Ölü yazıcılar - Hamdi Koç’un “Çıplak ve Yalnız” kitabı üzerine bir inceleme-1

“Bereketli topraklar üzerinde” yaşıyoruz. Anadolu’nun hangi köşesini kazsanız altından kat kat çanak çömlek, kırık insan heykeli, tonluk kayalardan yontulmuş tapınak temelleri çıkıyor. Üstünde toprağın yüzünü kaplamış gürlek otlar, çalı çırpı, ağaçlar arasından enginar yaprağı işlenmiş bir yapı taşının yosunlu köşesi beliriyor. Bugün bize her şeyin en iyisinin, “idea”sının olduğu dayatılmaya çalışılan Avrupa’da böyle verimli, kat kat tarih çıkan toprak bulamazsınız. Şairin dediği gibi, Anadolu’dayız, buralarda,  “Havva anan dünkü çocuk sayılır.”

Bir yaz sıcağında, haritada Teos diye işaretlenmiş antik kenti ararken, deniz kıyısına kondurulmuş beton sitelerde tatil yapanlara sora sora verimli tarlaların ortasında güçbelâ bulabildiğim minik açıkhava tiyatrosunun doğanın örtüsüyle kaplanmış görünümünü unutamam. Tek başımaydım, fotoğrafımı çekmesini isteyeceğim hiçkimse yoktu. Otların sardığı unutulmuş taş sıraların kimsesizlik içindeki fotoğrafını çektim. Belki fazla heyecanlanacak bir şey de yoktu, karşımdaki, Anadolu’nun bereketli topraklarının her yöresinde karşılaşılacak bir tarih belirtisiydi.

Arkeologlar yüz yıldan uzun zamandır, kaza kaza bu zengin tarihin ve uygarlığın binde birini bile çözemediler. Geçmişin ölü kalıntılarını insanların o günkü yaşamını anlamak için ortaya çıkarmak… Arkeoloji insanı anlamak, yaşamı çözümlemek içindir. Çatalhöyük’te kerpiçten örülmüş evlerin başköşesindeki kocaman bir küpün içine gömülmüş insan iskeletini bulgulamak ve ölüleriyle aynı evde birlikte yaşama durumunu anlamaya çalışmak… Kırık bir çömlek parçasından tarihin bir toplumsal sürecine uzanmak ve insanların ilişkilerini ortaya çıkarmak ne heyecanlı bir serüven olmalıdır. Arkeologun bir de defineci ataları ve işteşleri vardır. Troya’yı keşfeden Schliemann’ın aradığı, tarihin belirtisi kadar, altınları değil miydi? Tüccar ile korsanın akrabalığı benzeri defineci ile arkeologun da ortaklığı vardır. Ama günümüzde yollar ayrılmıştır. Definecinin gece fenerinde acımasız ve telaşlı inen kazma küreği, kimi yerlerde iş makinelerinin altüst edici kepçeleri aradığı şeyi yalnızca bir nesne ve servet kaynağı olarak gören yabancılaşmasını gösterir. Onun karşısında arkeolog, toprağı okşayarak kazar, fırçayla ayrıştırır, sevgiyle araştırır. Anlamaya ve anlatmaya çalışır.

İlyada ile arkeolojinin Troya’sı

Orhan Kemal’in niteliğini söze döktüğü tarih ve doğa verimi fışkıran bu bereketli topraklardan, insanlığın kanlı tarihini gösteren insan iskeletleri, toplu mezarlar da çıkar. Topraklar ne denli bereketliyse onu mülk edinmek için verilen savaş ve kavgalar da o denli kanlı olur. Zaten Adana-Çukurova özgülünde buranın “bereketli topraklar” olduğunu belirleyen Orhan Kemal’in bir başka romanının adı, Anadolu’nun bu niteliğini de kavramlaştırır: “Kanlı Topraklar”. Yükselen ve yıkılan tarihi uygarlıkların adım başı kalıntılarıyla zengin bu topraklar, insanlığın uygarlığa geçişiyle başlayan ve hiç durmayan kanlı çatışmalarının da toplu mezarlarıyla doludur.

