Tarihin Denize Döküldüğü Anlar-IV
Tarihin Denize Döküldüğü Anlar-IV

Öyküde hümanizm çizgisi

 

Ziya Osman Saba'dan Ahmet Büke'ye

 

Selim İleri, Ziya Osman Saba'nın öykülerini değerlendirirken şöyle der: Hikâyeci, her günün hayatında, anılar ve şimdi arasındaki gelgitte, kendi dünyasını ifade edebilmenin sınırındadır. (1) Saba, “Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'nde tepeden tırnağa yalnız bir şairin, artık yaşamadığı bir “geleceğe” güzel bir fotoğraf bırakmak istemesini anlatır. Öyle ki o fotoğraf bir gün şehit olursa okuduğu okulun şehitlerimiz köşesini, büyük bir şair olur da gelecekte bir edebiyat tarihçisi onu kitabına almak isterse o kitapta kendisinin anlatıldığı sayfaları süsleyecektir. Şair, “umut” duygusunun sadece “geleceğe” ait olmasının onu “güzel” yapmaya yettiğini düşünmektedir. “Bu caddeye ne kadar da çok fotoğrafçı toplanmış, şimdiye kadar kaç tanesinin önünde resimleri seyre daldım. Bütün bu mesut insanlar buralara da saadetlerini tespit ettirmek için koşuşmuş olacaklar. Bu resimlerde, yaşayacaklarından daha uzun zaman tebessümleri devam edecek. Şu gelin, demin gördüğüm kocalı kadın değil mi? Şu pembe yüzlü, çift örgülü saçlı küçük çocuk, daha demin sıçrayarak yanımdan geçen genç kız değil mi? Belli belli! Bu fotoğrafhanelerde hiç ölülerin resmi yok.”(s.21) Yanıldığını fotoğrafını çektirmek için girdiği fotoğrafçı ona çok çarpıcı bir sözle söyleyordu öykünün sonunda. “Beyim mazur görün, sizin fotoğrafınızı çekemeyeceğim, dedi.” (s.22) Bir türlü onu fotoğrafını çektiği öteki insanlar gibi gülümsetememiş, bir türlü “geleceğin” hüznüne saplanmış şairi gülümsetemiyordu.

 

Ziya Osman Saba, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi'ndeki öykülerinde 1940'lı ve 50'li yılların İstanbulu'nda insanların bir karabasan gibi gelecek korkusuyla yaşadıklarını bize anlatıyordu: “Zilini bile çalmak hakkım olmayan bu yabancı ev gibi, benim için neler hazırlamakta olduğunu bilmediğim istikbali de karşısında açamadığım kapısıyla yükselmiş buluyorum. (s. 42). Evet 1940'lı yıllar dünyanın bir savaşın içinden geçtiği, İstanbul'da “karartma gecelerinin” yaşandığı yıllar ve devlet “komünistlere” karşı her zamanki gibi tetikteydi, savaş insanlığın geleceğini karartırken o savaştan çıkacak yeni ve güzel günler umudunun sonraki yıllarda taşıyıcısı olacak komünizmin korkusuyla yaşıyordu. Saba, yaşadığı günlerin öykülerinde anı ve geçmiş arasında aslında salınır gibi gözükürken bu ülkenin insanlarının “sürekli bir geleceksizlik” duygusuyla nasıl yaşatıldığını bütün derinliğiyle keşfediyordu. O küçük insanların, memur ve işçi mahallerinin, halkın arasında şaşmaz bir gerçeklik duygusuyla saptıyordu “gelecekteki geleceksizliğimizi.”

 

Bunu nasıl yapıyordu peki? Elbetteki şaşmaz bir hümanizmle. Hümanizm nasıl Rönesans'a yol açarak insanı “kulluktan” insanlığa doğru sıçratmışsa Saba'nın keşfedip izini sürdüğü çelişki de bu geleceğin savaş ve kapitalizmle ketlenmesiyle ortaya çıkan bir çelişkiydi. Tabii ki Saba, bunu has edebiyatçı sezgisiyle hümanizmi birleştirerek; kendisinden, sınıfından olana duyduğu “sevgi” sayesinde yapıyordu. Saba, “Bebek” adlı öyküsünde genç anneye arkadaşlarının yardımlarını büyük bir sevgiyle anlatır örneğin ve zaman içinde “Mahallemize artan parasızlık fenalık da getirmiş”ti (s.133) diyecek, işsiz kalan delikanlıya “İşten atılmış delikanlı. Mülkünüz bir gıdım iyimserlik” (84) diyerek sevecenlikle yaklaşacaktı. 1940'lı ve 50'li yılların aynı zamanda İstanbul'da “emekçi” mahallerinin oluşmaya, yeni doğum yapmış o anneye yardıma koşan “mahallelinin” ortaya çıkmaya, iç göçün de artamaya başladığı yıllar olduğunu da burada anımsamamız gerekir. Saba, öykülerindeki İstanbul tasvirlerini de bu hümanizm duygusuyla çizer.

