Aydınları gündeme taşıyan bir haber başlığı bu: “Aydınlar bugün ortak bir açıklamada bulundu.” Hükümete, yolsuzluklara, hukuk sisteminin denetlenemezliğine karşı bir bildiri, bazen kısa bir açıklama ile çıkıyor aydınlar. Bir bakıyorsunuz, birbirinden çok farklı, çok ayrı dünya görüşündeki insanlar, sanatçılar bu bildirilerde “aydınlar” tanımı içerisinde yan yana getirilmiş. Oysa bu tanımdan ne kadar eminiz? Bu kavramı azıcık kazımak, kurcalamak ve sorgulamak gerekmez mi?
Elbette, “kişilerle” ya da “kişisel düzlemde” bir sorunumuz yok. Bu kişiler hakikaten “aydın” da olabilirler. Benim asıl burada sorgulamak istediğim aydının ya da entelektüelin tanımlanması, kavramın yerli yerine oturtulması meselesi. Bunu sahiden doğru algılıyor muyuz? Her yazar, her sanatçı, aynı zamanda bir entelektüel midir? Bunları yerli yerine yerleştirmek gerekiyor. Aksi halde, kalemlerini yıllarca iktidar için kullanan Elif Şafak da aydındır, Perihan Mağden de… Kavramları olgularla ilişkilendiremiyorsanız, herhangi bir futbolcu ya da bir pop star da yarın bir gün “ben aydınım” diye çıkabilir, hiçbir itirazınız olamaz.
Gündelik dile yerleşmiş halde bu aydın: “sözde aydın”lar, “gerçek aydın”lar, “liberal aydın”lar… Kavramlar havada uçuşuyor. Bir kişi, birinin görüşünü beğenmediğinde, hemen, “sözde aydın” diyebiliyor o kişiye. Ya da, “O aydın değil ki” deniyor.
Batı dillerinde “akıl” ve “zekâ”dan türüyor entelektüel. Sözcük önceleri fiilken, isim olarak anlamına ilk kez Fransa’da Dreyfus Davası’nda kavuşuyor. Emile Zola, Yüzbaşı Dreyfus’un aleyhinde tek delil olmamasına rağmen haksız yere yargılanmasına karşın yargılanmasına, “J’Accuse!” “Suçluyorum!” diyerek karşılık veriyor Cumhurbaşkanına yazdığı mektupta. Olay sonunda pek çok akademi üyesi, profesörler, Zola’yı destekleyen bir bildiri yayımlıyorlar. Praksis’le, yani yaratıcı eylemle ilişkilendiriliyor böylece ilk kez Zola ile birlikte entelektüel.
Osmanlı dilinde aydının karşılığı olan münevver, “nur” ve “ışık”tan türemiş. F Develioğlu, N. Kılıçkını’nın sözlüğünde “Aydınlatılmış, bilgili, ışıklı” anlamına geliyor. Dil devriminden bugüne sözcüğün karşılığı aydın. Osmanlı’da ulema ve ilmiye sınıfından kişiler aydın olarak kabul edilmiş. Türkiye’de ise uzun yıllar, bürokrasi ile ilişkisi olanlar. Sözcüklerin bilinçle ilişkisi vardır. “Nurlandırılmış, ışıklandırılmış” karşılığı bile aydına, eylemsel olarak değil, metafizik bakıldığının bir göstergesi.
Dünya’da neler oluyor bu sırada? Zola, ardından ne çok aydını topluyor. Gramsci, Schumpeter, Paul Baran… Ardından Sartre, Edward Said. Şöyle diyor Paul Baran Aydınların Görevi ve Sorumluluğu yazısında. “Gerçeği dile getirme arzusu, aydın olmanın ancak bir koşuludur. Diğeri, vardıracağı sonuç ne olursa olsun, incelemeyi aklın gösterdiği yönde yürütmeye, (Marx’ın ifadesiyle) “varolan her şeyin acımasızca, eleştirinin kendi kaldıracağı sonuçlardan da her ne olursa olsunlar kendileriyle çatışabileceği güçlerden de yılmadan sürdürülmesi anlamında acımasızca, eleştirisi”ne girişmeye hazır olmak, bunu göze alma cesaretine sahip olmaktır. Aydın denilen kişi, böylece, yaptığı işi özü ve esası bakımından bir toplum eleştirmeni, daha güzel, daha insanca ve daha akla uygun bir toplum düzenine bir toplum düzenine giden yolu tıkayan engellerin ne olduğunu arayıp bulmayı, incelemeyi ve bunların aşılmasını kendisine dert edinmiş kimsedir.”