Arkeoloji toprağın derinlerindeki kalıntılardan geçmiş insan yaşamlarını, toplumsal ilişkileri anlamaya çalışırken, edebiyat da insanların eylemlerinin ve çatışmalarının anlatımından insan ve toplum gerçeğini ortaya koymaya çalışır. Gerçekçi edebiyatın temel özelliklerinden biri budur, bu dünyayı, toplumu ve insanı dilin imgesel kullanımıyla anlamaya ve anlatmaya çalışır. İlyada’nın Troya’sıyla arkeolojinin Troya’sının buluştukları gibi, insan ve tarih gerçeğini daha iyi kavramak için edebiyat ile bilimin kesiştiği de olur. Gerçekçi yazarları okuduğumuzda bu bereketli toprakların üzerindeki kavgayı, insanların mücadelesini, onları köleleştiren toplumsal ilişkileri duyar ve düşünürüz. Bilincimize katar, eylemimize taşırız. Edebiyat da yaşamı daha iyi, etkin ve verimli kılmak için bize katkıda bulunur.

Arkeologun kalıntılardan tarihteki insanın yaşam bilgisine varmaya çalışmasına benzer biçimde yazar da roman, öykü ve şiirde yarattığı yaşam imgelerinden yola çıkarak toplum ve insan gerçeğine varmaya çalışır. Yapıtıyla bizi de bu arayışa ortak eder.  Bir gerçekçi romanı okumak da bir eskiçağ kentini gezmek kadar heyecan vericidir.

Bugün ise bu heyecanımızı öfkeyle harmanlayan bir saldırı altındayız. İki koyun arasında uzanan üç bin yıllık bir eskiçağ kentinin tepeye yerleştirilmiş taş sedirli açıkhava tiyatrosunu gezmek isterken önünüze her kalıba giren betonla dikilmiş beş yıldızlı bir otel çıkabilir. Her kalıba giren beton gibi her değeri kendine indiren paranın saltanatında insanlığın geçmiş tarihini ve bugününü bilgiyle, estetikle duyumsamak ve yaşamak mümkün değildir. Sultanahmet’teki hapishaneden bozma otelin arka bahçesine, inşaat yapmak isterken kazara çıkan tarihi kalıntıları, bir gece yarısı beton makinelerinin püsürükleriye yeraltına gömerler. İnsanı ararken betonda boğulmak; bilimin, felsefenin, edebiyatın kapitalist toplumdaki durumunu anlatır.

Ödülün kıymet-i harbiyesi

Yaşamı geliştirmek ve güzelleştirmek için bir yol bildiğiniz edebiyatta ölümün övgüsü ve sevdasıyla karşılaşmak, benzer bir öfkeyi duyurur. Bugünün romanında, öyküsünde artık kapı açılmak istenen yaşam değil, ölüm olmuştur. Roman diye basılan ve satılan bir kitapta, insanların yaşamını gözlemlemek ve anlatmak dururken, ölülerin, ruhların, hayaletlerin uydurmaca anlatımına girişmek… Günümüzde “ödüllendirilen” edebiyat bu olmuştur.

Çok şükür, bu edebiyat bizim ilgi alanımıza girmiyor. Ama Türkiye gerçeğini edebiyata sokanların başında gelen yazarlardan biri, Orhan Kemal’in adını, bir ödül bahanesiyle böyle bir kitapla yan yana getirmeleri, bir ölü yazıcıyı ele almak zorunluluğunu dayatıyor. Yaşamı değil, ölümü temel alan bir edebiyatın üreticisine “ölü yazıcı” demeyi öneriyorum. Yazıcı mı ölü, yoksa ölü’nün mü yazıcısı; ikisi arasındaki mesafe sanıldığından daha kısadır. Bunu, tartışacağım.

