Kafesin biri kuş aramaya çıktı / Murat Gülsoy eleştirisi
gerçekliği yazı yoluyla yeniden kurmanın araçlarını, yöntemlerini sorguluyor

Kafesin biri kuş aramaya çıktı (1) / Murat Gülsoy eleştirisi

 

 

Dünyanın nasıl yıkıldığını biliyoruz.

Bu yıkımı anlatacak sözcükleri bilmiyoruz.

Peter Haertling

 

Bazı dostlar yazdığım eleştirilerde metinden çok yazardan yola çıktığımı vurgulayıp yazarı eleştirdiğimi, edebi metnin kendi başına bir gerçekliği olduğunu, bunu biraz geri plana attığımı söyler. Bir yere kadar haklılar; ancak bir yere kadar. “Yapısalcı eleştirinin” buğularının tüttüğü bu türden değerlendirmelerin eksik kaldığını düşünüyorum. “(...) Bir başka tanımlama girişimine göre, edebiyat, bunalımlı insanın anlatım biçimi olarak görüldüğünde, bunalımın izleri ve tırmanma-patlama noktaları, yazarın kendisi ve yarattığı kişilik ve kahramanlar özelinde 'araştırabiliyor.' Burada tipoloji üzerine kurulu edebi anlatı gerçekliğiyle yazarın kendisinin özne olarak oluşmasından kaynaklanan gerçeklik, 'insani olan'ın iki ayrı boyutunu oluşturuyor. Gerçekliği mümkün olduğunca bütünlüklü olarak kavrayıp dönüştürmeye çalışan radikal eleştirinin 'anlatılan insanı' da, 'anlatan insanı' da araştırabilmesi gerekiyor. Kısacası yarattığı tipolojiler gibi, bir tipoloji olarak yazarın kendisi ve konumu da, gerçeklik kavramına ve eleştiriye taşınmalı (2) diye yazıyor Ali Mert Kavram Karmaşası adlı kitabında. Sadece metnin öncelenmesi gibi bir lüksümüz olmadığını da eklemek gerekiyor Ali Mert’in sözlerine. Eleştirinin hâlâ salt metnin “gerçeğine” ulaşmak gibi kaygısı olamaz. Hele bir dönemi, bir gerçekliği, bir insani durumu, olguyu romanlarında anlattığını yaptığı söyleşilerde iddia eden yazarlar için bu daha da olanaksız. Kendi eserlerine bu kadar çok “boyut” yükledikleri halde eleştiri sadece metinle kendisini neden sınırlasın ki?

 

Eleştiri ele aldığı metin üzerinden o metnin üretildiği toplumsal koşullar, dönemsel karakteristik özellikler üzerine doğru sonuçlara, giderek genellemelere (Postmodernistler için lanetli kavramlardan biri!) varıyorsa o kadar “geçerli” bir eleştiri oluyor. Örneğin Tuna Kiremitçi kendi romanlarının “aydınlık gerçekçi” olduğunu iddia edesiymiş. Eleştiri, Kiremitçi’nin bu sözleri metinlerinde geçmiyor, bunu romancı kendisi söylüyor diye görmemezlikten mi gelmeli? Sonuçta sanatçı eserini bütün bu ilişkilerden ve bakış açısından, giderek ideolojisinin dışından bir şey yazmıyor. Hepsi metni çözümlemek için bir ipucu değil, eleştiri için aynı değerde öğeler olarak görülmelidir. Sanat, sanat yapıtı üzerine daha uç düşünceler de ileri sürülmüştür. Örneğin: “Robert Barry bir gün içinde hiçbir şeyin sergilenmediği bir sergi hazırladı: Aralık 1969’da Amsterdam’daki Arto Project galerisinde açacağım sergi iki hafta sürecek. Galeri sahiplerine kapıya kilit vurup şu duyuruyu asmalarını söyledim: Galeri sergi süresince kapalı kalacaktır. Bu önerinin ciddi ya da matrak olmasının bir önemi yok. Sanat, burada birinin yaptığı duyuruyla kendisini üstü kapalı olarak sanatçı ilan etmesi, onu herkese takdim eden kuruluşun da bunun böyle olduğunu kabullenmesi olgusundan ibarettir.”(3) Böyle bir eylemin bizzat kendisinin bir sanatsal üretim olduğunu düşünsek bile “eleştirinin” böyle bir sanat karşısında konumlanışı nasıl böyle bir edimden soyutlanabilir ya da eleştiri sanatçının böyle bir edimi doğuran dünya görüşünü görmezlikten gelebilir? Eleştiri bütün bu açıları “aynı değerde” görmelidir. Şöyle bir soru sorup bu bölümü tamamlamak, sonra da ısrarla “gerçekçilik” kavramını kullanıp postmodernizmi günümüzün “gerçekliği” olarak görerek bu bağlamda eserler veren Murat Gülsoy ve bu düşüncelerin estetik yansımalarını en somut şekilde sergilediği “Bu Filmin Kötü Adamı Benim” romanına gelmek istiyorum.

