Sevgideğer ABC,
Merhaba,
Şiirlerini bir değil, bir kaç kez okumaya çalıştım. Hiç çekincesiz, dobra dobra söylemem gerekecekse, her okumaya kalktığımda, Türkçemizin en iyi şairlerinden Cemal Süreya'nın, "kumaşın kalitesi, ilk metresinden belli olur" deyişi geldi aklıma. Bir şiir de, kendini, nitelikli olup olmadığını, henüz ilk dizelerinden itibâren belli etmeye başlar.
Sâhiden de "üzülerek" demeyeyim ama, “hüzünlenerek” saptadım ki, gönderdiğin çalışmalar için "kötü şiir" bile demeyeceğim. Hiçbiri "şiir değil"di çünkü.
Hâlbuki, sana daha önce de dediğim gibi, 1990'ların başında, epey seviyeli şiirler yazdığını anımsıyorum. Belleğim beni burada yanıltıyor mu yoksa? Belleğimin sağlamlığından şu nedenle şüpheleniyorum: Anımsadığım şiirlerinle bu yolladıkların arasında, en ufak bir ilmek, en küçük bir bağ yok. Dahası, o yıllarda yazdıklarını ne kadar dikkate değer buluyorsam; bu yolladıklarını o denli cansız, yaşadıklarımızla hiçbir biçimde örtüşmeyen çiziktirmeler olarak görüyorum .
Sen, bir takım olaylar anlatıyorsun. Öykülemeci bir dilin var. Şiirin onlarca düşmanından biridir öyküleme. Hattâ, "şiir, öykülemeden yakasını kurtarabildiği oranda şiirdir" bile denebilir. Neden dersen; şiir, üst-düzeyde bir soyutlamacı mantıkla iş görmesi nedeniyle, olaylardan değil, olgulardan hareket eder ve olgularda konaklar. Şairin imgeleminin, "nesnel dünya"yla birebir çakışması olanaksız olduğundan; şiir, öznelliğin ufuklarında kanat çırparak kavuşur özgürlüğüne. Elbette, buradaki öznellik kavramını "özerklik"le sınırdaş bir bağlamda kullanıyorum. Dolayısıyla, şiirin öznelliği, şairini her boydan "bireycileşme"den uzak tutan bir "bireysellik"tir. Eskilerin deyişiyle "nevişahsına münhasır" olmak, yâni "kendine has olmaklık", daha Türkçesi "özgünlük" dediğimiz şey, tastamam bu noktadan neşet eder. "Gündelik dil"in, "kullanmalık dil"in, "ortaklaşa dil"in baskısından kurtulmak, böylelikle mümkündür. O sebeple ki, hiçbir biçimde denetlenmemiş, estetik bilinç katmanlarının içinden geçirilmeksizin "anonim tortular" hâlinde istiflenmiş "ortalama duygulanmalar"la "ortalama anlatımlar"ın aritmetik toplamından herhangi bir şiirsel atmosfer türetmek, şiir târihinin kaydettiği bir gerçeklik değildir. 1980’de yazdığın çok uzun başlıklı bir şiirinden demeyeyim, çalışmandan aldığım aşağıdaki kesit, dediklerimi doğrulaması bakımından yerinde bir örnek oluşturuyor:
“Çok büyük mali zararlara yol açmış
Doğu bölgelerinden gelen işsizler
Batı bölgesini tehdit ediyormuş
Anarşi her gün dünden fazla
Cana kıyıyormuş
Sevgilisi tarafından terk edilen genç kız
Kendini köprüden atmış
Âşık mı oluyorum yoksa ben?
Öyle ya, bekarlık…?
Yoksa deli miyim ben?