Ödüllere hiç aldırış etmeyen bir geleneğimiz var; İnsancıl yolu diyebiliriz, hiçbir yarışmaya katılmadan, hiçbir ödülü önemsemeden bu yolda gidiyoruz. Şimdi, gene yolumuzdayız ama duraksamadan da edemiyoruz,  gerçekçi edebiyatın heyecanına karışan bir öfke, bizi hiç yapmadığımız bir işe zorluyor. Ailesinin adına koyduğu ödülü vererek, insan ve yaşam sevgisiyle dolu bir yazarın, Orhan Kemal’in adını, eğer duyabiliyorsa bütün sevgisini ve övgüsünü kitabında ölülere, hayaletlere, topraktan çıkan iskeletlere yöneltmiş bir yazarla buluşturması bunu bir görev haline getiriyor. Hamdi Koç’un “Çıplak ve Yalnız” adlı romanına, aralarında, edebiyatımızda gerçekçi ve insani duyarlıklar taşıyan seçici kurul üyelerinin de bulunduğu bir toplulukça Orhan Kemal ödülü verilmesi 599 sayfalık tatsız bir kitabı okumak zorunda bırakıyor. Herhalde, bu uzun girişin nedeni, AVM kodlu çarşı vitrinlerindeki 9’la biten fiyat etiketleri gibi 599 sayfalık tatsız bir kitabı okuma ızdırabını biraz hafifletme çabası olabilir. Ya da bu her kalıba giren beton benzeri yazı selini neresinden tutup eleştirmeli sorusu karşısında çaresiz kalışı gizleme çabası… Kaçış yok!

İşportacı dili

Hamdi Koç, “Çıplak ve Yalnız”da ölülerine, ruhlarına, toplu mezarlarına kavuşmak için, “işportacı diliyle” tam 599 sayfa yazmış. Bu benzetmeyi filozof dostum Sami Gürel yaptı. Ben “Çıplak ve Yalnız”ı okuma ızdırabını eş dostla paylaşarak hafifletmeye çalışırken, okuduğum birkaç bölümceyi dinleyince teşhisi koydu; “işportacı ağzı”. Romanda yaşamın yeri varsa elbette işportacı da, onun kendi diliyle derdini anlatması da olacak, ama bütün kitap bu dil ve mantıkla yazılırsa, yazarın perspektifi karaktersiz bir karakterin gözüne sığdırılırsa, ortaya “Çıplak ve Yalnız” kitabı çıkar.

Kitabın ağzından yazıldığı, yirmi yaşlarında, telefon şirketinde çalışan küçük memur Mesut, gizli evine yeni bağlanmış ve numarasını kimsenin bilmediği telefonuna ilk gelen aramayla amcasının öldüğünü öğrenip cenazesine katılmak için onu almaya gelen şoförle yola çıkıyor ve Ordu’nun Ünye kasabasına gidiyor. Amcasının ilçenin en zengini, kendinin de yengesiyle birlikte mirasçısı olduğunu öğreniyor. Bir iki günde amcasının babası, yengesinin annesi olduğunu anlıyor. Amcasının çalışanlarından Allahşükür’ün deli ağabeyinin define ararken bulduğu bir toplu mezarla karşılaşıyor ve onu deliler gibi kazdırıyor. Ama bu toplu mezarın tarihsel nedenini tam öğrenemiyoruz. Yazar genel ve yuvarlak savlarla geçiştiriyor. Toplu mezarın gerçeğini araştırmak yerine bununla ilgili duygusal etki yaratmakla yetiniyor. Bu arada Mesut, orada rastladığı iki kızla sevişmeyi de ihmal etmiyor. Birkaç cinayet işleniyor, ruhlar havada uçuşuyor, rüya mı gerçek mi olduğu belirsiz sahneler yaşanıyor. Roman kişisi mirasa konuyor ve yaşamını keyifle sürdürüyor.

Hamdi Koç, şaşırtıcı kılınmaya çalışılmış bu olay dizisi için işportacı Türkçesiyle tam 599 sayfa yazıyor. Kısır bir olay örgüsünü bu kadar uzun anlatma özelliğini yerli televizyon dizilerine benzetebiliriz. Onlarda da hiç bitmeyen, günlük yaşamın vıdıvıdısıyla, gelgitleriyle tekrarlayıp duran bitmez bir olay örgüsü sürer.