 

Bu ülke insanları hep “gelecek umutlu” günlerin propagandası altında beslenen “geleceksizlik” duygusuyla yaşatılmıştır. Saba'nın insanlarının ait olduğu sınıf, bu propagandaya en çok maruz kalan ve bu duygunun yerleştirilmesinin en çok istendiği sınıftır aynı zamanda. O yaşadığı sömürüyü, eğitimsizliği, açlığı, yoksulluğu “gelecek yok” diye bilince bir çıkarabilirse “devrim” kapıda demekti ve buna izin verilemezdi. O; ölü de olsa, içinde olamayacak da olsa “gelecek”le bağını koparmamalıydı.

 

Hümanizmden gerçekçiliğe

 

Saba, 1940'lı ve 50'li yıllarda fotoğrafçının bir türlü gülümsetemediği insanın o günde kalacak; ama geleceğe anısını değil duygusunu bırakacak fotoğrafını çekerken Saba'nın zamanına o “gelecekten” bir öykücü geliyordu. 2000'li yılların başında, 2004 yılında ilk kitabı İzmir Postası'nın Adamları (2) adlı öykü kitabı yayımlanan Ahmet Büke'de Saba'nın bu hümanizmi “gerçekçiliğe” dönüşüyordu.

 

2000'li yıllarda artık Saba'nın mahallesi ortadan kalkmış, fabrikalar yerini hizmet sektörüne bırakmış, kapitalistleşme onun İstanbulu'ndaki Boğaz'ı binalarla doldurmuş, işsizlik, iç göç yaşanan pis bir savaş yüzünde bu kentlerin dışında mahalle değil semtler yaratmış, o semtler içindeki mahallede Saba'nın genç annesine bakan arkadaşların yerini “birey”ler almış, eskici pazarları, emanetçiler yok olmuş, ama Saba'nın insanlarındaki “sürekli geleceksizlik” duygusu aynı kalmıştı ülkede.

 

Ahmet Büke'yi bu yıl yayımlanan altıncı ve yeni kitabı “İnsan Kendine İyi Gelir”e kadar sürdürecek bir “geçmiş ve tarih” yolculuğuna çıkmaya mecbur bırakacaktı. Öykülerini Saba'nın yazıp oraya bıraktığı yerden o bu kez “geleceğin” içinde yazmaya başlayacaktı. 1944 yılında fotoğrafçının bir türlü “rol yapmadan, poz yapmadan gülümsetemediği şairi; Foto Nuri, Fehim adlı sıcacık gülen bir gence dönüştürecekti. 1950'lı yıllardayız... O gencin bir acısı vardı ve bir kız kardeşi... Kız kardeşi mi bilinmez ama acı kesin. Baktığında, yiğit, mahallenin delikanlısı ama içinde kimseye göstermek istemediği bir sevdayla tutuşan bir yürek yanıyor. “ 'Fehim bir derdin var senin oğlum. Anlatmadı hiç. Karanlıkta için için ağlar mıydı bir de. Görmedim ama hissettim bunu hep. 'Nuri Abi, yarın senin dükkâna  uğrayayım da şöyle afilli bir resmimi çek.' Ah nereden bilirdim ki, o fotoğrafını vermek nasip olmayacak.” (s.9)  Yüz Elli İkilikler adlı öyküsünde 1951 Tevkifatı'nda korkan ama buna rağmen kendilerini feda eden iki yoldaşın öyküsünü okuyorduk. “Hayır Faruk'u gömemem. Çünkü o hâlâ bekliyor. Her şey rağmen biliyorum ki, ümidini hiç kaybetmedi. Benim içinse çok geç. (s. 42) O, vicdanın (kedisi) dönmesini bekleyeceği ahşap evine doğru tahta bavuluyla gidiyordu.

 

Büke'nin ikici kitabı Çiğdem Külahı'nda (3) bu kez İzmir'in kent merkezinin o yavaş yavaş kent insanı olmaya başlamış insanlarından çok kır insanlarıyla tanışırız ve aynı zamanda yine İnsan Kendine İyi Gelir'e kadar devam edecek unsurlar mahallenin çocukları, kedisi, köpeği, ağaçları, doğası öykülere devreye giriyordu.

