Generalin biri halkın arasına inmiş. Tek başına dolaşıyormuş kalabalıkta, saygıyla selam verenler, kurtarın ülkeyi yollu dilek dilenenler… hava bin beş yüz… Şaaak! Aniden ensesinde bir tokat patlamış, sendelemiş. Hışımla dönmüş arkasına. Izbandut gibi bir polis… General sormuş: Kim vurdu bana, gördün mü vuranı? Ben vurdum, ne olmuş demiş polis. General yutkunmuş. Şaka mı bu? Yani, espri diye mi vurdun? Hayır, demiş polis, şaka değildi. Haa, demiş general, şimdi oldu… Şakadan hiç hoşlanmam da…
Bildik bileli Doğu Perinçek siyasi yaşamımızın baş aktörlerinden biri. “Ulusalcılık” ise 90’lı yıllarda türeyen bir kavram. Solcu veya sosyalist milliyetçi anlamında kullanılıyor. Ülkede hatırı sayılır sayıda ulusalcı var. İP (Yeni Vatan) onların bir kesiminin örgütü, ama en derli toplu temsilcisi. Çoğunluk CHP’de, başka yapılarda ya da bağımsız.
Perinçek tipinde bir liderin başka ülkelerde benzerinin bulunmadığını ileri süren, ulusalcılığı ülke için bir talihsizlik gibi gören pek çok solcu-sosyalist ise daha büyük bir çoğunluğu oluşturuyor.
Oysa bu karakter tipi tam da ülke gerçeklerinin ürettiği karakter. Dünyanın hiçbir başka ülkesinde solu bu denli paramparça edecek, birbirine tepki olarak kemikleştirecek nesnel koşullar bulunmuyor. Bu denli hegemonyacı, saldırgan bir Kürt hareketinin bulunduğu koşullarda, bir de onu sol-sosyalist görenler, onu yüceltip ittifak gücü olarak görenler on yıllardır sosyalistler arasında çoğunluğu oluşturuyorsa ona tepki olarak sol ve sağ milliyetçiliğin kabarması kaçınılmaz. Bizde yaşanan az bile.
Açıkçası Perinçek’i ve aşırı ulusalcıları hiçbir zaman gönül rahatlığıyla solun, daha doğrusu kendi muhalefet ruhumun bir parçası gibi göremedim. Ama onlardan nefret de etmedim. Tüm yaptıklarına, bildiklerime karşın.
Bunun üç nedeni var. 1- Ulusalcılardan nefret edenlerin çoğunu (hepsini değil) solun ve kendi muhalefet ruhumun bir parçası sayamadım. Söz gelimi Perinçek’in sol adına günahlarını sayanların çoğu, sol adına daha ağır günahlı. 2- İP’te veya ulusalcılar içinde çok sayıda temiz insan tanıdım, gördüm. Bunların yaşam içindeki sosyalist duruşları öteki kesimlerdekilerden daha geri değil, aksine ortalamada biraz daha ilerde. 3 – Bu kadar insan, temizi, pisi bu adamda, bu insanlarda bir şeyler bulmaya devam ediyorsa, bu salt aldanmadan ötürü olamaz. Her kesimde olduğu gibi bu kesimde de düşünmeden, araştırmadan, sorgulamadan önderliğin her yeni taktiğini anında benimseyenler, bağımsız akıl işletemeyenler çoğunlukta. Ama olsun, yine de bu kadar insanı inandırmak, kırk yıldır bağlamak kolay iş değil ve sadece şarlatanlıkla açıklanamaz.
Şu var ki, olumlamak için söylemiyorum (bir kez bile aynı siyasi hatta birlikte olamadık), davası yanlış veya doğru, bu dava doğrultusunda samimi olan, bu davaya başını, yüreğini koyan biri… Bunu herkes görüyor ve inandırıcılığının çoğunu buna borçlu.
Bir Amerikalı, bir Fransız, bir İngiliz aynı kompartımanda yolculuk ediyorlar. Kapı açılmış, içeri ulusalcı Temel girmiş. Yol arkadaşlarına bir bakmış… “Yine mu siz!” demiş.