İşportacı dilini örneklemek için kitabın herhangi bir sayfasından herhangi bir bölümcesini almak yeterli. İkinci sayfasından aktarıyorum:

“Uykusuzluğa alışkın değilimdir. Karım sırnaşmadığı zaman saat onda yatar, beşte kalkarım. Kalkar hemen işe giderim. Tabii yine karım sırnaşmazsa. Çünkü gece olmazsa sabah mutlaka olsun ister. Hayır deme hakkım yoktur. Benimle onun için evlendiğini biliyordum. Ve benimle evli kalsın istiyordum. Bari önce eve gidip vazifemi icra edeyim, dedim.”[1] Sanki kahvehanede iki satıcı cinselliklerini konuşuyorlar; sevişmek “vazife icra etmek”. Kitap birinci tekil kişinin ağzından, “ben-öyküsel” anlatımla yazıldığından bu dil ve mantıktan hiç uzaklaşmıyor.

Ölü yıkayıcının ücreti

Mesut, hiçbir toplumsal değeri bulunmayan bir kişilik. Evliliği iradesiz bir kişinin nesneleştiği, “vazifeli” kılındığı bir ilişki olarak yaşıyor. En yüce değeri para. Yirmili yaşlarının başında, ezilmiş, adam yerine konmamış biri, temel derdi önemsenmek. Yazarın hiçbir mantığa dayandırma gereği duymadığı bir biçimde, kimsenin bilmediği telefonundan amcasının ölüm haberini vermek için aranınca şunları düşünüyor: “Amcam ölünce ilk bana haber verdiler. İnanmadım. Olmaz öyle şey, dedim. Oldu valla, dediler, amcan öldü. Ya tabii ki ölmüştür, ayrı konu, ama ilk bana haber verdiğinize inanmıyorum, dedim. (…) Doğru söylüyorlardı. Cidden amcam ölmüştü ve ilk bana haber veriyorlardı. Çok duygulandım. Hayatımda ilk kez bir konuda ilk akla gelen isim oluyordum.” (s.13) Bu bölümceyle kitabın başlangıcını da aktarmış oldum. İlkin kendisine haber verdiler diye neredeyse ölüm haberine seviniyor. Bu ezilmiş kişinin bakış açısıyla insan yaşamının en ağır gerçeklerinden biri, ölüm gerçeği önemsizleştiriliyor ve benlik kaygısının gerisine itiliyor. Anlatıcının gerçeği tersine çeviren bu yaklaşımını, ölüm haberi veren kişiyle telefonda konuşmasında da buluyoruz: “Ya Kasım Emmi, amacamı siktir et, öldü kurtuldu, ona değil sana üzülüyorum, her saniye katlanarak artan telefon faturası yüzünden iflas etmek üzeresin.” (s. 17) Fatura kaygısı, üstelik tanımadığı birinin ödeyeceği fatura, yakınının ölümünün önüne geçiyor. Kasım Emmi, cenazeye gelmesi gerektiğinde ısrar ediyor. Mesut ise konacağı mirası düşünüyor ama bir yandan da kuşkulu. “Dur bakalım, diye derin bir nefes aldım. Hemen havaya girmeyelim. Belki bana sadece ölü yıkatmak istiyorlardır. Olur, yıkarım, ama paramı peşin alırım. Ölü kaça yıkanır acaba? Iyy! Ve nasıl yıkanır? Kese mi yapılır? Sabun? İki kere sabunlasak yeter mi? Yetmezse günah olur mu?” Görüldüğü gibi, işportacı bütün olasılıkları etüt edercesine konuşmasını sürdürüyor. Bir ihtimal daha var. “Keşke amcam yerine yengem ölseydi. Kadın vücuduna ellemek kolay. Ayrıca yaşlı kadın vücuduna karımdan alışkınım. Bakalım. Belki ben gidene kadar yengem de ölür, önce onu yıkar, işe alışırım.” (s. 19) Aynen böyle; “yaşlı kadın vücuduna alışkın” olmak ve ölü yıkarken bunun yararını ummak… Bu mantıkla yazılmış 599 sayfa ve bunu okuma görevinin ağırlığını düşünün.