Anamın giydiği
Allı yeşilli…
Uzun topuklarına dek
Sarılı, mavili…"
Şiir, “varlık”a, (“var-olan”a) müdâhâle eder ve müdâhildir. Beş duyu organımızın algılayabildiğinin ötesine taşma bilincini-eylemini zorunlu kılar bunlar. “Realite”yi (“gerçeklik”i) değiştirmeyi, realiteyi yapaylıklara sapmadan kurgulamayı göze almaktır, esas mesele. Yoksa, “doğa-toplum”, oradalığıyla-öyleliğiyle, gözlemsel-deneysel bir gerçeklik zâten. Bizim onu, oradalığıyla-öyleliğiyle alımlamamız için, fazladan çırpınmaya gereksinmemiz yok. Oradalığı-öyleliği, şiirsel potansiyel ve kinetiğimizle, başka süreçlerin, başka bir dünyanın fenomeni hâline getirebiliyor muyuz? Problematik odur. Senin “Fistan” şiirinde bunlardan eser yok. Çıplak-fiziksel gerçeklik’in teslimiyetçi “durağanlığı”dır sâdece, okuduğumuz. Ne demeye getirdiğimi vurgulamak için, “Fistan” başlıklı şiirini naklediyorum:
"Bacımın kuşanıp
Kendini beğendiği
Endamını çıkaran
Fiziğini belirleyen
Siyahın üzerinde
Benek benek benekler
Topuk topuk topuklar
Rengârenk açmış güller
Anamın, bacımın
Avradımın
Kara bahtı gibi…"
Hüzünlenerek belirlediğim noktaların hangisine değinsem ki! Şiirin kuramsal sorunlarıyla, “mütemmim cüzü” niteliğindeki sorunsallarıyla ilgilenmeyi düşündüğün bir ân’ın hiç olmamış. Ondan geçtim, “dünya şiiri”nin zirveleriyle de, bizim şiirimizin, Türkçemizin tarihsel-güncel mecrâlarıyla da yolun hiç kesişmemiş. Öyle olunca da, "heybemdeki bana yeter, Allah ne verdiyse yazayım ben de" kolaycılığının konforuna sığınarak, “hakikatli şiir” yazıl(a)mıyor işte. Hakikatlisini bırakalım, “şöyle-böyle bir şiir” de yazılamaz. “Ben yazdım, oldu” mantığıyla yazılanlarsa, şiir olmaklığın çok uzaklarından bile geçemiyor.
Yazının başında, senin "olaycı" ve "öykülemeci" olduğunu söylemiştim. Şair, olaydan ve öyküden büsbütün yalıtık mı durmalıdır, diyebilirsin bana. O vakit cevâbım şu olacak: Kuşkusuz, yalıtık değildir. Yalıtıktır deseydim, şairin bir "dünya görüşü" olmasına karşı çıkmam gerekirdi, normalde. Ne ki, şair de, önünde-sonunda "bu dünya"da "var-oluş sancıları” çeken biridir, nesnel olarak düpedüz "dünyalı"dır. Ancak, öyledir diye, "yürürlükteki dünya"nın hükümranları karşısında “beyaz bayrak” kaldırmaz, teslim olmaz; tam tersine, "sürtünür", giderek "sataşır" o dünyaya. İşte bu sürtünmenin ve sataşmanın dinamiklerindeki diyalektik akışkanlık bilincinin kişiliğine kattığı varsıllıkları can havliyle yüklenerek; önüne "tez" olarak konulan bu "hazır gerçeklik"le bir "anti-tez" kıvâmında çarpışır ve sonuçta bir "sentez" ("bireşim") ortaya çıkar. Dikkat edersen, bir çeşit soyutlamaya başvuruyor şair. Olayın ve öykünün somutluğunu, "varlık metafiziği"nde eriterek, "imgesel hakikat"e eklemleniyor; giderek, o hakikatin öyleliğinin ayrılmaz bir parçası, organik bir bileşeni oluyor.
Sonra, şiir, hele günümüzde, sonsuz sayıda almaşığın birbiriyle kaynaşması ve çatışması süreçlerinde billurlaşan kültürel-toplumsal içerikli bir "estetik kompozisyon" çalışmasıdır. Bu yönleriyle o, "şiirden çok daha fazla" bir şeydir. Kendi dışındakileri içererek soğurmakla birlikte, dışındakilerden devrimci bir kopmayı öncelemekle şiirleşir. Çelişki (paradoks) gibi görünebilir ama böyle. Şiirin soyutlamacı karakteristikleri böyle böyle işler çünkü. Bütün bilimsel atılımlardan teknolojiye, siyasal ve ekonomik yapılardan düşünsel-duygusal davranışlara, gündelik ve uzun erimli uğraşlara, dinsel ve din-dışı yorumlara varıncaya dek, her kımıltı, her devinim şiirin muhatabıdır, evet; yalnız, bunların hiçbirinin şiiri ezmemesi, şiirin bağımsızlığına ket vurmaması kaydıyla. Şiirin, sıraladığım böylesi insâni yapıp-etmelerden, eylemlerden edindiği birikimlerden yeri geldiğinde alabildiğine yararlandığı, onların hepsini son derece yüksek sıcaklıklarda kaynaştırdığı doğrudur ama kendi kinetik enerjisini ve sinerjisini bunlardan büsbütün ayrışık bir “estetik potası”nda yoğunlaştırmaya başvurduğu, şiir mertebesine ancak ve ancak bu aşamalardan geçerek erişebildiği daha da doğru bir gerçekliktir.
