Sol siyaset için insan doğası açısından halka yaklaşım rehberi

                                                                         “Bilgisizliğin verdiği güveni, bilgi hiçbir zaman                   

                                                                           verememiştir.”                                                          

                                                                           Charles Darwin, İnsanın Türeyişi

Ocak 2010'da çıkan "Evrim Açısından Devrim" adlı kitaptan (Kaan Arslanoğlu) bir bölüm aktarıyoruz sizlere:

İnsanlığın evrimsel yolla ilerleyerek bir yere kadar ulaşmış akıl düzeyi, taş devrinin ilkel kabile yaşamını başarıyla sürdürebilecek kadar gelişmiştir. “Uygarlığı” yaratan, bu aklın yan ürünleridir. Kalabalık topluluklar halinde yaşayan ve ileri teknoloji kullanan soyumuz, ne kalabalıklar içinde ütopyalarımızdaki aklı egemen kılabilir, ne teknolojiyi tam denetim altına alabilir. Yaşamda kalabilmek için bundan sonra da doğa kurallarına uygun yaşamak zorunda olan türümüzü daha ileri noktalara, sosyalizme götürmek isteyen devrimci sol güçler de onun doğasına uygun davranmak zorundadırlar.

Evrimsel psikolojinin de katkılarından yararlanarak ve katkılara açık, çalışmalara, tartışmalara, önerilere açık bu kısa bölümde devrimci siyasette neler yapılması, neler yapılmaması gerektiği  üstüne birtakım ipuçları sunuyorum.

LİDER: Kabile yaşamı, kabile şefini çok önemli kılar. Sol, kitlelerin tanıdığı, güvendiği liderler ortaya çıkarmalıdır. Zaten siyasi başarılar çok büyük bir çoğunlukla liderlere dayanır. Lider birden fazla olabilir, bir liderlik kadrosu bulunabilir, ama en başta bir ya da birkaç liderin görünür yerde durup yönetmesi şarttır. Kolektif liderlik, sık değişen liderlik ve zayıf, eşgüdümcü liderlik anlayışları eğer başarı isteniyorsa, insan doğasına uygun değildir. Bu ilke, güçlü liderlerin, özgüvenleri güçlü oldukça kibirden uzak durmalarına, mütevazı davranmalarına, olabildiğince yüksek saygı ve sevgi ilişkisi içinde olabildiğince fazla sayıda insanın görüşünden yararlanmasına engel değildir; aksine böyle nitelikler liderliği güçlendirir.

İyi işleyen kadim kabilelerde yaşandığı gibi.

Nesnel koşulların uygun bulunması ve deha düzeyinde liderlik yetenekleri. Her devrimin genel geçer formülü budur.

BENCİLLİK ve BİRLİK: İnsanda eşitlikçi ve ortaklaşmacı bir damar bulunur. Bu, on binlerce yıllık kabile yaşamından kalma genetik bir özelliktir. Fakat söz konusu nitelik kalabalık topluluklarda, sınıflı ve “uygar” toplumlarda nadiren öne çıkar. Günümüzün toplumlarında bireysel olarak hayata tutunma refleksleri, bencillik çok daha ön plandadır. Sol siyaset mecburen bu bencillik üzerinden yürütülmek zorundadır. Yani “kitlelerin talepleri” denilen şey bencilliğin toplumsal ifadesidir. Ama siyaset bunun üstünden yürütülürken daima eşitlikçi, ortaklaşmacı, sorumlulukçu damara da seslenilmelidir.

İnsanlar her koşulda kardeşlikten, birlikten, tek yürek olma düşüncelerinden hoşlanırlar.

Faşizm ve gericilik “tek yürek olma”, tüm toplum olarak “sınıfsız, ayrıcalıksız” bir yığın oluşturma fikrinden ziyadesiyle yararlanır. Aksi gibi sol, tek yürek olma düşüncesini hayata geçirmede başarı elde etme şansı yalnızca kendisinde varken, bölücü, ayrımcı görünür ve gösterilir. Bunun nedeni sınıf farklılıklarını (gerçeği), aşırı şekilde vurgulamasıdır. Oysa ayrımcı söylemden genelde en alt tabakalardakiler bile hoşlanmazlar. Solun kendi içinde sınıf bilincini daha da kuvvetli biçimde yerleştirmesi ayrı şeydir ve bir zorunluluktur, ama halka yönelik propagandada birleştirici iletiler önde görünmelidir.