 

Son soru şu: Örneğin sanatçı bir deneme ya da estetik kitabı yazsa, düşüncelerini okurlarıyla paylaşsa eleştiri bütün bunları rahatlıkla tartışabilecektir ama bu düşünceler bir sanat yapıtı üzerinden vücut bulduğunda tartışamayacak mıdır? Bir sanat yapıtını bu “dokunulmazlık” zırhıyla donatan, nedir peki? Sanat yapıtının (burada edebi eserler ile sınırlayayım) hiçbir zırhı yoktur. Eleştiri, ne roman, ne öykü, ne şiir için böyle zırhları tanımamalıdır. Bu zırhlar, Ali Mert’in dediği gibi “radikal eleştiri”nin hesabını gördüğü bir estetiği edebi esere yüklemelerinden başka bir şey değildir...

 

Gerçekliği yazı yoluyla yeniden kurmak mı? (4)

 

Bu başlık Murat Gülsoy’un “yaratıcı yazarlık” üzerine verdiği derslerden oluşan

Büyübozumu: Yaratıcı Yazarlık (5) adlı kitabından. Sonundaki (mı) soru takısını ben ekledim. Daha kitabın başlığında “postmodernizmin” en önemli kavramlarından biriyle karşılaşıyoruz: Büyübozumu. Bilindiği gibi postmodernizm, modernizmin çocuğu “Aydınlanmanın” insanın dünya üzerine bilgi edinme yöntemlerini, “bilim kisvesi altında” kısırlaştırdığını, bilgiyi somut; ancak nesnel yollardan edinebileceğimiz konusunda yanıldığını iddia ederek modernizmin bütün öteki çocukları gibi “tutucu”laştığını söyler. Daha sonra bu felsefe ülke liberallerinin AKP'ye başlattıkları desteğin de önemli sacayaklarından biri olmuştur. Özellikle bilim-liberalizm-muhafazakarlık üçlüsünün rahat bir birlikteliğinin zeminini oluşturmuştur. Oysa postmodern düşünürlere göre insan hayata dair, dünyaya dair bilgisini yalnızca bilimsel ve nesnel yöntemlerden elde edemez, Aydınlanmanın “kırıcı ve bozucu” müdahalesine kadar etmemiştir de. Büyü, din, gelenek, alternatif tıp vb. insanın hep bilgi edinme sürecinde etkili olmuşlardır. Bu anlamda Aydınlanma dünyanın büyüsünü bozmuştur. Öyleyse bu bozumu kırmak için bütün bu bilgi edinme yöntemlerinin itibarını iade etmek gereklidir. Weber’de ilk özlerini bulduğumuz bu düşünce, Heidegger’de doruğa ulaşır ve “yapıbozum” kavramıyla birlikte postmodernizmin en önemli ayaklarından birini oluşturur.

 