Birazdan diyeceklerimi daha anlaşılır kılabilmek için, bir
rivâyete başvuracağım: Derler ki, ünlü ressam Edouard Manet, ünlü şair Stephane
Mallarme’ye, günün birinde, “çok güzel duygularım var ama, bunları bir türlü
şiire çeviremiyorum” deyince; Mallarme’nin Manet’e cevâbı şu olmuş: “şiir,
duygularla değil, sözcüklerle yazılır.”
Uğraşmaların, yer yer patetikliğe savrulan duygusal kıvrımlardan; şiddeti
kimileyin düşük, çokçası yüksek duygusal tepkilerden geçilmiyor. Aşırılıklarla
malûl, “romantik halkseverlik” denir buna. Fakir-fukaraya, emekçi kütlelerine,
acımaklarla yüklü bir merhametlilik… Söz konusu tavır, kaçınılmaz olarak,
“halk’a rağmen halkçılık” noktasına bitiştiriyor bizi. Şair-Özne’yi,
“kurtarıcı”, yoksul katmanları ise “kurtarılması gereken yetersiz yığınlar”
gibi görmemize sebebiyet veren bir “algı çarpıklığı”nı pekiştiriyor. Sözü
nereye bağlamak istediğimi kavradığını düşünüyorum: “Naif-halkçı
duygusallık”tan bahsediyorum. Bu biçim duygusallığın içi boştur. Öyleliğinden
ötürü de, nesnel gerçekliği devrimci yönsemeden, dönüştürümcü yorumlamadan,
sonuna dek yoksundur. Akıp giden hayatın capcanlılığına değmez bile ki, onu
sıkı-sıkıya sarıp-sarmalaması nerde kalmış! Dapdaracık açılara sıkışıp
kalınıyor sonuçta; kerteriz ve hedef tutturulamıyor. Akabinde, şiirsel yapıya kaldıramayacağı
külfetler yüklenmiş oluyor. Dil, sıradanlaşıyor, mekanikleşiyor,
sentetikleşiyor. Hacimsizleşiyor düpedüz. Kendine ve dış-dünyaya
yabancılaşıyor, her şey ve herkes. Dolayısıyla, güyâ şiir olması amaçlanan
metin, “yaşamasız yığınlar”la, kansız-cansız, kartonlaşmış kukla figürlerle
çevrelenmiş bir nevî “iç dökme arenası”ndan başka bir şey olamıyor. Nesneler
dünyasında karşılığı olmayan duygusallıklar rüzgârı, “hayatın doğurgan
çelişikliği”ni sürekli ıskalayarak, şiiri, dikotomik bakış açısının verimsiz
topraklarına, hayatın büsbütün dışına düşmüş alanlara savuruyor. Tıpkı,
“Gülkurusu” adlı şiirinde olduğu gibi: O şiirin son bölümünü görelim mi, bir
yol:
“Yumruklarım kırıyor aynayı
Ayaklarım çıkıyor derinliklerden
Paramparça dökülüyor duvarlar
Tuğlalar örülüyor yeniden
Kanlı ellerimle
Dokuz kurşun saplanıyor
Gamalı haçıyla sırtıma
Doğruluk, ulusallık ve insanlık adına!
Yaratılışın yeniliği adına
Anakaraların bağrında
Adım şahlanıyor sessizce
Anımsadığım gül yalnızca
Gülümseme olurken maskelerde
Gözlerim büyüyor
Gerçeğin utancından
Ve her şey gerçek oluveriyor"
"Yumruklar, paramparçalıklar, kurşunlar, kanlı eller" vs. havalarda uçuşuyor. Sert mi sert, âmiyâne tâbirle "kodumu oturtan" bir söyleyiş tutturmuş gidiyorsun. Şiir mi yazıyoruz, yoksa boks maçında mıyız?
