Editörün sunusu: Bu öykü mütedeyyin, muhafazakar kesimden bir akademisyen hekim arkadaşın. Daha önce yine takma bir isimle gayet ilginç-hoş bir romanı çıkmıştı. Bu öyküyü siteye koyduk ki, dışarıdan tamamen farklı bir kesimden sol, sol mücadele nasıl görülüyor, bir fikir edinesiniz.
Öykü SUNAĞI ve ŞİİR Sunağı bölümlerimizde, bazıları bayağı yerin dibine geçirse de aslında gayet güzel öyküler, şiirler çıkıyor. Belki şaheser değiller ama, okunmayı hak ediyorlar. İnsanların neler neler okuduklarını gördüğümüzde çok çok hak ediyorlar. Bu vesileyle onu da bir anımsatalım dedik. Ara sıra ayrıcalık yapıp bir öyküyü, şiiri, bu haber-yazı bölümüne koyduğumuzda onlar da hatırlansın, nasiplensin keşke.
Kaan A.
Şeker pancarından biblolar oymak
Ankara’dan, öğrenci federasyonundan aramışlardı Ercan’ı. Bu sene 1 Mayıs işçi bayramında “ilinizde bir işçi etkinliği düzenlenmesi” ricasında bulunmuşlardı. Bu isteği duyduğunda Ercan’ın soluğu kesilmişti. Zira tıp fakültesinde, tıp fakültesini de bir kenara bırakalım, koca üniversitede devrimci niteliği taşıyan iki öğrenci vardı. Birisi kendisi, diğeri ise can dostu Alpay’dı.
Şehir ülkenin en muhafazakâr şehirlerinden biriydi. (Şehri tanıyanlar için bu basit ve tarafsız cümle bu toprakların ahvalini anlatmaya kâfi gelmez ve hatta epey bir komik kaçar, henüz daha kapitalizm bulaşmamış Ercan’ın saf ve berrak zihninin yaptığı sosyolojik değerlendirmeye göre ise hiç tartışmasız açık ara birinci sırada gelirdi muhafazakârlıkta.) Üstelik toplum katmanları arasında ideolojik bir ayrımlaşma da yoktu. Bütün mesleki guruplar ve sivil halk, herkes su götürmez bir katilikte muhafazakârdı ve hududu net bir şekilde çizilmiş bu tanımlamadan sadece ufak tefek ton farkıyla ayrılırlardı birbirlerinden; o müphem fark da sol fraksiyonlar arasındaki devasa ayrışmayla kıyas bile kabul etmezdi. İşte o işçi hakları kokulu romantik telefonun geldiği gün şehrin sosyo-politik ahvali bundan başka bir şey değildi.
Alpay’a federasyonun aldığı kararı anlatırken önceden yediği dayaklar aklına geldi. Milliyetçilerin eften püften bahanelerle önünü kestikleri günler çok uzak değildi, hele o kış günü çam ormanında sıkıştırdıkları gün yok muydu, hatırladıkça üşüdü, hatırladıkça ürperdi. Onlar da pusu kurmuşlardı milliyetçilere, bunu inkâr edecek değildi, ama milliyetçilerin yaptıkları yanında devede kulaktı hani. Konuşması bittiğinde Alpay’ın ilk tepkisi de Ercan’nınkine benzer oldu.
“Ne” dedi, “İşçi etkinliği mi, hem de topraklarının renginden daha renksiz bu şehirde.” Bir anlık duraksamadan sonra devam etti konuşmasına Alpay: “Hem işçi sınıfı yok denecek kadar az, köylü kardeşlerimizle ilgili bir eylem deseler su götürür bir tarafı olur belki.” Tekrardan duraksadı Alpay, elini saçlarının arasında gezdirdi, fısıltılı bir ses tonuyla son sözü, “Nasıl olacak bu?” oldu, nasıl olacak bu derken gözleri çok da uzak olmayan o acı günlerin üzerinde gezindi durdu.
Alpay’ın yapılacak eylemden ürkmüş olduğu sezgisiyle Ercan korkusunu bastırarak, belki biraz da bu belirsiz hissi unutmaya çalışarak kendinden oldukça emin bir tavırla: “Bak Alpay” dedi, “Federasyon özellikle istiyor bunu.” Bu cümlenin umduğundan daha kısa sürmesinden ötürü cesareti kabaran Ercan kendinden emin bir tavırla devam etti konuşmasına: “Onlar da şehrin sosyo-politik durumunun farkındalar, bu kadar şehir arasından burayı seçmelerinin asıl sebebi zaten bu, önceden işçi eylemi yapılmamış bir şehir daha fazla ses getirir, gündemde daha fazla kalır, mesele bundan ibaret, umarım anlamışsındır beni.”