Aydının belirleyici özelliği “cesaretli” olması, P. Baran’a göre. Gerçeği söylemesi, her ne olursa olsun hakikatten yana olma. Schumpeter de bunu söylüyor, Gramsci de Sartre da ve bir bakıma Foucault da. Schumpeter, bir de kapitalizm karşıtlığını koyuyor. Aydın denilen kişi, kapitalizme karşı olmalıdır. Sartre’a göre de aydın, bir seçim yapmalıdır. Ya egemen sınıftan yana olacak ve o durumda “aydın” olmayacak, ya da egemen sınıfa karşı olacak. Egemen konumdakilerin isteğine göre hareket eden ve onların söylediklerini kayıtsız şartsız kabul eden kişiye, mesela böyle bir akademisyene, “bilgi teknisyeni” diyor Sartre. Ve yüzyılın belki en etkileyici tanımını yapıyor: “Aydın yalnızdır. Çünkü hiç kimse onu görevlendirmemiştir.” Kimse onu zorlamadığı halde, kimse onu mecbur bırakmadığı halde, görev ve sorumluluk bilinciyle eyleme geçmek. İşte, aydını aydın yapan. Aydın, gücünü de bu yalnızlığından alır aynı zamanda.
Edward Said praksisi esas alıyor aydını tanımlarken. “Entelektüel bir dağa, bir kürsüye tırmanıp yücelerden atıp tutmaz.”diyor. “Yalnız başına konuşur entelektüel, ama ancak kendisini bir hareketin gerçekliğiyle, bir halkın özlemleriyle, müşterek bir idealin peşinde hep beraber koşanlarla birleştiğinde yankı bulur sesi.” Edward Said’e göre aydın, eylemli kişi. Foucault da “iktidar sisteminin parçası” olarak görüyor entelektüeli. Entelektüel dediğimiz, toplumdan, iktidardan koparılmış bir özne değildir, o da iktidarın, bu sistemin bir parçası diyor. Birisi suçlanmak, aşağılanmak istendiğinde, “entel” denir Türkiye’de. Oysa entelektüel olmak, başlı başına ne kadar zor, ne kadar uğraşı, emek gerektiriyor.
Medya, sık sık, yazarlarla ilgili bir haber yapmak istediğinde, “Aydınlar şöyle… Aydınlar böyle…” der. Aydınları kullanmak, medyanın işine gelir. Çünkü kavramı muğlaklaştırmak, onları ya da güdümünde oldukları iktidarı güçlendirecektir. Hem sonra… Aydınların hakikatten yana olan yanına ne oldu? Nerede yalnız tek kişi bir konuda hakikatten yana olsun, orada linç girişimi başlıyor. Linç, önce, bu aydın sandıklarımızdan gelebiliyor. Edebiyatın, sanatın metalaşmasına karşı çoğunluk sessiz. Sorsak, bunlara da herkes karşıdır. Öyleyse haksız, çıkara dayalı ilişkileriyle var olan sanatçılara karşı çıkmadığınızda, hiçbir şey değişmez. Birkaç gazete, size “aydın” der, ama siz aydın olmuş olmazsınız. Aydının tanımının değişmesi gerekiyor. “Okumuş yazmış” “akademi tarafından bir şekilde kabul edilmiş” herkese aydın dememek gerekir. Herkes aydın olduğunda, kavramın içi boşalır, aydının kendisi anlamsızlaşır çünkü. Bu tartışma, “Aydınlar bugün bir bildiriye imza attı mı, atmadı mı?” haber başlığından daha öteye taşınmaz böylece.