 

Zaman Kırığı adlı öyküde, öykünün kahramanı toz içinde kalmış eski bir fotoğrafın hemen altındaki koltuğa çöker. (s. 37) Bir mektup gelir ve mektupta zaman içinde kendisine bir vicdan sorgulaması yaptıracak şekilde yitirdiği yoldaşıyla birlikte bir fotoğraf çıkar. Öykünü kahramanı İlyas'a öykü boyunca köpeği ve meyve yüklü ağaçlar eşlik eder. Bu öyküde de 60'lı veya 70'lı yılların acısını yaşayan İlyas'ın “zamanı yitirmesinin” tanığı oluruz.

 

Büke'nin öykülerinde hiçbir zaman “tarih” doğrudan belirtilmez. Ülkenin tarihinin parçası olmuş bir olay, bir simge, bir durum size öykünün geçtiği zaman dilimini bildirir. İşte o andan itibaren öykü başka bir “zaman” kazanmış olur. Örneğin bir öyküde Ballıca sigarasını yakar Adviye Hanım... Başka bir öyküde Jack Lemmon 37 yaşındadır... Başka bir öyküsünde bir kumru gelir tarihi okunabilen bir gazetenin üstüne konar.

 

Bütün bu zaman  Türkiye'nin 1950 ve 80'li yılların başına kadar zaman dilimini kapsar. Alnı Mavide'nin Biz öyküsünde “Yetmiş dokuza geldiğinde bunu gayet iyi hatırlıyorum, zira nedense tam da o sayının halihazırdaki yılın son iki rakamı olduğunu fark etmiş ve gülümsemiştim. (s. 33)

Bu zaman kaydırmaları Alnı Mavi'de (4) artık “an” öyküsüne dönüşmeye başlıyordu. Birbirine değmeyecek anlar öyküde buluşturuluyor, bir görüntü yaratılıyor ve o “kısa” gün büyük, ana zamana kırklara, ellilere, altmışlara, yetmişlere oturtuluyordu. Azur'un kerhanede çaycı çırağı olduğu öykü anlatılır örneğin. “Azur kanlı dişlerinin arasından gülümserken bir bebek doğdu Karşıyaka'da. Pembe battaniyesine sardılar kız çocuğunu. Annesi göğsünü çözdü. İri memeleri titredi. ...  Yürüdü. Tam da o anda kırmızı ayaklı bir leylek Fuar'ın üzerinde döndü, döndü... (s. 91- 95) “Ayşegül Teyzenin Hâlâ Açık Perdeleri” (s. 145) yatalak Ayşegül Teyze'ye bakmaya çalışan yoksul, iyi yürekli, “mahalleli” insanları anlatır bize Büke...

 

Yüklük'te (5) adlı kitabında biraz daha farklılaşıyor öyküler. Ülkenin içinde yaşadığı toplumsal koşulların sıradan, günlük yaşayan ama insanlıklarını yitirmemiş insanlarda nasıl bir yıkıma yol açtığını gösteren daha doğrudan öykülerle karşılaşıyoruz. “Bu Sene Her Şey İyi Olacak”ın anlatıcısı Ateş minibüs şoförüdür, baba Libya'da işçiyken iş kazasında ölmüş, ağabeyse Güneydoğu'daki yaptığı askerliği sırasında delirmiş ve gazi olmuştur. Bazen kardeşine minibüste muavinlik yapmaktadır. Sıradan bir günün akşamı ağabey annesine şunları söyler: “ 'Anne,' dedi, 'Biz Nezih'le karar verdik, bu sene ölmüyoruz.' Annem bana bakıyor bir an. 'Tabii oğlum!' diyor sonra, Ölecek ne var. Gençsiniz daha.” Abim neşeyle kalkıyor. Annemi iki yanağından öpüyor. Enseme bir şaplak atıyor. Hadi iyisin yine. Muavinsiz kalmayacaksın.'”

 

Alnı Mavi'de ortaya çıkmaya başlayan, Yüklük'te bir özellik haline gelen ve “İnsan Kendine İyi Gelir”de olgunlaşan bir özellikle karşılaşıyoruz artık. Büke'nin günlük, anlık ve sıradan bir gün ve anda yaşanıyormuş gibi duran öykülerinde, bu sıradan akışı bozacak, herhangi bir anda patlamaya hazır mayınlar, gerilim noktaları var. Aslında bu sıradan hayat Büke için bir mayın tarlası. O öykülerinde bu hayatın içindeki mayınlı noktaları işaretliyor. Görünürde uzayıp giden yeknesak, kara bir toprak ama o mayınlara basarsanız her şey değişir. Öykülerin hemen çoğunda o mayını patlatmıyor çünkü o mayınların patlamaması o öyküleri öykü yapıyor. Bu mayınlı gündelik hayatın “sürekli bir geleceksizlik” baskısı altında yaşayan insanları onlar. İşte Büke'yi hümanizmden “gerçekçiliğe” taşıyan nokta burası.