Başını sallayıp yutkundu Alpay. Ercan kadar olmasa da milliyetçilerin gazabına uğramıştı o da, o günleri hatırlamak bile istemedi, fakat beynine üşüşen silinmez hatıraları derleyip toparladığında olacakları tahmin etmiş gibi istemeye istemeye, belki biraz da can dostu Ercan’ın kapitalizmden fersah fersah uzak o saf temiz devrimci hislerini dumura uğratmamak maksadıyla “Tamam o zaman” dedi, “Sen evet diyorsan ben de varım bu işte.” Bir anlık duraksamadan sonra her zamanki gibi başı ellerinin arasında kumral saçlarıyla oynarken, “Peki hangi işçiler?” dedi Alpay adam akıllı sesi kısık. Sesinin tonlaması gidişatın, yani kısa bir süre sonra vuku bulacak hadiselerin özeti gibiydi adeta.
“Şehrin çıkışındaki şeker fabrikası aklıma yattı” dedi Ercan, “Zaten bundan başka fabrika da yok bu çelimsiz şehirde. Boynundan büyük işlere kalkar bir de.” Bir anlık duraksamadan sonra şimdilerde moda olan fakat o zamanlar pek de bilinmeyen niyet okuması metodunu uygulamaya koyarak Alpay’ın aklından geçenleri okuyan Ercan, “Çimento fabrikası diyecek olursan, oldukça uzak” diye devam etti konuşmasına, “En uygun seçenek yine şeker fabrikası kanaatimce.” Başıyla onayladı Alpay; farkında olmadan yaptığı bir hareketti bu.
Ekim ayıydı, pancar sökümü devam ediyordu. Ercan ve Alpay şeker fabrikasına vardıklarında pancar yüklü traktör katarları sıralanmıştı kapının önünde. Köylünün keyfine diyecek yoktu. Traktörlerinin başında sigara içip sıranın kendilerine gelmesini bekliyordular. Fabrikanın bahçesinde pancar tepeleri oluşmuştu traktörlerin boşalttığı pancarlarla. Kirli gri toprak rengi tepelerin üzerinde sere serpe uzanmış birkaç işçi pinekliyordu.
Hava her zamanki gibi soğuktu, parkalarını giymiş olmalarına rağmen üşüyordu ikisi de. Ürkek şaşkın içeri girdiler mavi boyalı kapıdan ve takriben yirmi otuz metre bir yol kat edip işçilerin toplandığı alana doğru yürüdüler. İşçiler yemeklerini afiyetle yemişler, öğle paydosuna çıkmışlardı, sigara sohbet faslı başlamıştı bahçede, birbirine takılmalar, şakalar gırla giderken pancarın ellerinde ve yüzlerinde bıraktığı isli kire rağmen kahkahalarından mütevellit gürültüleri bütün alanı dolduruyordu.
Ercan ve Alpay selam verdiler önce, kendilerini tanıttılar müteakiben, tıp fakültesi’nden geldiklerini söylediler. Hoş geldiniz lafzından sonra işçiler enikonu şaşkın, hayırdır muayene için mi gelmiştiniz, dediler Ercan’la Alpay’a.
İşte gerçek hikâye tarafsız bir zihinle yaptığım gözleme göre tam tamına burada başladı, yahut argo tabirle ifade edecek olursak dananın kuyruğunun koptuğu yer tam tamına Ercan’la Alpay’ın ayaklarını bastığı o yerdi.
“Hayır muayene için gelmedik, işçi hakları için bir yürüyüş ya da bir basın açıklaması tertip etmek istiyoruz.”
İşçiler: “Siz komünist misiniz?”
Ercan ve Alpay: “Hayır sosyalistiz.”
İşçiler: “Aynı şey değil mi?”
Ercan ve Alpay: “Benzer tarafları var, ayrıldıkları yönler de.”
İşçiler: “Aynı bokun sineği desene!”
Durumun pekiyi olmadığını anladı Ercan’la Alpay ama yapacak bir şey yoktu artık.
İşçiler: “Allah’a inanıyor musunuz söyleyin bakalım.”
Ercan ve Alpay: “Arkadaşlar sizi ziyaretimizin amacı işçi haklarıyla ilgili, neye inanıp inanmadığımızla ilgili bir şey değil.”
İşçiler: “Peygambere inanıyor musunuz peki?”
Ercan ve Alpay: “Bu soruları cevaplamak istemiyoruz.”
İşçiler: “En azından imanın şartı kaç, onu söyleyin bize.”
Ercan ve Alpay: “Arkadaşlar malum, önümüzde 1 Mayıs işçi bayramı var, onunla ilgili bir etkinlik düzenlemek istiyoruz, bu bir yürüyüş de olabilir, bir basın bildirisi de, isteğimiz sadece bu. Ha kabul etmek istemezseniz bu tercihinize saygılıyız.”
İşçiler: “Ulan ne hakla gelip devletle aramıza fitne sokuyorsunuz.”
Ercan ve Alpay: “Hak aramak fitne mi?”
İşçiler: “Kendi hakkımızı biz kendimiz ararız, eğer siz bunu yaparsanız işte bu fitneden başka bir şey değildir.”