Adına ödül verdikleri Orhan Kemal’in, ağaçlı tepelerin, yeşil vadilerin arasından süzülerek akan bir nehir gibi güzel Türkçesiyle yazılmış, her satırına insan ve yaşam sevgisi sinmiş, hazla okunan 400 sayfadan uzun bir romanı yok. Bu romanlarda kişiler, gerçek yaşamın çatışmaları, acıları ve duyarlıkları yüklü eylemlerde bulunurlar, zorunluluklar ve dayatmalara karşı direnirler, bazen de bunlar karşısında ölüme sürüklenirler. Burada, şu soruyu sormadan edemiyorum. Hamdi Koç’un “Çıplak ve Yalnız” kitabına Orhan Kemal Roman Ödülü veren seçici kurul üyeleri, bu tatsız kitabı baştan sona okudular mı? İddialarına göre, okumuşlar, bununla da kalmayıp, “Çıplak ve Yalnız”ın anlatımını, Orhan Kemal’in dünya görüşüne yakın bulmuşlar.

Bu soruyu, Hamdi Koç’la geniş bir söyleşi yapan Beyazıt Kahraman’ın internet sayfasına yazdım. Seçici kurul üyelerinden Feyza Hepçilingirler, “bu ciddi bir suçlama” diye yanıt verdi. Hepçilingirler şunları yazdı: “Seçici kurul, romanı, "tarımsal üretim atmosferindeki insan gerçekliğinin dönüştürülebileceğini, daha iyi bir dünya için yaşanan acılardan kurtulmanın mümkün olduğunu, Orhan Kemal’in dünya görüşüne yakın bir anlatımla bir dizi bilinmezle irdeleyen ve tarihe yaptığı göndermelerle evrensel vicdanı da hatırlatan yaklaşımıyla" ödüle değer bulduğunu açıkladı.” Pek ince bir gerekçe, ama kitabı okumazsanız, gerçekle hiç uyuşmadığını nereden bileceksiniz; bunu sorgulamak için ben okudum. “Tarımsal üretim atmosferindeki insan gerçekliği”nden kitapta eser yok. Eğer “atmosfer” kavramının her kalıba giren belirsizliğine sığınıyorlarsa o başka. Hamdi Koç’un kitabında mezarlık atmosferi var, mezardan elini çıkarıp bayağı bir Hollywood filminden alınmış sahneleri canlandıran hayaletler âlemi var ama tarımsal üretimin, yani toprağı işleyerek insanların besin kaynaklarını oluşturmanın hiçbir izi yok. Atmosfer değil ama laf olarak var; amcanın zenginliğinin fındık üreticilerinin borçlandırılarak tefeci faiziyle soyulmasından kaynaklandığını bir iki yerde okuyoruz ama bunu bir romanda olması gerektiği biçimde, imgeleştirerek, belli kişilerin ilişkileri, çatışmaları içinde, roman örgüsünde öykülenmiş biçimde göremiyoruz.[2] Zaten yazarın hiç böyle bir derdi yok. Onun ilgi alanına, yaşayan insanlar, üretimde bulunan emekçiler girmiyor, beyni kurşunla parçalanmış tefeci zenginin, nasıl oluyorsa, anlatıcıyla iletişime geçen “mutsuz” ölüsünü anlatma derdinde o. “İnsanı aklıselime davet eden akıllardan ve çenelerden nefret ediyorum. Nereden biliyorsunuz?! Hayatta tecrübeden edinilmiş faraziyelere saygı gösterebilirim, ama kulaktan dolma edinilmiş faraziyelere veya nazariyelere asla. Çünkü ölüler duymaz! Yok ya! Ben amcamın duyduğunu hissediyordum. Her şeyin farkında olduğunu anlıyordum. Aklımdan geçenleri bile okuyabildiğini fark ediyordum. Nasıl? Bilmiyorum. Belki kan çekimi yoluyla. Kan dili diye bir şey olabilir, ve kan konuşması[3]. Bilmeme imkân yok, ama oluyordu. Hem de o kadar hızlı oluyordu ki hoca kefenin üst kısmını açıncaya kadar, amcam bana üstünü kapatıp onu oradan götürmemi istediğini söylemeye başlamıştı.” (s. 104) İşportacı mantığının deneyselliği, gasilhanede yıkamaya hazırlandığı ölüye böyle uyarlanıyor. Yani ölünün konuştuğunu kanıtlamak için “tecrübeden edinilmiş nazariye” peşindeyiz. Yeri gelmişken, Türkçe üzerine kitapları bulunan, dil ve anlatım güzelliğini öğretmeye çalışan Feyza Hepçilingirler’e, “aklıselime davet eden akıllardan ve çenelerden” deyişinin nasıl bir anlatım becerisi olduğunu da sormak istiyorum. Bu kadar uzun bir işportacı gevezeliğini edebiyat sanatının hangi ölçütleri, Orhan Kemal’in yazarlık sanatına yakınlaştırıyor?