Çok özet olarak geçtiğim bu düşünce postmodernizmin birbirine durmadan etkiyen epistemolojisinin de yapıtaşlarından biridir. Buradaki gericilik elbetteki postmodern edebi eserlere de yansır. Durmadan arkaik, mitolojik ve dinsel olana göndermelerle, bunların yüceltilmesiyle o ve ya bu şekilde eserlere yedirilmesiyle karşılaşırız. Aynı durum Bu Filmin Kötü Adamı Benim (6) için de geçerlidir. Önder’in yazdığı romanın kahramanı arkadaşının sevgilisiyle içki içip, Kitabı Mukaddes’ten baplar okuyup sevişirler (s. 141, 142, 143) ya da romanın muktedir, zengin, güçlü adamı Osman Bey, gezdiği bütün coğrafyaların büyülü, mistik, efsanelerini toplar. Bunları anlatan insanlarla konuşur, kasete kaydeder. Uzakdoğu’da Buda’dan Muğla’daki Yılanlı Şeyh’e kadar efsaneleri, paranormal olayları arşivler. (s. 159, 160, 161) Önder de yazdığı romana bu efsanelerden bir bölüm eklemeyi düşünür. Yani anlayacağınız roman içinde roman vardır. Bu Filmin Kötü Adamı Benim’in kahramanı Önder bir roman yazıyordur. Önder’in romanını da Murat Gülsoy...  Bu aynı zamanda postmodernizmin, büyüsü bozulmuş, merkezsizleşmiş, evrensel olanın bitip yerine, parçalılığın, küçük ve lokal olanın geçirilmesiyle ilgi tezlerine de oturur. Murat Gülsoy Bu Filmin Kötü Adamı Benim’in 2004 Yunus Nadi Roman Ödülü’nü almasından sonra yaptığı bir röportajda romanın sorunsallıyla ilgili neler söylüyor: “Modern hayatta kahramanımın sorunu şu aslında: Bir referans noktası yok. Babası bir bilimci, referans noktaları çok sağlam. Cumhuriyet’in ilk yıllarına tanık olmuş, o kurucu ruha sahip, doğru işler yapan, ahlaken sağlam bir karakter. Ama önemli olan Önder’in babasını nasıl gördüğü. Babası kurucu ruh onda yok. Çünkü öyle bir postmodern dönemdeyiz. Artık ne Cumhuriyetin ilk yıllarındaki bir dünyayı kavrama ruhu, ne de 68 kuşağının temsil ettiği ilerleme modernist ruh; bunların dışında bir durumdayız. Bir türlü tam anlamıyla büyük bir hikâyenin içine oturtamıyoruz. Her an dünyaya bakış açımıza göre değişen gerçeklik durumları var. Özellikle politikada, ama ekonomide de, sosyal hayatımızda da sürekli şaşkınlık içindeyiz. Kahramanımın şaşkınlığı, boşlukta kalmışlığı da bu. Ama şehirden kaçarak bunun dışına çıkmaya çalışıyor. Çünkü bir yerlerde hatırlamaya çalıştığı kurucu bir ruh var. Bunun ne olduğu, bunun peşinde aslında. Bu referanslar kayıp şu anda. (...) Ben gerçekliği yakalamaya çalışıyorum. Ne kadar fantastik görünse de amacım gerçekliği yakalamak. (7) Şimdi romanının kahramanının babasının neden fizikçi (Gülsoy’un deyimiyle bilimci!), kendisinin (Önder’in) üniversitedeki fizik bölümünden ayrıldığını ve neden “devrimci ruh”tan değil de durmadan “kurucu ruh”tan söz ettiğini daha iyi anlıyoruz sanırım.

 

Her an değişen gerçeklik durumlarından söz edip ne kadar fantastik görünse de “gerçekliği” yakalamaktan söz ediyor. Romanı okuduktan sonra da görüyoruz ki “değişen gerçekliklerden” yola çıkıp “gerçekliği” aramasındaki çelişki Gülsoy’un çizdiği dünyada kendi gerçekliğini aramasından kaynaklanıyor. O da bütün postmodern romancılar gibi dünyaya dünya dışında bir gerçeklik çizip okurlarına işte gerçek budur diyor. Uğur Batı ise Gülsoy’u değerlendirirken “(...) Gerçeklik ile kurgusallığı sürükleyici anlatımında birleştirip modernizm sonrası (yani postmodern dönemde! N.A.) anlatı formlarını da kullanarak modern birey-insanı çoğunlukla ironik bir dille resmediyor”(8) diyor. Yazık! Hayatı gerçekliği, bütünselliği açısından açıdan değerlendirmeyelim de nasıl değerlendirirsek değerlendirelim. Aslında Gülsoy kafes olmuş kendisinin “gerçek” dediği bir kuşu aramaya çıkmış. Çünkü kendisinin gerçeklik dediği kuşu nasıl yolduğunun farkında değil.

 

Marksizm de dahil, postmodernizmin meta anlatı olarak değerlendirildiğini artık biliyoruz. Her ne kadar Gülsoy NTV Radyo’da yine bu roman üzerine yaptığı bir söyleşide “postmodernizmi” Türkiye’de kimsenin bilmediğini iddia etse de sanırım bilmeyen kimse kalmadı. Kendisi gibi düşünmeyenleri “cehaletle” suçlamak en kestirme yollardan biridir! Dediğim gibi Bu Filmin Kötü Adamı’nın kahramanın ve babasının fizikçi olması elbetteki rastlantısal değil. Büyüsü bozulmuş dünyayı yeniden büyülümek (9) için saldırılacak ilk noktanın “bilim” olması gayet doğal. Bilime saldırırsanız elbette referans noktalarınızı kaybedersiniz ama hayat postmodernistlerin dediği gibi akmıyor ve ne de postmodernist bilimcilerin(!) iddia ettiği gibi “özne”nin belirlediği çeşitli gerçeklikler var. Sokak ve hayat hepsini yalancı çıkarmaya devam ediyor. Murat Gülsoy’a kaybettiği refarans noktalarından birinin sınıf çatışması oluduğunu ve bu yeni uyduruk tezlerinin de katkı koyduğu neoliberal saldırının altında binlerce emekçinin tekrar tekrar ölmeye devam ettiğini söylemeye gerek var mı bilemiyorum? Kapitalizmin geldiği nokta acaba kendisi için nasıl bir gerçeklik taşıyor? Bu kadar sözünün arasında bir tek “kapitalizm” vurgusunun olmamasının nedenini sorsam acaba çok mu cahilce bir şey sormuş olurum.