Faşistler birleştirici söylemi öne çıkarırlar. Bu, insan doğasına daha uygun bir söylemdir. Düşman olarak da “öteki”ni gösterirler. Öteki içimizde bile olsa dıştan gelmiş birileridir, dış düşmandır, yani komşu kabiledekilerdir. Faşistlerin halka düşman diye gösterdikleri asalak zenginlerdir (sınıf ayrımı yoktur burada: burjuvazinin halktan yana, milletten, ülkeden yana bir kesimi de bulunduğu vurgulanır), tefecilerdir, yabancı ajanları, ülke parasını dışarıya kaçıranlardır. Bir de dışarıdan gelip içimizde nifak oluşturanlardır... (Faşist propagandada bunlar Yahudiler, Çingeneler, Müslümanlar, Türkler, Kürtler vs. olabilir). Solun söylemlerinde de hakim sınıflar için asalaklık, yabancılık, haksız ve fahiş para kazanma ve bunları millet zararına gasp edip kullanma, yozlaşmışlık temaları ağır basmalıdır. İşçi sınıfı söyleminin gereksiz yere öne çıkarılması öteki emekçi kesimlerin, küçük burjuvazinin, halk içindeki başka unsurların kulağına hoş gelmez.

ULUS: Ulus kavramına yaklaşım çok önemli. Ulus ne yazık ki günümüzde bile solun güçlenebilmesi için dayanması gereken bir birlik gerçeği. Bugüne kadarki tüm sol devrimlerin ulusal kurtuluşçu ağırlık taşıdığından bahsettik. Bugün de solun güçlendiği yerlere bakın, etkin bir ulusal söylem görürsünüz.

Bugün her şeye rağmen eğer DTP sol kabul edilebilecekse, o da Kürt ulusçu duyguları üstünden güçlenerek şimdiki noktaya gelmiştir, Kürtlerin yarıya yakınını solumsu bir çizgiye çekmeyi o sayede başarmıştır.

Gerçi DTP’yi sol bir güç kabul etmek, sol kavramını hayli zorluyor ama, yine de bu vesileyle ulusçuluğun sol açısından kişileri ve siyasi grupları “sol” olmaktan uzaklaştırma riskine işaret etmeliyim. Elbette ulusçuluk soldan çok sağa yakındır, onu güçlendirir. Ulusçulukta ve hatta ulusal kurtuluşçulukta solu sağdan ayıran temel özellik, yine gelir sınıfsal yaklaşıma, kapitalizmin bugünkü egemen biçimi olan emperyalizme karşı alınan tavra dayanır. Burada her özgül duruma uyan genel kurallar ileri süremeyiz. Ama ulusal kurtuluşçu veya ulusal rengi güçlü bir hareket ne kadar emperyalizme karşıysa, ne kadar yoksul sınıfların çıkarlarını gözetiyorsa, o kadar soldur; ne kadar emperyalizm bağlantılıysa, ne kadar zengin sınıfların denetimine açıksa o kadar sağdır.

Ulus bilinci, kabile bilincinin günümüzdeki yansısıdır, ondan çok farklıdır, ama onun doğrudan, en kuvvetli uzantısıdır. Şu bilinsin ki, enternasyonalist bilinçle sol kolay bağdaşmaz. Acıdır, ama gerçektir. O yüzden sol, ulusa kendini hoş gösterir davranmak ve dahası ulusal çıkarların en atak savunucusu olmak zorunda. Devrimi, sosyalizmi yakın hedef olarak görmüyorsanız, elbette ulusa, halka kendinizi hoş gösterme sakınımı içinde bulunmanıza gerek kalmaz. Sol mücadeleyi, kendini ifadeyle veya kapitalizme karşı sadece direnmekle sınırlayanlar açısından tutarlı bir varoluş biçimi sayılabilir o tutum.

Aynı ülkede birden fazla kalabalık etnik grup varsa, bizde olduğu gibi, o zaman ulusa karşı devrimci tutumu saptamak iyice zorlaşır. Bir taraftaki çoğunluk, ezildiğini bahane ederek ulusçu tutumunu tavizsiz öne çıkarır, ayrılıkçı savları seslendirirse, gerçek solcuların eline iki ucu boklu değnek verir.

Sosyalistler, ulusçu, ayrılıkçı hareketi destekleseler, orada ulusçuluğu güçlendirecekleri için solcu ve sosyalist söylemle güçlenme şanslarını sıfıra indirirler. Aynı zamanda öte tarafta hain damgası yiyeceklerinden yine güçlenme olanaklarını tüketirler. Bunun tersini yaptıklarında, devlette hakim bulunan ulusa kendilerini sempatik gösterirler, ama bu kez de kendileri ulusçu olur, sol değerlerden uzaklaşırlar.