Prometheus Mitini Yeniden Yazmak… Aiskhylos’tan Bugüne…
Belki de “yeni bir aydın” tanımı için, köklerimize dönüp bir bakmamız gerekiyor. Prometheus bir Antik Yunan miti. Titanlar soyundan geliyor Prometheus. Adı, “önceden gören” “düğümleri çözen” anlamlarına geliyor. Zeus’tan Olympos’luların iktidarını alıp, yerine insanlığı koymakta kararlı. Bunun için yasakları, işkenceleri göze alıp, “ateşi” yani bilgiyi insanlara götürüp veriyor. Zeus tanrılar tanrısı. İnsanlığa bilgiyi götüren, Zeus’a isyan eden Prometheus, bunun üzerine bir kayalıkta zincire vuruluyor Zeus tarafından. Bununla bitmiyor Prometheus’un cezası. Bir de Prometheus’un her gün yeniden doğan ciğerini yiyen bir kartal gönderiyor Zeus ona. Prometheus’un ciğeri her gün yeniden doğuyor, kartal onu her gün yeniden yiyor.
Aiskhylos’un Zincire Vurulmuş Prometheus oyunu, bu mitten yola çıkılarak yazılmış. İÖ. 465 yılında yazılmış oyun. Oyunda Güç ve Zor tarafından tutularak bir kayalığa zincirleniyor Prometheus. Aiskhylos, Prometheus’a inanıyor ama iktidarın da gün gelip yumaşayacağına, uzlaşmaya da inanıyor. Çünkü tanrılara, tanrıların adaletine inanan bir yazar. Prometheus, oyunda, gerek Okeonos, gerekse Hermes tarafından, “aklını doğru kullanmamakta” eleştiriliyor sık sık. Uzlaşmadan kaçması, insanlığa ateşi götürdüğü halde kendi kurtuluşu için bir şey yapmaması Prometheus’un aşırılığı, Aiskhylos’a göre.
Oyunun hemen başında, Güç’ün repliği ise her dönemin iktidarı için söylenmiştir sanki:
“Zeus’un yüreği yumuşamak bilmez
Gücü yeni elde eden sert olur.”
“Gücü yeni elde eden sert olur.” Sözün evrenselliği, sözün gücü bizi, her çağda yakalıyor. Prometheus ise dolaylı yoldan da olsa belli ediyor Zeus’a olan inancını. Prometheus, kendisini ziyarete gelen ve onu affetmesi için Zeus’la konuşacağını söyleyen Okeanos’a şöyle diyor:
“Koru kendini, bilirsin nasıl koruyacağını.
Bana gelince, ben bu çileme katlanacağım
Zeus’un öfkesi geçinceye kadar.”
Hakikaten kendisine verilen cezaya katlanır Prometheus. Zeus’un öfkesinin geçeceğinden ümitlidir hâlâ. Zeus’un değişebileceğinden. Oysa Zeus bu, hiç değişir mi? Nitekim oyun sonunda kasırgalarla, binbir türlü felaketlerle baş başa bırakıyor insanlığı.
Bugün, bu oyunu yeniden yazmak gerekiyor. Prometheus’a aydın dersek, bugün için aydın, suçlanma, işkence görme pahasına insanlığa bilgiyi ulaştıran, gerçeği götüren kişi. Ama asla, Zeus’un öfkesinin geçmesini bekleyen, koşullar ondan yana olunca ya da öfkesi geçince onunla “uzlaşabilecek” kişi değil. Olmamalı.
Prometheus’un ciğerini yiyen kartal, mesela kapitalizm. Her gün büyük bir iştahla saldırıyor. Vitrinlerde, holding yayınevlerinde, mağaza zincirlerinde, yoksulların bedeninde, büyük büyük şirketlerde, küçük insan ilişkilerinde görmek mümkün onu. Böyle okunabilir bugün kartalın öyküsü. Onun her gün yeniden doğan ciğeri ise, umut. Bize umudu üretmek, hep yeniden üretmek gerektiğini söylüyor. Ölüm ve yaşam, döngüsel biçimde tamamlanıyor, bütünlüyor birbirini.
Prometheus mitini yeniden yazarken, Prometheus’un isyanını, isyanımızı, Zeus’un öfkesi geçinceye kadar değil… Zeus gelip bizi tahtına ortak etse bile… Her zaman… ve her koşulda sürdürmeliyiz.
Aiskhylos’un eserinde yeryüzü felaketler içindeyken Prometheus halen zincirlidir. Acı içinde, ama zincirlerini zorlamadan dünyayı izler.
Bugün, o zincirleri kırmak gerekiyor.
Özgün Ergen