 

Hayatın ne referans noktaları kayıp ne de herkesin baktığı yöre değişen bukalemun gibi bir gerçeklik var. Gerçeklik kendini yaratmaya devam ediyor. Bu Filmin Kötü Adamı Benim’in kahramanı Önder’in karısına tecavüzünü onun referans noktalarını kaybetmiş olmasıyla açıklamak mümkün mü? (s. 76-77) Meta-anlatıların yitirilmesinden sonra ortaya çıkan ruhsal boşlukta sallanan adam Önder, karısına tecavüz ediyor; Osman Bey’in hizmetçisi Talya’nın “güzelliğine hayran olup” onunla sevişmeye çalışıyor, ahlaken çökmüş yani... Büyük anlatıları olsa çökmeyecek! Zengin adam Osman Bey’in hizmetçisinin adının Talya olması ve ülkesinde kimya mühendisi olması sanırım Gülsoy’un bize roman dışında yaptığı göndermelerin nereye olduğuna dair bir fikir veriyordur. Babasında yitirdiği o kurucu ruh olsa bunların hiçbirini yapmayacak Önder. Bütün kabahat Gülsoy’un ne kadar fantastik de olsa yakalamaya çalıştığı o “gerçeklikte.

 

Sonuç

 

Tuna Kiremitçi postmodern dönemin yarattığı kaos içinde insanın hayatı anlamakta zorluk çektiğini, her şeyin karmakarışık olduğunu iddia edip alabildiğine basit, kolay anlaşılır romanlar yazarak aydınlık gerçekçi romanlar yazdığını iddia ediyor, Murat Gülsoy ise gerçekliği yakalamaya çalıştığını. İtiraf etmek gerekirse Kiremitçi’ye oranla biçimsel anlamda (Batı’nın söylediği anlamda değil. Çünkü modernizm sonrası formları kullanmıyor.) roman kaygısı güdüyor. Ama ikisinin de buluştuğu nokta popüler olanla olmayanın birbirine geçtiği bir “kitsch” oluyor.

                                                                                                          NİHAT ATEŞ

 

___________________________________________________________________

 

(1)   Franz Kafka, Aforizmalar, Çev: Osman Çakmakçı, Bordo-Siyah Klasik Yayınları

(2)   Ali Mert, Kavram Karmaşası, s. 78, NK Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2004

(3)   Sanat Yapıtı, YKY, s. 13

(4)   gerçekliği yazı yoluyla yeniden kurmanın araçlarını, yöntemlerini sorguluyor....

(5)   Murat Gülsoy, Büyübozumu, Yaratıcı Yazarlık, Can Yayınları

(6)   Murat Gülsoy, Bu Filmin Kötü Adamı Benim, Can Yayınları, 1. Basım 2004

(7)   Nokta Dergisi, sayı 1095. s. 81

(8)   Uğur Batı, Adam Öykü Dergisi, Kasım-Aralık sayı, 55, s. 39

(9)   Geoge Ritzer, Büyüsü Bozulmuş Dünyayı Büyülemek, Ayrıntı Yay. Çev. Şen Süer Kaya, 1. Basım 2000

 

 

 

Facebook
yorumlar ... ( 3 )
11-12-2014
11-12-2014 09:22 (1)
Şimdi Hoca'nın da övgüsünü aldık, meh meh olacak ama, budur diyorum. O kadar gevelediğimiz postmodern bu kadar sade anlatılıp yerine oturtulabilir. Murat Gülsoy'a pek yer kalmamış gerçi, o da devamında gelir herhalde. Cyrano de B.
11-12-2014 10:24 (2)
En sondaki kitsch'i yanlış yazmışsınız.
11-12-2014 10:31 (3)
Tamamdır, sağolun 2 - Editör
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210979
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.