Bilindik bir hikâye vardır, insanımızın felsefesini açıklar
ve düşünme eylemiyle kurduğu sınırlı ilişkiyi gösterir. Öte taraftan
mizah(ımız)a dair yorum yapma fırsatı tanır.
Hikâye bir lisede ya da üniversitede geçer. Hoca yazılı sınav yapar,
öğrencilerine şu soruyu yöneltir: beni bu 'sandalyenin olmadığına' fikir
yürüterek ikna edin. Sınavdaki zihinsel jimnastik pek önemli değildir, zira tek
yanıt öne çıkar. Pratik zekânın karşılığı olarak da alınabilecek bir yanıt: "Hangi
sandalye?
Soruya soruyla karşılık verme uyanıklığı ve yüzeysel olanı pratik zekânın
çıktısı sayma çabası, felsefeyi 'hangi sandalye' basitliğine düşürme girişimi
bu ülkenin sapmaz standardıdır. Ülkemizde pratik zekâ bir düzen sorununun
dolaylı yansımasını da içerir. Çok zeki, fakat imkân bulup okuyamamış çocuklar
'yıldızın parladığı anlar'a işaret eder! Stefan Zweig'ın "Yıldızın
Parladığı Anlar" adlı 'ölümsüz' eserinden henüz bir televizyon dizisi
uyarlanmadığına göre bu çarpık yakıştırmanın kör topal ilerleyişinde beis
görmeyelim.
Cinneti cennetten ayıran o ince çizgiye çakılmış çiviler...
Kahredici bir cinnetin ta içinden geçiyor, olayların
sıcaklığıyla cinnetin tanımını yapamıyor yahut eksik yapıyoruz. 'Toplumsal bir
cinnet' yaşıyor muyuz mesela? Toplumsal kolaycılık yaşadığımız aşikâr da
cinnetin neresindeyiz? Kıyısında mıyız, göbeğinde mi? Elimizde pergel mi yoksa
cetvel mi tutuyoruz ruhumuzu ölçerken? Ruhumuzda cinnet mi tutuyoruz, özlemle
aradığımız o cennet nerede? Yaşadığımıza "reductio ad absurdum"
diyebilir miyiz?
Olmayan ergi, cennete özlem, cinnete öfke, adrenaline sevgi, uyuşmaya
bağlılık... Hangisi izaha yakın? 'E şıkkı: hepsi' mi?
Uyurgezer bir toplum olduğumuzu da ileri sürelim madem, nörolojik bir
sıkıntımız var belli ki ne unutsak yarıyor, neyi kanıksasak sarpa sarıyor!
Çözmeye çalışmadıkça dolanıyor, çırpınmadıkça ve bataklık kanunlarını
çiğnemedikçe işler iyiye gider, eni sonu sağlam bir dal uzanır sanıyoruz. Bu
hengâmede kökümüz ayrı yere düşmüş dalımız ayrı yere. Bir kısmımız kurtarıcı
bir melek bekliyor. Çoğumuz 'gittiği yere' kadar götürüyor, azınlıkta kalan bir
kesim 'inceldiği yerden kopsun' havasında. Sokaktaki hava yanardöner, oda
ısısına uymuyor, evdeki hesap çarşıdan nasıl dönüyorsa.
Neleri kanıksamadık şu hayatta, şu yakın geçmiş hayatta? Neleri yakıp geçmiş
zaman takılarıyla donatmadık? Suruç'ta ve Ankara'da, yanmış et parçaları
seviyesine indirilişimiz karşısında 'orada biz de olabilirdik' tarzı altı boş
içselleştirmeleri saymazsak ne geldi elimizden? Ne gelirdi de esirgedik?
Pasif agresif bir muhalefet topluluğu olmayı aştık mı hiç? Aşmayı denedik mi?
Ne rahat sindirdik sivil ölümlerini, gazeteci ve siyasetçilerin tutsak
edilmesini. Düşüncenin zorla bastırılmasını anlayışla karşıladık, empati kurduk
ezen ile, ezilenden yana saf tuttuğumuz halde. Korkmuyorduk! Nereden
çıkarıyorsunuz böyle tuhaf şeyleri!