1970'lerin bilhassa ikinci yarısındaki iki kutuplu dünyasıyla çok kutuplu Türkiyesinin "gergin / gerilimli diller"ini olduğu gibi benimsemişsin. Silâhların konuştuğu, genç devrimcilerin keklik avlanırcasına avlandığı, her sokak başı öldürümlerin yaşandığı o dönemlerden söz edilmez mi şiirde? Hem de nasıl söz edilir. Ancak, bunun senin “kılıç-kalkanlı meydan muhârebeleri”ni hatırlatan retoriğinle hiç olmayacağı çok âşikâr. Sen, sivilceleri yeni patlayan ergen solcuların, heyecanları akıllarının her zaman birkaç adım önünde giden serüvenci ve özengen (amatör) sözüm ona "sol eylemciler"in koçaklamacı ruhlarını emânet almışsın âdetâ. Şiir olmaklığını yaşayan hiçbir şiir, cengâverliğin bu kadarını kaldıramaz. Bütün o yumrukların, paramparçalıkların, kurşunların, kanlı ellerin karşısına, "Anımsadığım gül yalnızca / Gülümseme olurken maskelerde" gibisinden beceriksiz iki dizeyle çıkmaksa, işi daha da zora sokar. Kesişimli, örtüşmeli, birleşik, ayrışık.. sayısız bileşenden mürekkep olay ve olguları, mutlakçı bir indirgemecilikle “ikili zıtlık”lara sıkıştırmak, miâdını çoktan doldurmuş Aristo mantığına çakılıp kalmayla çakışır, olsa olsa. Politzer’in kaba materyalist felsefesinin şablon Marksistliği!..
Hâlbuki, çağımızın devrimci aklı, “fuzy mantığı” da dediğimiz “saçaklı mantık”la işlemektedir ve “siyah”la “beyaz”dan başka sonsuz almaşıklı “gri bölgeler” olduğu tezinden ivmelenmektedir. Bu yüzden ki, sana, siyasal-ideolojik kodlarını şiirinin dokusuna iyi-kötü giydiren bir şairsin de diyemem; çünkü: sendeki ideolojinin, “çarpıtılmış bilinç” anlamındaki ideolojik körlüğün temsiliyetinden öte bir karşılığı da yok. Estetik atılımlı diyalektiğe, dolayısıyla "dinamik şiir"e, böylesi zahmetsiz yollardan da varıldığını, Allah aşkına, kim(ler) fısıldadı sana?
Yanlış anlaşılmak istemem: Şair, siyasal militanlığı hepten yadsımalı mıdır ille de? Hayır, abesliğin buncasına sarılacağım sanılmasın boşuna. Yadsıyan da olabilir, benimseyen / özümseyen de. Senin, ikinci kanattan olmak istediğin ortada. İyi de, hiç değilse, Ahmed Arif, Şükran Kurdakul, Pablo Neruda, Yannis Ritsos gibi şairlerin şiirleri üstüne, öyle yorulasıya da değil, kıyısından-köşesinden eğilebilmeyi neden akıl etmedin? Emîmim ki, bu karalamalarını bana şiir niyetine yollamayı düşünemezdin o vakit.
Çağcıl şiirin mantığı dikotomik değil, diyalojiktir. Bu diyalojiklik, karşıtlıkların birbirini itmesi temelinde gelişen; sonrasında bu itişlerden sarmal ve süreğen bir devinimle yepyeni “bireşimler” yaratmasıyla yaşamsallık kazanır. Onun içindir ki, her biri "boş küme" sayılması gereken, birbirinin kopyası “sulu-gözlü duygusallıklar”la değil; mantıksal temellendirmelerle, yerli-yerinde gerekçelerle desteklenmiş duygu-durumlarla bedenleşir şiir. Sözünü ettiğim bedenleşmenin karşılığı “duyarlılık”(hissiyat”)tır. Duyarlılıkta, ütopya ve distopya ile beraber, dışarıda, olumlu-olumsuz, olanca karmaşıklığıyla gürül gürül akan hayat da vardır. Burası çok mühim. Bu unsurlardan biri diğerini hiçbir vakit iteklemez; iteklemek şöyle dursun, aralarında siyam ikizlerininkine benzeyen bir “birlik-birleşiklik” vardır. Böyleyken, eşit veyâ özdeş sayılmazlar. Şiirin oluşum sürecinde kendi sınırlarına çekilmeyi, kendi bağımsızlıklarını ilân etmeyi çok iyi bilirler. Dolayısıyla, şiirin devinen ve devindiren “ontoloji”sine katkıda bulunma katsayıları daha da yükselir. Devinmeyen şiirin, insanı, insanların