Çilingirler’e haksızlık etmeyelim, seçici kurulda, Orhan Pamuk’un topal Türkçesini eleştirme cesaretini gösteren Tahsin Yücel, İnci Aral, Ahmet Telli, Turhan Günay, M. Nuri Gültekin ve Nâzım K. Öğütçü[4] de var. Bu seçici kurulun Hamdi Koç’un kitabı için hazırladığı ödül gerekçesini sorgularken, “daha iyi bir dünya için yaşanan acılardan kurtulmanın mümkün olduğunu, Orhan Kemal’in dünya görüşüne yakın bir anlatımla bir dizi bilinmezle irdeleyen”

 

bu kitabın bu gerekçenin hangi sözcüğünü hak ettiğini tartışırken bir 99 sayfa da ben yazmak istemem. “Bir dizi bilinmez”, mirasyedi Mesut’un ölüyle konuşma deneyselliği ve ölünün mezardan uzanan kolunun falcı kadını yakması olsa gerek. Hamdi Koç deneyselliği, bu bilinmezleri mirasyedi Mesut’un denektaşında doğrulamayı yeterli buluyor. Demek seçici kurul da bundan pek etkileniyor. Bu gerekçede asıl yaralayıcı olansa, bu vıdı vıdı selinde, “Orhan Kemal’in dünya görüşüne yakın bir anlatım” bulduklarını ilan etmeleri. Demek ki, büyük olasılıkla, okumadıkları bir kitabı ödülle yaftalarken, kimsenin de okumayacağına güveniyorlar. 2014 Orhan Kemal Ödülünün “Çıplak ve Yalnız”a böylesi bir gerekçeyle verilmesi, edebiyat cephesinde, bilgisizliğin, döküntünün, ölü yazıcıların zaferine oybirliğiyle biat demek oluyor.

“Çıplak ve Yalnız”da her şeyi, hiçbir toplumsal değerin izini taşımayan ezik bir kişiliğin perspektifinden okuyoruz. Yazarın onun dışında bir ufku olduğunu göremiyoruz. Dolayısıyla bu önemliyi önemsizleştiren, değersizi değerlileştiren bakış açısı, kitabın temel yöntemi oluyor. Yazarın dünyaya bakışı, aktardığım ölü yıkama sahnesinden de görüleceği gibi, yaşayan insana değil ölüye duyarlılık gösteriyor. Bu gasilhane sahnesinin bir başka bölümcesi var ki, onu aktarınca seçici kurulun beğenisinin daha iyi anlaşılacağını umuyorum.

Devam edeceğiz.

B. Sadık Albayrak

Dipnotlar

1 Hamdi Koç, Çıplak ve Yalnız, s. 14, Doğan Kitap, 2013, İstanbul. Bu kitaptan yapılan bundan sonraki aktarmalarda parantez içinde sayfa numaraları belirtilecektir.

2 Karadeniz’in bu bölgesinde tarımsal üretimin temel öğesi fındıktır. Kitapta da fındık üreticilerinin amcaya borçlanarak tefeci faizi ödemek durumunda kaldıkları bir iki yerde geçiyor. Ama yazarın üretim ve üreticiyle hiçbir ilişkisinin olmadığını, kişisinin ilk kez karşılaştığı fındık bahçesini şu biçimde anlatımından da çıkarabiliyoruz: “Fındık sevimsiz bir ağaç. Bodur. Altında yürünmeyen ağaç benim gözümde ağaç değildir. Çalıdır olsa olsa. Üstelik bu yükselmediği gibi bir de doğruca yana açılarak yolu kapatıyordu. Neticede bahçe denen bahçeden hoşlanmadım.” (s. 233) Fındık ağacı için bu kişinin, ağacı seyretmek veya gölgesinde keyfetmek için gören bakış açısı dışında bir betimlemeye, fındık üreticisinin durumuna ilişkin başka bir değerlendirmeye rastlamıyoruz.

