Burjuva sınıfı (burçlular), üretimden kopuşun getirdiği acizliği, megalomanik bir kendilik algısı yaratıp köylüleri aşağılayarak aşmaya çalışır. Megapol burçlularının egoları megalomaniktir, çünkü bu egolar yalnız ve zayıf birer simgeden ibarettir, doğada karşılıkları yoktur. Aslında burçluların tüm simgesel evreninin, toprağa sahip çıkan, onu işleyen ve ekip biçen köylülerin yaşamında hiçbir anlamı yoktur. Bugün arkasına saklandığımız avukat, psikiyatrist, profesör, siyasetçi, general, müdür, Nobel ödülü sahibi olmak, para-mal-mülk sahibi olmak, kişilik sahibi olmak gibi simgelerin, toprağı işleyerek üreten bir toplumda karşılığı yoktur. Böyle bir toplumun karşısında ne kadar kasılırsanız kasılın, o toplumun bireylerinin gözünde bir hiç olmaktan öteye gidemezsiniz; ta ki orağı ekinlere ustaca sallayabilecek, ineğin memelerinden sütü fışkırtacak bir ustalığa ulaşıncaya dek. Aslında bu simgesel evren, burçluların arasında bile hiçlikten çok öte bir şey değildir. Bu hiçleşmeyi Kafka “Dava” adlı eserinde çok güzel betimlemiştir. Ancak insanlık tarihi öylesine tersine gelişmiştir ki, kendi başına bıraktığınızda karnını doyurmaktan bile aciz olan burçlular sınıfı dünyanın kaderini elinde tutmaya başlamıştır. Bunun nedeni ise burçlarla çevrili binlerce yıllık şehirlerde dikili olan, doğaüstü güçlere sahip varlıkların tasvir edildiği heykellerdeki gibi birer ego yaratmanın, insanın en iyi bildiği bir iş haline gelmiş olmasıdır. Burçların ardına kapanan insan yaşamı, büyük bir yanılsamaya dönüşmüştür. O burçların kendisini neredeyse ölüme karşı bile koruyacağı hayaline kapılan insan, bu hayal dünyasının içinde, kendi kişiliğini de gerçeklerden kopuk bir ideal hayale dönüştürmüştür.
Bugün geldiğimiz nokta ise oldukça cesaret kırıcıdır ve neredeyse her burçluda, kendisini bir yarı tanrı mertebesinde görmesini sağlayan mükemmel bir kişiliğe sahip olduğu ya da gelecekte “o” olacağı inancı gelişmiştir. Bu dünyevi inanç nedeniyle günümüz dünyası aslında ileri derecede irticai bir dünyadır ve laiklikten de alabildiğine kopmuştur. Bu irticai ortamı besleyen en önemli şey ise şehirleşme ve üretim dizgesinden kopuştur. Şehir insanı, bir bebek misali üretmeden tüm ihtiyaçlarının giderilmesi beklentisi ve hatta talebi içindedir. Bu beklentinin nedeni ise kendisinin çok değerli bir şahsiyet olduğuna inanmasıdır. Yani burçlarla çevrili şehirler sürekli olarak, irticai dünyevi inançlar yaratırlar. Bu nedenle şehirleşen dünyada işçi sınıfı da, bu dünyevi inançların yarattığı irticaın kucağına düşmekten kendini kurtaramamıştır. Kemalizm’i Vaşington ve Brüksel’de eğitim görerek öğrenen subaylarımız ise, irticayı başörtüsüne indirgeyerek başörtüsü ile mücadeleye tutuşurken, öte yandan ekonomiyi özelleştirmelerle liberalleştirip, burçları güçlendirilmiş mega-kentlerde yaşayan ve küresel sermayenin eline teslim edilmiş, düşünemeyen ancak inançları doğrultusunda yaşayan bir toplum yaratıp kendi bindikleri dalı kesmişlerdir. Megapollerin insanı, kendi keyfini bozmayacak her şeye karşı duyarsızdır, ihtiyaçlarının karşılanmasını her şeyin önüne koyar. Keşke subaylarımız Kemalizm’in en önemli ayağının, vatanı sömürgeci sermayenin mekansal onarımına kapatmak olduğunu öğrenebilselerdi. Mekansal onarım sahası olan toplumların yaşamı artık inanç temelinde biçimlendiği için, Kafka’nın “Dava” adlı eserindeki gibi, mahkemeye zaten cezanız kesilmiş olarak çıktığınız bir toplum dizgesi ortaya çıkar. Bu nedenle son günlerdeki siyaset sahnesini, laik Kemalist güçlerle (TSK) irticai güçler (siyasiler) arasındaki mücadele alanı olarak tanımlamak çok yanlış bir tanımlamadır, çünkü ikisi de liberal ekonomiyi savundukları için irtica konusunda birbirlerinden geri kalır yanları yoktur.