düşünsel-duyarlıksal yönlerini devindiremeyeceğinin bilincinde oldukları için böyle yaparlar. Gelgelelim, senin şiirlerinin, meselenin bu yönünü kesinkes önemsemeyen özleriyle görünümleri, onların astımlı bir hastaya benzemesinin ya da tıknefesliğinin de birinci elden fâili oluyorlar. Şiirler, tekliyor, tekleşiyor; bunlardan da kötüsü, tekelcileşiyor. Var-oluş gerçekliğinin sonsuz yansımalarından kendilerine en ufak bir pay alamıyorlar. Kuşkusuz, sanat yapıtlarında turnusol kâğıdı işlevi gören “biriciklik” ölçütünden hızla uzaklaşmanın belirtileri bunlar. Biricikliğin yerinde yeller esince, çoğullaşarak zenginleşme de imkânsızlaşıyor, ister-istemez. Yakındığım tablo, beraberinde, biçimsel kısırlıkları, içeriksel kuraklıkları tetikliyor. Şiirsel mimârinin yapı taşları sözcükler de sinikleşip sönükleşiyor, içerikleri biçimlerinden boşalarak işlevsizleşiyor: Elde-avuçta, tatsız-tuzsuz, “ethos”u da “episteme”si de sayısız zâfiyetler barındıran, 1970’lerin, hattâ 1940’ların iki kutuplu dünyasından kalma, sürüsüne bereket sav-sözden başka pek bir şey kalmıyor. Mehmet Emin Yurdakul, Ümit Yaşar Oğuzcan ve kimi köylü şairlerin başarısız imeceleri sanki. O şairlerin kimileriyle konu nesneleri, kimileriyle söylemsel düzey, kimileriyle de hamâsetleri bakımından benzeşiyorsun. Oradan oraya uçuşan, ama hiçbir yere konmayan, dizi dizi lâf öbekleri, silme kabuktan ibâret sözcükler hurdalığı… Bir örnek daha: “Ben Dünyayı Değiştiriyorum” demişsin, bir çalışmanda. Öyle demişsin ya, şairin aslî görevi “dünyayı değiştirmek”ten önce “şiiri(ni) değiştirmek”tir, şiirin yapısal-anlamsal boyutlarıyla hesaplaşmaktır. Senin o şiirinde bunları arıyorum arıyorum, bulamıyorum:
“Dersler yetmiyor bana
Kitaplar veriyorum
Ansiklopediler dağıtıyorum
Öğrencilerime
Bir memur inceliğiyle
Birlikte çalışıyoruz derslere
Soruyorlar bana;
“Ders dışı etkinliklerin nedir Hoca?”
Ben dünyayı değiştiriyorum”
Şiir, “dizi”lerden değil, “dize”lerden oluşur ama. Aklımıza hemen üşüşen cümleleri, poetik-estetik süzgeçlerden geçirmeksizin, bütün çapaklarıyla alt alta yazarak, şiirle buluşmanın mümkünâtı yok. Öte yandan, dize dediğimiz şey, alt alta yazma işlemi değil ki. Öyle olsaydı, nesir-şiirlere şiir dememek icâp etmez miydi? Dizeler, şiirlerin omurgasıdır. İmgesiyle, metaforuyla, duyarlıksal-matematiksel bütünsellikleriyle şiiri şiir kılmaktaki katkıları en yüksek olan estetik düzeneklerdir. Meseleye böyle bakmayınca, hemen herkes, ben de duygularımı cümlelere döker, sonrasında onları alt alta (üst üste demek, daha doğru galiba) istiflersem şiir yazmış olurum, zehâbına kapılıyor. Onarılması o kadar güç bir yanılsamadır ki bu! Yanılsama olduğu, şurdan da belli: Şiirlerindeki dizeleri, bir de yan yana (nesir formunda) yazmayı dene istersen. Değişen bir şey görebilecek misin bakalım?
Aziz Nesin’in alaysamalı bir içeriğe büründürerek söylediği
bir söz var, onu gecikmeden aktarmanın tam sırası: “Türkiye’de her üç kişiden
beşi şairdir.”
Bu cümleden olmak üzere, şunu diyeceğim: Sevgideğer halkımızın şairliğe
soyunması, şiiri sevdiğinden değil bence; şiir yazmayı çocuk oyuncağı
zannetmesinden! Savımda haksız mıyım? Beraberinde, şöyle bir soru çengeli
de takılıyor kafama: Ülke nüfusumuzun potansiyel gençlik kesimlerinde
hücre-bilimci, teorik fizik bilgini yâhut ne bileyim işte, filozof olmayı
tahayyül etme oranı, acaba onbinlerde / yüzbinlerde bir’i tutturabiliyor
mudur?