Ercan ve Alpay: “Hakkınızı aradığınız yok ki.”
İşçiler: “Sana ne ulan, sürünmek istiyoruz belki de, bu sizleri hiç ilgilendirmez.”
Bu cümle aralarında geçen son konuşma oldu. İşçiler saldırdılar hep beraber, Allah ne verdiyse esirgemediler Ercan ve Alpay’dan. Elleriyle, kollarıyla, şeker pancarıyla vurdular ellerine kollarına ve birazdan şeker pancarına benzeyecek kafalarına. Öfkeye bulanmış bağrışmalar, acıyla karışık figanlar pancar tepelerine çarpıp yankılandı. Bu düzensiz uğultular “Demek gösteri ha!” nakaratının içinde eriyip gittiğinde işçilerin bir nebze de olsa dinmiş öfkeleri tekrardan kabarıyor, en iyi bildikleri şey olan küfürler ve bu küfürlerin fiile dönüşmüş hali doğaçlama el kol ayak hareketleri havada kavisler çizerek Ercan’la Alpay’ın parkaları altına gizlenmiş sipersiz gövdelerine çarpıyordu.
“Gösteri ha, demek gösteri ha, Allah ’sız, kitapsız, dinsiz herifler!”
Bir cenge girmiş edasıyla kendinden geçmişti işçiler. Kimse ne yaptığını bilmiyordu. Bazen Ercan ve Alpay’dan seken yumruk ve tekmelerden kendileri de nasipleniyorlardı. Ama bu onları durduracağına daha ustaca tekme ve tokat savurma yarışına girişiyorlardı. Ercan ve Alpay ise dayak faslının bitmesi için inanmadıkları Allah’a, çocukluktan beri bir türlü ezberleyemedikleri dualardan mırıldanıyorlar, bu meşum hadisenin bitip bitmeyeceği hususunda ümitsizliğe kapılıyorlardı.
Şeker pancarı tepesinde pinekleyip elindeki bıçakla bir pancarı oyan işçi, “Yeter ulan, öldüreceksiniz çocukları!” dediğinde öfkenin hazzıyla kalpleri mutmain işçiler attıkları dayağın kâfi geldiğine kanaat getirip istemeye istemeye bıraktılar Ercan’la, Alpay’ı. Ama lütfedip bıraktıklarında üzerinden traktör geçmiş pancar çuvalı gibiydiler her ikisi de bahçenin orta yerinde.
Pancar tepesinin üstündeki işçi elinde oyduğu pancarla indi, bir Ercan’a bir Alpay’a baktı: Ercan’ın kaşı açılmış, gözaltları şişmiş morarmış, üstü başı parçalanmıştı. Alpay’ın ise kolu kırılmış, çizikler ve morarmalardan tanınmaz hale gelmiş yüzünde pıhtılaşmış kan pancar toprağıyla bulamaç olmuştu. İşçi hemen cankurtaranı aradı ve tekrar çocukların yanına gelip onlara su ikram etti. Islak bezle yüzlerindeki kanı silerken, “Buraya gelmekle hiç iyi etmediniz, Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz çocuklar” dedi. Doğru söze ne hacet der gibi baktılar Ercan’la Alpay.
Elinde şeker pancarı olan işçi yanlarından ayrılacakken, “Çocuklar” dedi, “Kusura bakmayın şimdi sırası değil ama biraz kendimden bahsetmek isterim size.” Ercan’la Alpay irkildiler bu sözle, fakat karşı bir şey söylemeye takatleri yoktu. İşçi devam etti konuşmasına: “Ben şeker pancarından biblolar oyarım, evde türlü çeşitli şekilde bir sürüsü var, hanım pek hoşlanmıyor atıyor sırası geleni çöpe ya olsun, gülümseyerek o da buradaki işçiler gibi sanatın, hür düşüncenin düşmanı galiba.”
Her iki tarafın uzunluğunu kestiremediği bir anlık duraksamada acıyla kıvranan iki şaşkın gözle, merhametin farklı bir boyutunda bocalayan diğer bir göz arasında bakışlardan seken ışıklar amansız bir kavgaya tutuştu. Bu sessiz fakat mücadele dolu bakışmadan sonra meselenin ehemmiyetini daha iyi kavrayan işçi, üstünü başını ve müstehzi bakışlarını düzeltip daha ciddi bir tavır takınarak, “Lafı uzatmayayım, bu da sizin için” dedi.
Pancardan oyduğu orak çekici uzattığında Ercan’a, Ercan ve Alpay yedikleri dayağı bir lahza olsun unuttular ve uzaktan duyulan cankurtaranın sesini canhıraş dinlemeye koyulmuşken, acayip bir ilhamla her ikisi birden Nazım’dan “Onlar umudun düşmanıdır sevgilim, uçan kuşun ağaç dalında meyvanın” mısralarını mırıldanmaya başladılar.
Ahmet Cemal Çobandede