Her zaman beyaz olmaz beyaz yakalının devrimi / Gezi ve beyaz yakalı

Ortalamadan ortayı bulmak

Haziran Direnişi’nden bu yana orta sınıf üzerine tartışmalar yoğunlaştı. “Gezi direnişli bir orta ya da yeni orta sınıf isyanı mıdır” soruları bile sorulmaya başladı. Liberaller cephesinden Fuat Keyman ve Çağlar Keyder gibi isimler Gezi’nin bir yeni orta sınıf başkaldırısı olduğunu söyleyip durdular. Başka bir bağlamda da olsa Pasif Devrim kitabıyla tanınan Cihan Tugal da yeni orta sınıfların Gezi sürecindeki görünürlülüğünden bahseden demeçler verdi. Diğer taraftan Birgün’de sevgili Ahmet Tonak orta sınıflar kavramı konusundaki çekincelerini ve marksizm dışılığı üzerine bir dizi yazı kaleme aldı. Yine sendika.org’dan Selim Ergünalp kapsamlı ve eleştirel yazılar yazdı. Üstüne bu ülkedeki en nitelikli sosyalbilimler dergilerinden olan Praksis de bir orta sınıf dosyasıyla tartışma gündemine dahil oluverdi. Orta sınıf tartışmaları yoğunlaşırken doğal olarak bana da bir sürü soru geldi. Biraz espriyle söylersem adım nerdeyse orta sınıf tartışmalarıyla anılmaya başlamıştı uzun süredir. Üstüne 2006 yılında adı Yeni Orta Sınıf adlı bir kitabım yayınlanmışken, benim niye bu tartışmalara dahil olmadığım sorulmaya başlandı. Tabir yerindeyse daha orta sınıf tartışmaları yokken ben susmuyor, şimdi her yer orta sınıf tartışmasına boğulurken ben susuyordum işte; ya da öyle algılanıyordu. Gezi Direnişi sürerken kitabımdan haberdar olmuş biri Honk Kong ve Danimarka olmak üzere yabancı TV kanalları dışında da yeni orta sınıflar tartışmasına dahil olmadım. Doğal olarak benim yeni orta sınıf tezlerim yanlışlandı mı diye sorulara bile muhatap kaldım denilebilir.

Marksistler açısından orta sınıf tartışmalarının belli ve haklı bir gerginliği var. Kavramın iyimser tınısı ve belirsizliği, üretim ilişkilerine atıf yetersizliği endişeleri doğuran unsurlardan. Örneğin Taha Akyol gibi yazarlar yıllardır “orta sınıflar büyüyor, güzelleşiyoruz” iyimserliği pompalayıp duruyorlar. Hatta AKP orta sınıfları büyüttü yorumları da eksik olmuyor medyadan. Kısacası orta sınıflar çoğu zaman tampon ve dinamik ara sınıfların büyümesi, iyimserliğin, demokratikleşme taleplerinin gelişmişliğin bir çerçevesinde dönüyor. Bu anlamıyla marksizmin proleterleşme sürecini gizleyen bir refah ve tüketim övgücülüğünün mazereti olarak da iş görüyor.

Birgün’den Tonak bu liberal önermelere karşı çekinceleri dillendirdiği için gayet haklı. Fakat şöyle bir problem var gibime geliyor. Tamam orta sınıf kavramı belirsizlikle malul ama hemen her şeyi de işçi sınıfı içine aldığımızda analiz araçlarımız ne durumda olacak? Tonak biraz böyle görüyor gibi. Bu kez karşımızda fazlasıyla genişletilmiş belirsiz bir işçi sınıfı tabanı çıkmış oluyor. Burjuvazi dışındaki her şeyi işçileştirmek anlamına da geliyor. Elbette kapitalizm düşünüldüğünde proleterleşme hızı belki de bizi oraya götürüyor. Peki herkes işçi oldu, bu analizimizi nasıl zenginleştirecek? Reklam ajansındaki bir metin yazarı ile sanayideki bir mavi yakalı elbette kavram genişletildiğinde emekçi. Ama ne aynı hayatları ya da mekanı veya kültürü paylaşıyorlar. Bunların bir araya gelebileceği bir örgütlenme zemini de yok. Yani her ikisini de sen işçisin demek sorunu çözmüyor; kuramı doğruluyor o kadar. Proktetus yatağı gibi uzatıp kısaltıyorsunuz.