Kabul edelim, korkmak insana aittir. Kuşkusuz korkuyorduk, tekinsiz cürüm
arifelerinde adımlarken sokakları, meydanları. Ölüm ve ölüm ihtimali boy
gösterirken aslı ve suretiyle, aklımızdaydı hep: Adrenalin adres sormaz ki!
Kolaya kaçmayacağım. Suruç'a sustuk Ankara oldu; Ankara'ya sessiz kaldık,
Diyarbakır Barosu başkanı Tahir Elçi sokak ortasında kurşunlanıp katledildi
demeyeceğim. Vicdan muhasebesine falan hiç girişmeyeceğim, bizden uzak olsun o
melun aforoz işlemi! Biz ne zaman konuştuk ki? Şöyle ağız tadıyla en son ne
zaman güldük, sevindik, eğlendik demiyorum, dikkatinizi çekerim. Bunları hayli
zamandır yapamadığımız ortada zaten. Ufuktaki köye kılavuz aranmaları, siyasal
geleceğe dair teorik çatapatlar istemiyorum, onlar da uzak olsun. Uzak olsun ve
bırakalım Cem Yılmaz aydınlatsın durumu, "Bu ülkede gülmek artık lüks
değil ihtiyaç!" desin.
Tabi, öyle! Kısır döngülerde ve dönme dolaplarda güleceksin arkadaş, gülmek
mide bulantısını değilse bile dönmeyi hafifletir! Ayrıca biraz uyuşturucu ve
biraz adrenalin... Gerisi hayat, karmaşa ve cilve... Gam sonsuz, hayat sayılı
günden ibaret... Neticede insanız.
Zekâmızı bilmem ama pratik zekâmızın iflasına ne dersiniz? Akıl tutulmasını
geçtim, aklın ertelenmesi hakkında ne düşünürsünüz?
Günah çıkarma konforuna sığınmakla birlikte çivi çıkarmaya da bayılan bir
milletiz. Her iki çividen üçünü çıkarmayı marifet sayarız. Matematiğimiz fena
değildir, bakmayın sınavlarda sıfır çektiğimize! Bu soyut bilgiler gerçek
hayatta işimize yarıyor: çivi hesaplarken, cinnet hesaplarken, bağırmak
istediğimiz her an boğarken sesimizi, oto kontrol namertliklerinde, oto sansür
aşağılanmalarında.
"Memleketin çivisi çıktı". Bir müddet sonra kısır döngü iş başı
yapıyor ve şu soru gündeme bomba gibi düşüyor: Hangi çivi? "Çivi mi
kalmış" kolaycılığı? Tam bir Nasreddin Hoca muzipliğine benziyor. Çivinin
varlığına inanıyorsun da çıktığına niye inanmıyorsun mübarek! Diğer yandan,
çıktığını defalarca dile getirdiğin bir çiviyi neden sonra inkâr ediyorsun?
Pratik zekâ mıdır bu inkârın dayanağı, kanıksama hastalığı mıdır? Köylü
kurnazlığı veya kolaycılık belası mıdır?
"Kolaycılık belasına gardaş verdiğimiz can bizim!"
Son gülen iyi güler
Nihayet, 'hangi çivi' deyip yüz tam puan almak mümkün! Ne de
olsa son gülen iyi güler!
Peki, gülmek ihtiyaç mıdır? Stres bir gereklilik midir? Hayat gailesi işte
neylersiniz, kısır döngü bu, elbet dönecek, üç öyle beş böyle!
Gülmek sağlıklı doğarsa 'anlamlıdır' Yokuşu çok terlemeden çıkarsak bir yere
varırız, çünkü inerken yediğimiz rüzgâr hasta eder insanı. Hem uyurken bir
yerlerimiz açıkta kalmamalı, olmadık hülyalara dalmamalıyız. Kanıksamadan
türeyen gülmek 'hangi sandalye ve hangi çivi' sorularına daraltır
çokbilmişliğimizi, farkımızı sıradanda görürüz o vakit, yine de övünürüz.