Bizdeki durum tam da budur. Sosyalist solun büyük bölümü ayrılıkçı hareketi kayıtsız şartsız, (bazen de kayıtlı şartlı) desteklediği için, her ne kadar kendilerini Türk, Kürt ve tüm etnik grupların ortak hareketi olarak niteleseler de, Kürt illerinde sosyalist seçeneğin ortaya çıkma olanaklarını yok ediyorlar; Batı’da da “sosyalistler ulusal haindir” yargısını halk içinde katmerliyorlar. Elbette sadece ayrılıkçılık değil, PKK’nın gaddarca eylemleri de bu talihsiz gerçekliği betonlaştırıyor.

Gerçekten sosyalizmi hedefleyen, halk içinde güçlenmeyi ve iktidarı hedefleyen bir solun, halkı kendine iyice nefret ettirecek bu tutumda ısrar etmesi düşünülebilir mi?

Peki böyle bir durumda evrimci psikoloji rehberli devrimcilerin kabile ruhuna uygun tutumu nedir?

Bence burada en akılcı ve doğamıza uygun tutum, Türkleri ve Kürtleri aynı büyük klanın iki kardeş kabilesi olduğumuza, aynı kabileler içinde birlikte yaşadığımıza ikna etmektir. Olgunun gerçeği de budur. Kürtlerin büyük çoğunluğu ayrı ve ötekinden yalıtılmış bir kabile yaşamını gerçekten istemiyor.

Turkiye’nin özgüllüğü... İki grup birbiriyle çok kaynaşmış ve çok içice geçmiştir. PKK’nın bir gelişme sınırına gelip orada tıkanmasının nedeni de bu. Yoksa milliyetçiliği arkasına alarak çok daha fazla gelişebilirdi. PKK önderlerinin çok istedikleri ve zaman zaman dillendirdikleri halde ayrılma isteklerini sık sık inkar etmeleri ve lafı ağızlarında gevelemelerinin başat nedeni de kanımca aynı gerçeklik. Kendi tabanlarındaki çoğunluk ayrılık istemiyor, sitem ederek, nazlanarak ayrılmak ister gibi davranıyor. O halde? Devrimciler bu noktadan iki büyük grubu bölmeyi hedefleyen siyasetlerin üstüne gitmelidir. Ayrıca ulusal kurtuluşun Kürtler açısından da ancak sosyalizmle mümkün olabileceği gerçeği üstünde durulmalıdır. Sosyalizm seçeneğinin gerçekte de öyle olduğunda, tek gerçek karşı seçenek olduğunda ısrar etmek gerekir.

Kabile ruhunun ibresi birlikte kurtuluşu göstermekte. Ortak düşman, büyük “öteki” emperyalizmdir. Ulusal onurlarla oyuncak gibi asıl oynayan, istediği an da onu kullanan o büyük dış güçtür.

DİN: Din duygusuyla, inançla başa çıkmak olanaksız. Komünistler bu sevdadan vazgeçmeli, tersine din duygusuna uygun davranmalı. Seli önleyemiyorsan, zarar vermeyecek mecrada

akıt. Din duygusu en az yüz bin yıllık bir evrimsel refleksten kaynaklanır. Yasaklamalara gelmez, çünkü ruhsaldır, içseldir. Komünistler arasında her ülkede dindar bir küçük azınlık bulunduğu bilinir. Ama gizli dindar çok daha fazladır.

Yarıdan çoktur desem bunun anketi, istatistiği yapılamayacağından kanıtlamak zor. Gizli dindardan kastım, gizli Müslüman değil –onlar da vardır ayrıca–, Tanrı duygusu, ruh duygusu, o da yoksa uğur, şans, kısmet duygusu, inanmaya inanç duygusu taşıyanlar... Din, ilk insanda rüyalarla başlar, iyi-kötü ruhlara inançla gelişir, animizmle (her nesneye cansız bile olsa bir ruh, bir canlılık yükleme eğilimi) biçimlenir. Yüz bin yıllık kökeni bulunur ve genetiğimize işlemiş durumdadır.