Ayrıca orta sınıf kavramı yerine küçük burjuvazi kullanalım önerisi de her şeyi çözmüyor. Orta sınıf kullanımı kolay galat-ı meşhur bir kavram. Üstelik bu kullanım kolaylığı sizi marksizmden çıkarmıyor. Kavramı nasıl ve hangi bağlamda kullandığınız çok önemli hale geliyor. Özetle ben yeni orta sınıf kavramını 1990 sonrası ivmelenen hizmetler sektörü üzerinden yoğunlaşan bir neoliberal süreç üzerinden okumaya çalıştım. Beyaz yakalı ve eğitimli bir sınıf üzerinden bir yoğunlaşma yaşadım; ve bunların uzun süre sonra proleterleşme süreci içine gireceğini de ekledim. Bu süreç bugün, esnekliği, güvencesizliği ve kültür endüstrisi profesyonellerini de adresleyen “prekarya” kavramı üzerinden canlı bir güncellik de barındırıyor. 1990’lı yılların parlak vitrini döneme neşesini de veriyordu. Yeni orta sınıfların 2001 bankacılık krizinin de etkisiyle “ağzında suşi tadıyla” kalakaldıklarını da eklemiştim kitapta ve birçok yazıda. Şu bir gerçek 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren bütün dünyada üniversitelerin sayısının da artmasıyla beyaz yakalı eğitimli bir kesim oluştu. Kendilerini hem mekan hem de kültürel stratejilerle ayırmaya çalışan ve neo liberal hizmetler sektörünün şık vitrininde parlayan bir kesimden bahsediyorum.

Benim yeni orta sınıf (YOS) kavramını kullanmam öncelikle bu ayrışmayı analiz etmeye çalışmamla ilişkili oldu hep. Kendilerini anne-babalarının dahil olduğu geleneksel orta sınıflardan da ayrıştıran onların Sümerbank pijamalarıyla dalga geçen bir sosyolojiden bahsediyorum. Elbette benim üzerinde düşündüğüm YOS işçi sınıf içinde de değerlendirilebilir. Ama benim için sınıfların kendilerine nasıl kültür yonttukları ya da mekan kurdukları da önemli. Bunu düşünmek insanları marksizmden de çıkartmıyor. Yani Cihangir’deki bir hipster cafe ile Güngören’deki bir tekstil atölyesi çayhanesinde aynı süreçler deneyimlenmiyor. Elbette normatif anlamda sermaye-ücret ve sömürü ilişkileri çerçevesinde aynı sınıfa dahil edilebilirler. Ama bu bize analiz zenginliği olarak neler getirecek acaba? Bu çerçevede Gezi direnişine baktığımızda, direnişin dilinde ve vitrininde yeni orta sınıfları çok rahat görebiliyoruz. Hatta gelecek yazımda detaylıca açmaya çalışacağım gibi direnişin dili, sloganları neredeyse bütünüyle yeni orta sınıf kültürel stratejisine sahip bile denilebilir. Bitirirken ve gelecek haftaya pas ederken şunu söyleyelim: Bu YOS elbette içinde yaşadığımız süreçte prekaryalaştığının fazlasıyla farkında, bugün plazalarda beyaz yakalı mücadelesi uç veriyor, gündüz işte gece direnişte olunuyorsa üzerinde ciddi ciddi düşünmek ve tartışmak gerekiyor. Yani orta sınıf kavramını da sağa yem ettirmemeliyiz diye düşünüyorum. Buradan tartışmaya devam etmek üzere...

Arzulayan bir sınıf olmak

Orta sınıf mevzuna yoğunluktan geçen hafta ara vermiş olduk; önceki yazımda ana hatlarıyla orta sınıf kavramını da sağın eline bırakmamak gerektiğinin altını çizmiştim. Yani kavramı doğru bağlamlarında belirsizlikten kurtarmak ve normatif bir işleyişe sokmak mümkün. Gezi direnişi bağlamında söylenen bu hareketin ağırlıklı olarak orta sınıf başkaldırısı olduğu saptaması elbette sorunlar taşıyor. Ben böyle bir tümleyiciliğe elbette gitmeyeceğim. Ama yine de şunu söylemekten çekinmeyeceğim: Gezi’nin vitrininde ve yaratıcı orantısız zekasında, sloganlarında, ironisinde yeni orta sınıfların ağırlığı gerçekten vardır.