 

Yüklük'te yine Büke'nin öykü dünyası içinde ayrıksı duran Olmayınca Olmuyor öyküsünü okuyoruz. Bu öykü fütüristik bir öykü. Buna rağmen yine de “geçmişte bir yerde olanları” anlamak için bir işaret aramaktan geri duramıyorsunuz. Bunun  öykülerin bize kazandırdığı bir “direniş” noktası olduğu anlaşılıyor. İşte burada sevdiği yazarlarla yaptığı söyleşi biçimdeki öykülerinin birinde Platanov'a “Unutmak da doğuya özgü” dedirtiyor ve “unutmak/bellek/zaman=öykü” denklemini tekrar kuruyor. “Hayatın Bütün Sokakları”ı adlı öyküsünde şu satırları var. “Üzülmüyoruz, acıkmıyoruz, âşık olmuyoruz ama bütün bunlarını anısı sızıyor. Buna çare bulamamışlar.” (s. 87)

 

İnsan Kendine İyi Gelir”de bütün bu insani ilişkilerin oluştuğu, “mahallenin” artık bütünsel bir “yapı” haline geldiği öykülerle karşılaşıyoruz. Bu mahalle hırsız, dolandırıcı, yalancı, katil, tembel ama aynı zamanda iyi yürekli, insancıl, asi ve olağanüstü yanlarını isteyince ortaya çıkarmaya güçleri yeten insanlar. Bu kitap da “yüklük”le açılıyor. Büke, zamanı bir yük değil, bir “birikim” olarak düşündüğü için seviyor olmalı yüklükleri. Yüklüklerin arasında her zaman ele geçme olasılığı olan “aile” gizlerini de...

 

Sonuç

 

Ziya Osman Saba'nın 1940'lı yıllarda keşfedip bitimsiz bir iyimserlik ve hümanizmle bize gösterdiği, insanımızın bütün ezilmişliğine, sömürülmüşlüğüne, kıstırılmışlığına, yoksulluğuna rağmen insan kalabilmenin yollarını bulduğu gerçeğini, Ahmet Büke bugün o zamana yaptığı sürekli atıfla gerçekçi bir çizgiye taşıyor. Başka yolu da yoktu. Onu, aynı yöntemi uygulamaya çalışan öteki yazarların düştüğü boş nostalji övgüsü ve kofluğuna düşmekten alıkoyan da öykülerinin bu çelişkiyi gerçekçi bir şekilde verebilmesi.

 

 

 

 

 

(1) Ziya Osman Saba, Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi, s. 11, Alkım Yayınları, Aralık 2003

(2) Ahmet Büke, İzmir Postası'nın Adamları, Kanat Yayınları, 1. Baskı Eylül 2004

(3) Çiğdem Külahı, Kanat Yayınları, 1. Baskı, Eylül 2006

(4) Alnı Mavide, Kanat Yayınları, 1. Baskı, Haziran 2008

(5) Yüklük, Can Yayınları, Nisan 2014 

(6) İnsan Kendine İyi Gelir, On8 Kitap, Eylül, 2015

 

 

 

Nihat Ateş

 

Facebook
yorumlar ... ( 2 )
28-01-2016
29-01-2016 10:55 (1)
Asım Bezirci,Fethi Naci,Füsun Akatlı gibi nesnel eleştirmenlerin ölümlerinden sonra,roman-öykü eleştirisi bağlamında,basbayağı bir "çölleşme"yi yaşadığımız ortada.Dergilerde,kitap eklerinde okuduklarımız,çokçası "tanıtım yazısı" kısırlığını aşamayan,suyuna tirit değinilerden ibâret.Öylelerine bile eyvallah diyelim hadi;fakat,yazılanlar hemen her hâlükârda eşi-dostu hoşnut etmek güdüsünden kaynaklanmasa bir de!"Ben senin için yazdım,sen de benim için yaz" ucuzluğunda göz kırpmalara yaslanmasa!..Nihat Ateş ise,Ahmet Büke'nin verimlerine topluca yaklaştığı bu yazısıyla,çok özlediğim(iz) o nesnel eleştirmenler zincirine eklemleniyor.Bunu,yazısının tüm gövdesinde görüyoruz ya;bilhassa son cümlesi,eleştiri yönteminin sapasağlamlığına ilişkin,elmas değerinde bir belirlemedir:"Onu, aynı yöntemi uygulamaya çalışan öteki yazarların düştüğü boş nostalji övgüsü ve kofluğuna düşmekten alıkoyan da öykülerinin bu çelişkiyi gerçekçi bir şekilde verebilmesi."-bünyamin durali
29-01-2016 13:24 (2)
Bir taşla dört kuş oldu benim için de... Emeğinize sağlık Sn Ateş. Saygılar. Mine M.
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210637
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.