Ama devrimciler laikliğin de kesin savunucuları olmalıdırlar. Siyaseten böyle gerektirdiği, ideolojik olarak, aydınlanmacı gelenekten ötürü değil sadece. Bunlar elbette önemli. Laiklikten uzaklaşma insana ulaşma yollarımızı tıkar. O da değil asıl bahsetmek istediğim neden. Laiklikten uzaklaşma, yozlaşmış dinsel akımları öne çıkarır, dinin en kötü örneklerini din diye halka kabul ettirir...

Dinin ne olduğunu kendi içimizde bilelim, neye yaradığını, neye yaramadığını, neye, kime nasıl hizmet ettiğini öğrenelim, öğretelim. Ama dine, dindarlara asla sataşmadan.

Bu noktada samimiyetsiz ve yalancı konuma düşmek bizi iyice açık düşürür. İnancımız yoksa sordukları zaman elbette yalan söylemeyeceğiz. Lafı gevelemek de çözüm değil. Ama dine karşı olmadığımızı, ancak içimizde dindarlar da var diyerek kanıtlayabiliriz. Evet, şu anda parmakla gösterilecek kadar azdırlar. Ama halkla birleşmeye başladığımızda (kitleselleşen tüm devrimci sol hareketlerde bu böyle olmuştur) içimizdeki dindarların sayısı istesek de istemesek de artacak. Sanırım o zaman bu konuda daha rahat konuşma olanağı bulabiliriz.

Dinden bahsederken, ki bahsetmeliyiz, dinlerin farklı yanları, farklı özleri bulunduğunu, çok çeşitli dindarlar bulunduğunu özellikle vurgulamalıyız. Dinlerin, küçük bir azınlık tepede ahlaksızca yaşarken, aşağıdaki halk üstünde yobazca bir baskı uygulama yönü açık. Dinin dinler arası, mezhepler arası savaşlar çıkarma, on milyonlarca insanı birbirine kırdırabilme kapasitesi var yazık ki. Tüm sömürücü sistemlere, sömürü ilişkilerine, faşizme yeşil ışık yakması, hatta bunları kolaylaştırması da hep bilinen bir gerçek. Saymakla bitmez. Ama dinin

yoksullardan yana, eşitlikçi, kardeşlikçi bir yönü ve özü de mevcut. Yardımlaşmacı, insani nitelikleri de bulunuyor.

Ayrıca din insanlara iyi geliyor, özellikle kötü zamanlarında onları ayakta tutuyor. Bizim dini ele alırken, bugün özellikle iktidarda bulunan dinciler özelinden de yola çıkarak ülkemizin sözde dindarlarının sadece para, ün, iktidar peşinde olduklarını, İslam’ın hiçbir olumlu özelliğini temsil etmediklerini halka açık açık anlatmamız lazım. Müslüman düşmanı Haçlı zihniyetli emperyalist ırkçı güçlerle nasıl işbirliği yaptıklarını, çocukları, torunları, akrabaları, yeğenleri, yakınlarıyla bu ülkenin zenginliklerini yabancılarla birlikte nasıl yediklerini, nasıl lükse, ihtişama, süse püse, fiyakaya, bol harcamaya, krallar gibi yaşamaya düşkün küçük ruhlar taşıdıklarını anlatmamız şart. Komşuları aç gezerken, o zengin Müslümanların önemli bir bölümünün nasıl yiyebileceklerinin kırk misli tıkındıklarını ve bunun tüm kutsal kitaplarca nasıl lanetlendiğini bağıra çağıra dillendirmemiz gerekli. Dini iyi bilen, dinle barışık, dinsel rüzgarı da arkasına alan bir sola gereksinim duyuyoruz. Ancak ve belki böyle bir sol, büyük çoğunluk için dine gereksinimi ortadan kaldıran maddi-manevi bir ortam yaratabilir.