Hepimizi tedirgin etmeye yeter de artar fazlalıktaki yaygın ve yanlış anlayışların yüzseksen derece zıddına, şiir, sonsuz sebât isteyen emek işidir. Şiir işçiliği, dünyanın en ağır işçiliklerinden biri, belki de en ağırıdır. Nitekim, ünlü şair Paul Valéry de destekler bizim argümanımızı: “ilk dize Tanrı vergisidir, gerisi çalışmaya bağlı.”
Şiir işçisi (emekçisi, eylemcisi de diyebiliriz), ameliyat sırasında milimetrik çalışan bir beyin cerrahı kadar titizlenmelidir uğraşısına. Bir kazıbilimciye benzer biçimde ter dökmelidir. Bir nakkaşla, bir şair arasında, işine saygıdeğer-sevgideğer davranmaları bakımından bir fark olmasa gerek. Gökkubbenin altındaki her yaşanmışlıktan sorumluluk hissetmesi, şairin ondan koparıl(a)mayan şahsiyetidir.
Konfüçyus, bir arkadaşına diyor ki: “Varsayalım, ikimizde de birer yumurta var; ben sana bir yumurta versem, sen bana bir yumurta versen, ikimizin de yumurta sayısında artış olmaz; yâni, gene sâdece birer yumurtamız olur. Ama bir de ikimizde de birer bilgi olduğunu düşünelim. Ben sana bir bilgi versem, sen bana bir bilgi versen; bu kez, ikimizin bilgisi de ikiye katlanır.”
Bunu şundan ötürü naklediyorum: Şiir, hayatla karşılıklı iletişim işidir. Hayat
şiire, şiir hayata verir ve birlikte çoğalırlar. Ne yazık ki, insanlarımızın
(hattâ aydın, entelektüel geçinenlerimizin) ezici ekseriyeti, şiirle arasındaki
ilişkiyi birer yumurta alıp-verme ilişkisi zannediyor. Yanılgının böylesi,
içimi sızlatıyor.
Sen de bilirsin ki, şiirin yararlanacağı kaynaklar sınırsızdır. En sıradan, en kaba davranışlar da dâhil olmak üzere; bütün insâni-doğal ve toplumsal etkenlerden, en üst-düzey bilimsel-düşünsel-sanatsal-filozofik-dinsel-mitolojik birikimlere kadar her şey ama her şey, şiir için birer lojistik ve mânevi destek sağlayıcısıdır. Bunu unutmamalı.
Tamamlıyorum: Çabalarını, gerekçelendirmeden, tamâmen üsttenci bir bakışla, beğenmedim diyerek de çıkabilirdim işin içinden. Ancak, böyle davranmak, senin kişiliğine duyumsadığım saygı ve sevgiye hakaret olurdu. Orada kalmayarak, kendime de yabancılaşırdım bir parça. Ben, çalışmalarını (şiir bilgisi, şiir görgüsü bağlamlarında) yetersiz görsem bile; arkadaşlığımızın, iletişimlerimizin sürmesinden yanayım. Senin de benim gibi düşündüğüne ve demokratlığına kalpten inandığımdan, şiirlerin karşısında, öznelliğimden sonuna kadar sıyrılmaya çabaladım. Dolayısıyla, kastımı aşan cümleler kurdumsa, onlar için peşin peşin özür dilerim. Şiirlerini yolladıktan sonraki sana yolladığım iletide, edebiyatın hatırının arkadaş hatırından önce gelmesi gerektiğini imâ etmiştim. Asimetrik gibi görünse de, son son şunu diyeceğim: Edebiyatın hatırını öncelemek, “gerçek arkadaşlık” hatırını ebedileştirmeye doğru taşır bizleri. Bilmem anlatabildim mi?
Esenlikler dilerim, ABC arkadaş.
Not: Bana, çalışmalarını değerlendirmem için yollayan ABC arkadaş, yazdıklarını
olumsuz bulacaksam ve bu yargılarımı bir edebiyat ortamında yayımlayacaksam;
adının-soyadının yazıda doğrudan (açıktan) geçmemesini ricâ etmişti benden.
Anlamasam da, tuhaf bulsam da; onun bu dileğine saygı gösterdim. Ondan ki,
arkadaşın adını-soyadını saklayarak, kendisine ABC demeyi uygun buldum.
Bünyamin Durali