschwitz toplama kampını bizzat görmeme, üzerinde saatlerce düşünmeme rağmen hala anlayamıyorum. Auschwitz’de olanların olabileceğini, daha da kötüsü “olmuş olmasını” anlayamıyorum. “Hala aynı soru keskinliğini yitirmeden dönüp duruyor: bütün bunlar nasıl olur?
Auschwitz’in bende bıraktığı izlenimi tek sözcükle ifade etmek gerekseydi bu sözcük “olamaz” olurdu. Bütün bunlar 70 yıl önce burada ya da dünyanın başka bir yerinde olmuş olamaz. Sanki bütün bunlar bizleri “eğlendirmek” için usta bir yazarın kaleminden çıkmış acıklı ama gerçeği zorlayan bir kurgu gibi; gerçek olduğunu bilsem bile bilincim bunu hala reddediyor.
İnsan bilinci, kapasitesini aşan olayları anlamaktan aciz ve bu kapasite çok kısıtlı. Olayın bütününü anlayamayınca onu parçalara bölmek ve bu parçaları somut nesnelere ve olaylara bağlamak anlamayı kolaylaştırabilir.
Auschwitz Duygusu
Auschwitz duygusu’nu en çok hissettiren, camların arkasında sergilenen ayakkabı dağı… Onbinlerce eski ayakkabı, Auschwitz’in kurbanları gibi üst üste yan yana yığılmış. Büyükçe bir salonun 1-2 metre derinliğinde tamamen ayakkabıyla doldurulduğunu düşünün. Benzer şekilde tencere tabak, fırça ve tarak yığını da sergileniyor. Her biri bir insana ait onbinlerce eşya… Auschwitz’de insan yok, gözlük, traş fırçası, yemek kabı var.
Auschwitz, insanın nesnelere indirgendiği yerdir.
Auschwitz toplama kampının birden fazla bileşeni var; ilk kurulan bloklara Auschwitz denirken 3 km uzaktaki diğer bir kısım Birkenau olarak adlandırılıyor.
Auschwitz’de bazı yerler “daha fazla Auschwitz”… Birkenau kısmında derme çatma tahta barakalarda hayvanların bile kalamayacağı (eskiden Polonya ordusunun harası olarak kullanılırmış) 3 katlı yatma yerleri mesela… Elli at kapasiteli bu kulübelerde 400 insan bir arada kalmış.
Bodrum katındaki 3-4 kişinin aynı anda kapatıldığı, gece sabaha kadar ayakta kalınan 1 metrekarelik ceza hücreleri…
Birkenau’da kurbanları taşıyan trenlerin raylarının bittiği yer…
Birkenau’daki binlerce insanın küllerinin atıldığı havuz, sanki herhangi bir su birikintisi gibi duruyor. Bu bölgede bulunan bütün bataklıklar, insan külleriyle kurutulmuş.
Auschwitz menüsü
Sabah: yarım litre kahve
Akşam: 1 litre sebze çorbası
300 gram siyah ekmek, 30 gram margarin, 20 gram sosis.
Ortalama bir Auschwitz tutsağının bir günlük yiyecek hakkı bunlardan ibaretti. Bir hafta bu diyeti uygulamanızı öneriyorum.
Birkenau’da mart ayında atkı bere ve eldivenlerimle son derece kalın paltomun içinde tir tir titriyorum. Tir tir titreten soğuk: bu soğukta çok fazla Auschwitz duygusu var. Bu martın aralığı ocağı da vardı ve tutsaklar bu soğukta saatlerce bekletiliyordu. Kurbanların giydiği ince giysiler de sergilenmekte. O çizgili giysileri bu soğukla birleştirdiğim zaman, hissettiğim bu üşümede kahpece bir eşitsizlik fark ediyorum. Sırtımdaki kalın paltonun koruyuculuğu, bu titreyişte bile bir zulmün bütün aşamalarını yaşayan kurbanların duyguları ile benim turistik merhamet duygumu bıçak gibi ikiye ayırıyor.
Auschwitz, palto giydiğim için utandığım yerdir.
Devam Edecek
Taylan Kara