Bu konuda Marksist anlayışın en özlü ve kısa ifadelerinden biri Ahmet Öz’ün şu yaklaşımıdır: “Marx, 'kalpsiz dünyanın kalbi' olarak nitelemişti bir yerde dini. Aynı anlama gelmek üzere,   Manifesto’da 'afyon' terimini kullanmıştı: ağrı kesici yani. Aslında, din eleştirisi başlığı altında ele aldığı hukuk, siyaset ve felsefeyle birlikte düşündüğümüzde din, Marx için insanın tüm etkinliklerini kapsar. Marksistlerin aksine, tüm kapıları açan bir anahtar olamayacağını çok iyi biliyordu Marx. Bu nedenledir ki dini küçümsemiyor, aksine, dini zorunlu kılan maddi gerçekliği değiştirecek gerçek hareketi komünizm olarak adlandırıyordu. Anlaşılması gereken budur! Dünyanın acımasızlıkları, adaletsizlikleri ve vahşeti karşısında insan, çıldırmak yerine bu olumsuzlukları dışarı atabileceği ve soluklanabileceği bir liman yaratır. Bu aynı zamanda kaosa düzen verme işidir de. Bunun adı bazen dindir bazense sosyalizm! Yaratıldığı ve ete kemiğe büründüğü andan itibaren temelde devrimci bir öz taşıyan tüm dinler ve düşünce sistemleri belli gruplar ve sınıflar (tikeller) eliyle dondurularak belli yorum kalıpları içinde tikelleştirilirler, yani “azınlıkların” çıkarlarına ram olurlar. Maharet bunun böyle olduğunu söylemekte değil, aksine, o 'devrimci özü' yeniden canlandırabilmektedir. Marx’ın din eleştirisinden anladığı şey işte budur.

Hal böyleyken, atı arabanın önüne koşan Marksistler, yıllarca dini bir afyon, afyonu uyuşturucu madde, halkı da kafası her daim dumanlı bir esrarkeş sayarak aşağılayıp durmuşlardır yazık ki. Sonuç malum. Körler ve sağırlar diyaloğu! Fildişi kulenin sefil yalnızlığı! Yapılması gereken ne? Herhalde her şeyden şüphe etmek, başlangıç için en iyi hamledir.Ta Descartes’tan beri böyle değil mi zaten?” (Ahmet Öz, Sanat Cephesi, sayı: 35)

Yine de din ve sol ilişkisi birkaç sayfada geçiştirilecek konu değildir, temel bir meseledir. Buradaki, evrimsel psikolojik açıdan yeni perspektifin ana hatlarıdır sadece. Alanda daha sistemli kuramsal ve pratik çalışmalara gereksinim bulunuyor.

İNSANDAN BEKLENTİLER: İnsandan beklentilerimizi iyi ayarlamalıyız. Aydınlamanın ve o temelde yükselen devrimci solun, anarşistiyle, sosyalisti, komünistiyle insandan beklentisi gerçeğe de, bilime de uymuyor. Sonuçta bakın, insandan beklentisini kendiliğinden iyi ayarlamış sol başarıya ulaşıyor, ötekilerse geri düşüyor. Ama başarılı solun zafer naralarına da, o coşkuyla söylenmiş laflarına da itibar etmeyin.

Coşku yükseltmek içinse, evet, kabul edilebilir, doğrudur. Ama cidden inanıyorsak insanın düzgün bir tahta olduğuna, hem kendimizi kandırırız, hem başkalarını aldatırız. Budaklı bir odundur insan. Ondan düzgün bir eşya yapmak fevkalade zordur. Solun boş söylemlerden arınıp gerçek üstünde ustalaşması gerek.

Sıradan halkın aymazlığı, akılsızlığı ayrıdır; yakın çevremizinki ayrı, kendi benliğimizinki ayrı. Hepsiyle ustalıkla başa çıkmak gerek, hepsini değişik boyutlarda idare etmek gerek. İnsana (büyük çoğunluk için söylüyorum) kazanabileceği hedefler, elle tutulur, kendi yaşamında ulaşabileceği hedefler göstermek gerek. Girdiği her işte ne kadar büyük risk bulunursa bulunsun küçük de olsa yaşamda kalma ve bundan yararlanma şansı bulunduğunu bilmediğinde insanların yüzde doksan dokuzundan fazlası yan çizer. Nietzschecilik, felsefede, kimi insanların yaşam görüşünde güzeldir, ama siyasette hiçbir işe yaramaz.

Eğer kendi söylediğimize kendimiz inanmıyorsak, insanları gördüğümüzden, değerlendirdiğimizden çok daha üstte gördüğümüzü, değerlendirdiğimizi söylemekten kaçınmamalıyız. Çünkü biz bunu ifade eder, buna karşımızdakini de inandırırsak o karşımızdakinde cidden bir nitelik sıçraması gerçekleşebilir. Buna Pygmalion etkisi denir. Solun yaptığı bir yerde bu, ama kendi söylediğine kendi inandığı ve bir süre sonra da inanmaz hale geldiği için çoğu zaman işe yaramıyor.