Milli bir sosyalizmi savunmak, emperyalizme karşı tavizsiz, “saf doğru” bir hattı inatla sürdürmek güzel de bir bakıma… ABD politikalarına sert karşı çıkacaksın, onlarla anlaşanları bir kenara atacaksın, Kürtlere hiçbir ayrılıkçı tavize yanaşmayacaksın. Bunlara göz kırpanlara, Y-CHP’ye verip veriştireceksin. Hadi bir bakıma bunlar da güzel gelsin bazılarının kulağına da… Bu ulusalcı saf doğruluk, saf Anti-emperyalistlik, en ödünsüz Kemalistlik essah mı? Bunun yaşamda bir karşılığı var mı?
Perinçek, Yalçın Küçük ve çoğu benzerinin sürekli gelgitlerini bir kenara bırakalım. Apo’ya kardeşim demeler, PKK’yı meşrulaştırmalar, öncesinde NATO müttefikimiz, ABD ittifak gücümüzdür diye solla amansız bir kavgaya girmeler… Hepsini unutalım hadi. Bu politikalara götüren derindeki esas siyaset tarzı nedir, var mısınız bir bakmaya?
Ulusalcı Temel siyasi suçtan idama mahkum olmuş. Üç kişiyle birlikte asılacak. Öteki asılacaklardan biri PKK’lı, öbürü ÖDP’li. Son arzularınız nedir diye sormuşlar. PKK’lı demiş ki, anneme bir mektup yazmak istiyorum. ÖDP’li demiş ki, sevgilime bir telefon etmek istiyorum. Temel bir şey söylemiyor. Senin ne arzun var, diye sormuşlar. Temel düşünmüş, son arzum.. bunların son istekleri yerine getirilmesin…
Halkı, sıradan insanı ikna etmek, örgütlemek çok zor. Nice yiğitler bu işe ömür verdi, baş verdi, yapamadı. Bu yolda çok da hatalar yapıldı, ama hiç yanlış yapılmasa da bu iş zor. Olağanüstü yetkinlik ve çaba gerektiren bir şey. O zaman ne yapıyor sosyalist siyasi akıl, kolaycı yollar aramaya başlıyor. Bu kolaycı yol “büyük siyaset” yapmak. Büyük söylemlerle, en üst siyasi saflaşmalarda tavır alarak ve buralarda kısmen halkı kazanıp, kısmen de büyük güçlerle, büyük adamlarla işbirliği edip hızla güçlenmek ve fırsat bulunulursa iktidara el koymak. Bu yola kimi Leninist tarz diyor (öyle olmadığı halde), kimi asker-sivil aydın zümrenin milli demokratik ittifakı, kimi düpedüz darbeci. Halkı örgütleyerek devrim yapmak dünya ölçeğinde bir yolsa, bu da bir yol, öteki yol kadar sonuç alınmış.
Sonuçta halkı örgütlemek denen o sıkıcı, bezdirici ve çoğu kez de başarısızlıkla sonuçlanan işten yorulan her akım “üst siyasete” başvuruyor. ÖDP’si, SİP’i, TKP’si hep bunu yapmış, yapıyor. Kürt hareketine bu kadar bel bağlanmasının önemli nedenlerinden biri bu. Hazır büyük güç, bir ittifak, birkaç taktik, şartlar uygunsa hooop, bir bakmışsın devrim… Ünlü ve sözde güçlü burjuva şahsiyetlerle içli dışlı olmak, onlara payeler vermek… Onların gücünden nasıl yararlanırım “kurnaz” kaygısından. Buna da “ye kürküm ye” siyaseti diyoruz. Birgün’ün, soL’un, İleri Haber’in sayfaları hep böyle “popüler” medyatik siyasi şahsiyetlerin “gücünden!”, okurundan nasıl yararlanırız hesaplarıyla dolu.