Gezi mizahı Zaytung kanıksamalarıyla zehirlenirken.
Memleket cinnet havaları çaladursun 'Gezi mizahı' denilen mizah yenildi. Bu kadar çabuk yenilmesini beklemiyordum doğrusu. Sosyolojik izahatlar sarmıştı dört yanımızı. Bu yeni ve kurucu mizahı var eden koşullar isyan etmeyi gülmekle harmanlayan bir kuşağa bağlanıyordu. Malzeme ve beceri bu kuşakta toplanmıştı, epey gülecektik hani, kafaya koymuştuk. Fakat aldandık. Bu mizahın temeli çürüktü, temelinde 'genç klişeler' ve kör olasıca 'federal kanıksamalar' vardı; acıyı bal eylemenin ötesinde ağlanacak hale gülmenin zayıflığı vardı. Bu mizah içi kan ağlasa da Zaytung yalan haberine gülen insanların zihninde çok tehlikeli bir suskunluk silahına dönüşebilirdi. Dönüştü de. Bu mizah adım atamadı, emekleyemedi bile, 'eski tasla eski hamam'da su dökünüp pür-i pak oldu, düzeniçileşti. Bugün çivi ve sandalye tartışmaları gölgesinde Cem Yılmaz son noktayı koyuyorsa, duvarlara işeyen Gezi Mizahı'nın yaralı halkın parmağına işeyemediğini gönül ferahlığıyla saptayabiliriz. İncinmeden, gocunmadan; parlatılan her şeyin, yüzeyindeki cila tabakasını bir gün kusacağını söyleyebilir ve buradan tekrar cinnet hallerine hızlı bir geçiş yapabiliriz. Kısır döngü devam etmeli!
Bol acılı, baharatlı tarifimiz...
Çukurun dibi ve alçaklığın sonu olur mu? Bunlarla oyalanmak
gerek! Bir tutam adrenalin iyi gider üzerine, biraz da "bu memleket
kimin" tartışması! Tadından yenmez! Haklıyken haksız duruma düşmeyişin
tarifsiz sevinci eşliğinde ve 'bu ülke bizim mi bizi öldürmek isteyenlerin mi'
yabancılaşmasında kenara çekilmek... "Ortada kuyu var, ortada dipsiz bir
çukur var, yandan geç" tekerlemesi, çocuk masumiyetine kaçışımız... Çevir
kazı yanmasın. Ne kendisi yansın ne altında duran tenekesi! Dökülmesin foya
aman, kısalım ateşin altını! Harlıyken harsız duruma düşmeyelim! Dertsiz başa
dert almak pahalı bu ülkede...
Karar aşamasındayız. Yarın bir gün bu kez tarih dersinde anlatılacak hikâyemize
müdahil olmak zorundayız. Öyle bir yakın tarih anlatılmaz, müfredat kapsamaz
deyip avunmayalım kusursuz gerçekleştirdiğimiz avunma eyleminden medet
ummayalım. Siyasal iktidarın bölünüp güç kaybetmesinden, böylesi bir süreci
hızlandıracak beyaz saçlı aktörlerden ya da Putin'den medet ummayalım. Tren
kaçıyor! Yarın bir gün bu kez tarih dersinde hocanın bu ülke kimindir sorusuna
karşılık 'hangi ülke' cevabı verilmesin ve yüz tam puan hınzır bir gülümsemeyle
tüm bilincimizin üzerine kapanmasın diye hızlıca karar vermeliyiz.
Bir enkaz dolanırken ayağımıza batan çivilere ağıt mı yakacağız yoksa büsbütün
yeni bir inşaya mı girişeceğiz?
Geleceğin toprakları müteahhit takımına peşkeş çekilemeyecek kadar değerlidir.
Haydar Ali Albayrak