 

3 Seçici kurul, gerekçesinde Hamdi Koç’un anlatımını Orhan Kemal’in dünya görüşüne yakın buluyor. Anlatım ile dünya görüşü birbiriyle eşleştirilemeyecek iki ayrı kategori. Dünya görüşü, insanın bakış açısı, yaşam felsefesi, ideolojisi olarak alınabilir. Anlatım ise, edebiyatın bir kavramı, bir metni düzenleme, sıralama, kurgulama, biçem, dil işlevlerini kapsar. “Dünya görüşüne yakın anlatım” sonucuna varabilmek için bu öğelerin, Orhan Kemal’in maddeci felsefesine, aydınlık gerçekçilik dediği edebiyat anlayışına uygun olması gerekir. Hamdi Koç, “kan konuşması”ndan söz ediyor. Maddeci dünya görüşüyle bunun bir yakınlığı olabilir mi? Orhan Kemal’in Bursa Hapishanesi’nden öğretmeni Nâzım Hikmet’in bu safsatayla hesaplaşmak için yazdığı bir roman vardır; “Kan Konuşmaz”. Anlaşılıyor ki, Hamdi Koç, Orhan Kemal’in dünya görüşüne yakın değil, ama seçici kurul, Hamdi Koç’un dünya görüşüne yakın. Ölüleri konuşturan, ruhları var gibi yazan Hamdi Koç benzeri, seçici kurul da “Çıplak ve Yalnız”da olmayan değerler buluyor. Koç’un anlatımıyla, “tecrübeleriyle faraziyeler ve nazariyeler” icat ediyor, ödül gerekçesi uyduruyor.

4  “Kadın vücuduna ellemek”ten ölü yıkama tecrübesi kazanan kişiler yaratan Hamdi Koç’a ödül veren seçici kurulun üyesi Nâzım K. Öğütçü’ünün adı da Orhan Kemal’in hapishanedeki öğretmeni Nâzım Hikmet’ten geliyor. Bir iki fındık,  tefeci, faiz lafı duyunca tarımsal üretimin romanını bulduğunu zanneden N. K. Öğütçü’ye en kısa zamanda bir iki Orhan Kemal romanı okumasını tavsiye ederim. Rıfat Ilgaz’ın “Karadeniz’in Kıyıcığında” ve “Yıldız Karayel” romanları da estetik bilincine iyi gelecektir.

Facebook
yorumlar ... ( 2 )
08-09-2014
08-09-2014 22:34 (1)
sert, ama okuması keyifli bir eleştiri yazısı olmuş... e, şimdi kitabı da alıp okumak lazım ki kim haklı, anlayalım... bu durumda, yazar ve yayıncılar da olası satış amacına ulaşmış olacak... hani, reklamın iyisi kötüsü olmaz, derler ya, işte biraz öyle oluyor, ister istemez... Saygılar... BO
22-09-2014 20:49 (2)
Sanatı kartellerin eline bırakılmış bir toplumun ileri gitmesi beklenemez.Toplumumuzda kitap okuyan kişi sayısı gelişmiş ülkelerin çok altında kalırken bir de edebiyatın bu şekilde zehirlenmesinde, yazdıklarınızdan basılmasının bile hayret verici olduğu anlaşılan bu kitaba bir de tutup ödül verilmesinde amaç ne olabilir ki?Toplumun daha da geri bırakılması, kısır bir sanata mahkum olması mı? Bu tip kitaplara ödül verenlerin bu ülkeye ne büyük kötülük yaptıklarının farkına varılmasını diliyorum. İyi ki Orhan Kemal bunu görmemiş.Kendi adına böyle bir romana ödül verilmesinden dolayı üzülürdü.RL
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211053
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.