İşte bu Aydınlık hareketi de 12 Mart’a dek bayağı düzgün bir devrimci hareketti. 71 darbesinde karizması çizildi. Ama yine toparlandı, 76’ya dek tekrar sosyalist hatta mevzilendi. Bir Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi savunma kitabı vardır ki, bugünün tüm sosyalist örgütlerinin programlarından daha devrimci programdır.
Sonra bir şeyi gördüler ki, bu iş böyle olmuyor, halkı ikna edemedikleri gibi, her an kelle gidebilir. O zaman “Büyük Siyaset”e yöneldiler. O zaman başladı NATO’cu generallerle flört. Bir kontrgerillayı deşifre dizisi yaptılar ki Aydınlık’ta, müthiş. Peki o kadar bilgi ve belge nereden ulaşıyordu dersiniz?
Sonra yakın tarihe geldiğimizde Veli Küçük çevresiyle, çok sayıda general ve subayla, üst düzey bürokrat ve yüksek yargıyla sıkı fıkı ilişkiler “millici” temelde ilerledi. Buna Demirel bile katıldı.
“Ne varmış, bunlar ülkenin milli bütünlüğünde, Kürtlere karşı duruşta ve ABD’nin yıkıcı politikalarına dirençte zaman itibariyle solun birleşebileceği unsurlar haline gelmiş olabilir!” diyorlar savunucuları.
Peki bunu kim garanti edebilir veya böyle bir garanti çabası var mı? Büyük başın derdi büyük olduğu gibi ilişkileri de büyük olur. Siz büyük başlarla siyaset yapmaya başladığınızda onların doğrudan ve dolaylı bağlı bulunduğu odaklarla ve ABD ile de bağlısınız demektir. Son derece net, bunların büyük çoğunluğu Amerikancıydı, bazıları emekli edilmiş olabilir, ama hepsi mi? Herkesin emekli belgesini gördünüz mü J Güzel ve yalnız ülkemizde CIA hesabına çalışanlar sendikalaşsa Türkiye’nin en büyük sendikası olur. Bunlar greve gitse yaşam durur.
Ne ki her şeyin kanıksandığı, rezaletin sıradanlaştığı bir ülkede böyle şeyleri sormak bir işe yarar mı? Teke tek sohbetlerde diyeceklerdir ki, evet, bir yere kadar haklısın, ama karşı taraf bunu yapıyorsa, bizim de yapmamız lazım bu büyük kavgada. Doğrultuya bak! Buna karşı diyecek bir şeyimiz yok. Enis Berberoğlu, CHP genel başkan yardımcısı oluyorsa, Birgün gazetesi onunla bir muhalif solcuymuş gibi söyleşi yayınlayabiliyorsa bizim gibi baldırı çıplaklara b.. yemek düşer.
Fakat aklımızda hep soru işareti kalır. Bu kadar keskin millicilik, bu kadar sert Y-CHP eleştirileri sahici mi? Uygulanabilir olanla, “saf doğru”yu keskin tavırla karşılaştırmak niye bu ulusalcı kesimde. “Saf doğru”, tam millici, birinci sınıf Atatürkçü bir kesim görsem, hadi belki ben de sempati duyacağım ama, ne bu birbirimizi kandırma?
General, korumasıyla birlikte kompartımanda yolculukta. Karşı sırada ise genç bir kız ve yaşlı bir kadın oturuyor. Tren bir tünele girmiş, içersi zifir karanlık olmuş ve o sırada şaaak! bir tokat sesi… Tren tünelden çıkmış, herkes yerli yerinde, generalin bir yanağı kıpkırmızı. Yaşlı kadın şöyle düşünmüş: Ahlaksız adam, kıza sarkıntılığa kalktı, o da bastı şamarı. Kız şöyle düşünmüş: Bana sarkıntılık edecekti, karanlıkta yaşlı kadına abandı, aldı dersini, iyi oldu. General şöyle düşünmüş: Ulan alçak koruma, kıza saldırdı, şamarı yiyen ben oldum. Koruma ise için için gülüyormuş.
Kaan Arslanoğlu
(Fıkralarla Siyaset – 2)