SİYASETTE EŞİTLİK: İnsan eşitliği bir yalan söylemdir. İnsanlar çok çeşitlidir, hemen hepsi değişik alanlarda iyi olabilir, ama her alanda iyi hiç kimse yoktur. Konumuz siyasetse, bu konuda da daha yetenekli ve yeterliler, görece yeteneksiz, ilgisiz ve yetersizler elbette çıkacaktır. Bunun sonucu siyasi hiyerarşidir. Hiyerarşide üst noktadakiler gerçekten iyilerse, siyaseti iyi yönetirler; siyaseten gerçekten iyi değilseler, kendi çıkarlarını yönetirler.

İnsan doğası eşitsizliğe, hiyerarşiye uygundur; ama sınıflı topluma, özel mülkiyete uygun değildir. Bunu en az 140 bin yıl sınıfsız toplumda yaşaması, ancak son beş altı bin yılda sınıflarla tanışmasından çıkarıyoruz. Son beş altı bin yılın marifeti sınıflarla ve son dört yüz yılın marifeti kapitalizmle neden bu kadar uyumlu görünüyor, kendini mahvetmek pahasına?

Bunun nedenlerini araştırıp, ona uygun çözümler, yaklaşım yolları bulmalıyız.

KABİLE RUHU: Toplumsal bilinçaltına seslenmeyi önemsemeliyiz. Bunu beceren sol güçler başarılı olabiliyor. Faşizm bunu başarıyor. Elbette faşizmin bu doğrultuda işi çok daha kolay. Toplumda ne kadar gerici kültür, duygu, güdü varsa hepsini arkasına alabiliyor, solunsa bunları ayrıştırıp karşısına alması gerekiyor. Yine de kabilenin dayanışmacı ruhunu canlandırmak mümkün.

Kabile ya da komün yaşamının sıcaklığını, hem üretim, hem tüketim, hem yaşamdaki her turlu gereksinim ve biçim üstünden canlandırmaya çalışmalı. Sıradan insan doğrudan parti ve siyaset dışındaki (elbette siyasetin kendiliğinden göbeğinde bulunacak) değişik örgütsel oluşumlara katılmanın kendine maddi ve manevi bir şeyler kattığını görmeli.

“İlk insanların yek vücut olabilmeleri için hiç değilse çoğunlukla hayata geçirmek zorunda bulundukları erdemler, bugün de hala en önemli erdemler olarak kabul edilenlerdir.” (Charles Darwin, The Descent of Man, Chapter 4)

AHLAK ve TOPLUMSAL BİLİNÇALTI: Burada toplumsal vicdana seslenmek gerekiyor. Sol muhakkak ahlaklı ve ahlakçı olmalıdır. Bu ahlak elbette toplumsal ve kişisel özgürlükleri gözetip genişletecek, ama daha önemlisi sorumluluk ve görev bilincini öne çıkaracaktır. Kapitalist toplumun, bireyi tüketim Tanrısı olarak gören sahte özgürlükçülüğünün sonuçlarını göstermeden, gerçek özgürlüğün toplumsal dayanışma, sorumluluk, görev bilinciyle kazanılabileceği (tıpkı ilkel kabilelerdeki gibi) bilinci geliştirilmeden, solun kitle tabanı bulması olanaksızdır. Kitle tabanı bulsa bile o sol gerçek sol olmayacaktır. Toplumsal yozlaşma, çürüme, toplumsal suçlar, günahlar, buna karşın insanlığın ve toplumların bedel ödeyecekleri fikri, tufan, yeniden ayağa kalkış, diriliş vb. motifleri sol propagandada muhakkak işlenmeli.

Büyük felakete doğru gidiyoruz tüm insanlıkça. Tek kurtuluş yolu sosyalizm. “Özgürlükçü" falan değil, adamakıllı disiplinli bir sosyalizm. İnsan şımarıklığını, doymak bilmezliğini insanı kırmadan, umutsuzluğa sevk etmeden gündemde tutan ve çıkış yolunu gösteren “tufan” ve “yeniden doğuş”un yeni efsanelerini yaratmalıyız.

Kaan Arslanoğlu

Evrim Açısından Devrim (Sayfa: 259-272)

Facebook
yorumlar ... ( 2 )
01-01-2014
01-01-2014 22:02 (1)
Her yönü ile katıldığım Kitabı okuyuncada ulaşabildiğim arkadaşlara ısrarla önerdiğim görüşler. Üzerinde çalışmalı ve etrafında birleşmeliyiz diye düşünüyorum..Y. Bodur..
02-01-2014 11:58 (2)
savasmadan baris olmaz.. birakalim oldurelim birbirimizi. boylece laf dalasida son bulur gercek barisin degerini anlamis oluruz.
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211532
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.