Peki yeni orta sınıf (YOS) ile neyi anlatmak istiyorum? Aslında çok karmaşık değil. Bu kesimi oldukça dar bir anlamda ele almak yanlısıyım. 1990’lı yıllarda bütün dünyada sayıları artan, çoğu alt ve geleneksel orta sınıflardan devşirilmiş, üniversite mezunu ve ağırlıklı olarak neo liberalizmin kilit finans, bankacılık, bilişim, medya ya da yaratıcı sektörler gibi hizmetler alanında çalışan ücretli beyaz yakalı bir kesimden bahsediyorum. Kendini mekansal ve kültürel olarak geldiği alt-orta sınıflardan hatta burjuvaziden bile ayrıştırmaya çalışan, küresel etkilenmelere fazlasıyla açık, dinamik bir kesimden bahsediyorum. Ebeveynleri gibi 1945 sonrası Fordist düzenin hiyerarşik disiplini, liyakatçılığı ve meslek ahlakıyla belirlenmemiş, çileci bir tasarrufçulukla malul olmayan; tüketim ve haz odaklı, uyarlanabilir esnekliğe alışkın bir arzulama pratiğine sahip olmaya çalışan vitrini patlak bir eğitimliler ordusuydu YOS. 1980’li yılların sonunda diplomalar alınıp, 1990’lı yılların yükselen hizmetler sektörüne akmaya çalışan, yüksek maaşlar ile mest olmuş neşeli beyaz yakalılar yani plaza arıları. Beni bu dinamik ve riskli sosyolojinin kendini nasıl kültürel farklılaşma setleri inşa etmeye çalıştığı, farklılaştırma mekanizmaları ve arzu politikaları ilgilendirdi daha çok. Hatta şu rahatlıkla söylenebilir: Yükselen doksanlı yıllarda neo liberalizmin hizmetler sektörü ağırlıklı, sanayiyi çepere iten, gökdelenleriyle New York esinli küresel kentin ve yoksulları kent merkezlerinden kovan ve tarihi mekanları eğlence ve kültür odaklarına dönüştüren soylulaştırma (gentrificiation) sürecinin de en önemli aktörüydüler. Bu anlamda açılan barlar, kulüp ve cafeleriyle kent bu kesimin arzu ve karşılaşma mekanlarına evriliyordu. Kapatılan gazinolar ya da parklar gibi kentle kurdukları ilişki mekanlarını yitiren geleneksel orta ve alt sınıflar, evlerinde TV başında çekirdek çitlerken, YOS bütün dinamizmi ve energy drink’leriyle gündüz ofiste gece eğlence ve kültürün içindeydi. Kentle kurdukları ilişki aristokrasi dahil geçmiş sınıflarla karşılaştırılamayacak ölçüde arzu dolayımıyla kuruluyordu. Küresel kentin ya da daha özgün deyimle Sex and City ve özgür kadın profesyonel mitinin de ivmesiyle yeni orta sınıflar kendilerini ayrıştırmış özgül mekanları deneyimlemeye özellikle dikkat ediyorlar ve kent hassasiyetleri de fazlasıyla yüksekti. Bu anlamda kapitalizmin çelişkilerini sınıfsal ilişkiler üzerinden değil, arzunun kısıtlanması üzerinden deneyimlemeye yakın ve muhafazakar tepkilere karşı hassasiyetleri fazlasıyla yüksekti.

2000’lere gelindiğinde kötümserliği artmakla beraber teknoloji dostu yeni bir kuşakla (Y kuşağı) ivmelenen YOS kendini imtiyazlandıran soylulaştırma sürecinin kendisini de dışlamaya başladığının fazlasıyla farkındaydı. Yani küresel kentin vitrini olmuşlar, ama burjuvazinin bobo’laşıp kent merkezlerine dönmesiyle arzu mekanlarını kaybettiklerini kızgınlıkla hissetmeye başlamışlardı. YOS benim kitabımda göstermeye çalıştığım gibi, Türkiye özelinde Leman dergisi üzerinden Ekşi Sözlük ve Zaytung’a uzanan ve yeni kuşağın Penguen ve Uykusuz gibi dergilerinde gelişen sinik ironik dil üzerinden kendine bir kültürel sermaye oluşturmaya uğraşmıştı. Önceleri dışlayıcı olan ve alt sınıfları paradileştirmeye çalışan bu yaklaşım 2000’lerin ortalarına gelindiğinde fazlasıyla alt sınıflara yakın, evcil ve samimi bir ara yüze evrilmişti. Gelecek yazıda bu dili, arzu politikalarını ve Gezi Direnişi’yle bağlarını açmaya çalışacağım. Çünkü o samimi inançsız dilde kapitalizmin ve beyaz yakalıların krizini görmek bizi şaşırtmayacaktır.

Ali Şimşek

Bu yazı daha önce soL gazetesinde yayımlanan iki ayrı makaleden oluşturuldu.

Facebook
yorumlar ... ( 1 )
09-01-2014
09-01-2014 18:09 (1)
Kanada'da 2000'lerin başlarında yapılan bir araştırmada sosyal yardımlarla geçinenlerin (welfare recipients) kendilerini ORTA SINIF olarak tanımladıkları ortaya çıkmış ve bunun nedenini araştırmak için 2. bir araştırma yapılmıştı. Mantıken ORTADA yer almak için ALTINIZDA birileri olmalıydı. 2. araştırmada, 1. araştırmada kendisini ORTA SINIF olarak tanımlayanların bu kavramdan toplum içindeki YER/KONUM değil, belli bir YAŞAM TARZI anladıkları ortaya çıktı. Buradan ALGININ çok önemli olduğu sonucuna varıldı. AA.
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211197
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.