Artık insanlar ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, sağlıklı düşünememekteler, kolay kandırılıyorlar. Çünkü mekansal onarıma tabi tutulan coğrafyada yaşayan insanlar, aslında ihtiyaçları olmayan şeyleri hayati bir ihtiyaçmış gibi algılamalarına neden olan bir dönüşüme maruz bırakıldıkları için aptallaşmaktadırlar. Bugün bolca yabancı turist ağırlamakla övündüğümüz Antalya’nın 5 yıldızlı otellerinde gençlerimiz, 45 derece sıcağın altında karın tokluğuna Almanlara, Ruslara hizmet etmektedirler. Oysa birisi çok değil 60 yıl önceki savaşta yerle bir olmuş, diğeri de daha 20 yıl önce ekonomisi yıkılmış iki ülkenin insanlarıdır hizmet ettikleri turistler. Gençlerimizden hiçbiri, ne oldu da daha dün yıkılmış olan bu ülkelerin insanları havuzda bira içip keyif çatarken ben bu sıcakta karın tokluğuna ona hizmet etmekteyim diye sormuyor. Bu gençlerimiz hala Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya’nın efendisi olacaklarının hayallerini görüyorlar. Bir deri bir kemik Afrika sıcağının altında hizmetlerini sürdürürken, bu hayallere olan inançları da en az o sıcak kadar güçlü.
Liseyi okuduğum okul, o dönemin sözde en zeki 96 öğrencisini iki basamaklı bir sınavla belirlerdi. Ben lisede iken o okuldan sadece 1 adet vardı, şimdi her kente açılmış. Bu lisenin mail grubundaki yazışmalarda birçok arkadaşımın Türkiye’nin dış borcunun kalmadığına inanması beni şaşkınlığa sürüklemişti. Hatta aralarından çok yakın olduğum birisi bizzat bana, borcumuzun son kuruşuna kadar ödendiğini ve borçsuz bir ülke haline geldiğimizi söylemişti. Bu kişi üniversite sınavında Türkiye’nin ilk üçüne girmiş bir kişidir. Kendisini en zeki grup olarak gören bu insanların bu kadar kolay kandırılabilmelerinin nedeni, toplumun maruz kaldığı aptallaştırma dönüşümünden nasiplerini alarak sorgulamadıkları bir inanç dünyasında yaşıyor olmalarıdır. Bugün büyük kentlerin en Kemalist semtlerinde yaşayan ve balkonlarına kalpaklı Mustafa Kemal resmi olan bayrakları asan ya da kendini solcu gören insanların çoğu bir yabancı sermayeli şirkette çalışmaktadırlar. Oysa o şirketlerin ülkemizdeki varlık nedenleri hiç de Kemalist ya da sosyalist bir amaç taşımamaktadır. Ama burçlular için vatan artık kendi kişiliklerine indirgenmiş olduğundan dolayı, ortada onlar için bir çelişki yok gibidir. Bu zihniyet, 1939’da başlayan II. Cumhuriyet’in zihniyetidir. Üretmeden edilgen biçimde, sömürgeci sermayenin hazırcılığa alıştırdığı bir yaşamı sürdürürken, vatan da insanların anlamlandıramadıkları bir kavrama dönüşüyor giderek. Boşuna Fransızcada ve İngilizcede köylü kelimesinin karşılığı olan paysan, peasant kelimeleri, ülke anlamındaki pays kelimesinden türememiş galiba. Rusçada köylü anlamına gelen mujik kelimesi ise Rusya’da vatanına sahip çıkan, onu işleyen ve eken biçen anlamında kullanılır. Mujikler sarışın, Kalmuk suratlı ya da esmer olsunlar, köylülük kültürü içinde bir araya gelerek farklılıklarını eritip, sahip çıkılacak bir vatan oluşturmuşlardır. Vatan, mujiklerin yaşadığı alandır. Köyleri yok ederek köylüleri şehirlerde toplayıp onları aptallaştıracak bir liberal ekonominin eline teslim etmek, burçlu aydınların önderlik ettikleri tüm devrimleri başarısızlığa sürüklemiştir.
Gerçek devrim, aydın-köylü birlikteliği ile yapılabilir. Çünkü aydın köylüye ışık tutarken, köylü de aydının vatandan yani alın terimizi akıttığımız topraktan kopuk uçuşan bir soyut simgeye dönüşmesini engeller. Körü körüne hızla şehirleşerek vatan kavramının anlamını da yitiriyoruz sanırım. Çünkü köylüyü yok ederek bizi uçuşmaktan kurtaracak çapamızı yitiriyoruz. Toprağı işlemedikçe ona sahip çıkmak da anlamsızlaşıyor herhalde. Toprağa sahip çıkmadan, sadece kişiliğimizi koruyarak antiemperyalist de olunamıyor. Postmodernizmin en belirgin ayağı da bu dünyevi inanç dizgesinin topluma hakim hale gelmesidir. Emeğiyle geçinmeyen, hazırdan beslenen her insan kendisini her şey zannedebilir, her şey olduğuna inanabilir. Bu bireylerden oluşan toplumda da hiçbir şeyin dikişi tutmaz.
Mutluhan İzmir