“Türkiye’de edebiyat ödülleri nasıl verilir?” yazısından sonra Doğan Demir bir mail ve bir yazı gönderdi. Aradan neredeyse 15 yıl geçmesine rağmen anlattıkları fazlasıyla tanıdık geliyor.
Doğan Demir’in daha önce Evrensel Kültür’de yayınlanmış olan Hulki Aktunc'un "Güz Her seyi Bilir" kitabı ilgili yazıyı ilginize sunuyoruz.
Güz Her Şeyi Bilir mi?
Dil üstünde kaydırmaca öykücülüğü, bol resimli ve danışıklı söyleşiler, Ragıp Duran ile Roni Margulies’e sitem veya bu kitabı tanınmamış bir öykücü yazsaydı başına neler neler gelirdi ya da boşuna yazılmış bir yazı...
Güz Her Şeyi Bilir’le ilgili ilk tanıtıcı yazıyı Cumhuriyet Kitap’ın Vitrindekiler bölümünde (23 Temmuz’98) okuduğumda kitabı okuyacaklarımın listesine almıştım. Tanıtım yazısı beni epeyce irrite etmişti ama kitabı yine de okuyacaktım. “Kendine has öykücülüğü, kurgusu ve dili her zaman ayrıcalıklı bir yeri olan Hulki Aktunç’un bu yeni kitabı da kendi içinde sarmallanan, (ne demekse!) ayrıntılarda zenginleşen, okuru kendi kurgusunun içindeki gerçekliğe çeken (bu lafa bittim!) öykülerden oluşuyor.”
Sonra, Öküz dergisinde (Eylül’98) Metin Celâl’in “Okuduğum Kitaplar” köşesinde Güz Her Şeyi Bilir’le ilgili tanıtım yazısını da okuyunca, kitabı bir an önce alıp okumaya karar vermiştim. Söylediğine göre; “Sıcaktan bunalırken güzü okutturuyor Hulki Aktunç.” M. Celâl kitaptan bir bölüm de aktarmış köşesine; “Oysa güz, o piç sonbahar, pis güz, bir gün sessizce içine alıveriyor seni. Oldu bittileri sevmezmişsin, kimin umurunda.” Köşesine koymak için kitapdan bula bula bu cümleleri bulmasına biraz bozulmuştum ama belki de bu satırlarda benim anlayamadığım anlamlar gizlidir diye, üzerinde de fazla durmamıştım.
Ardından, Cumhuriyet Kitap’da (24 Eylül’98) Ragıp Duran’ın kitapla ilgili “Eski gibi, ama özgün” başlıklı yazısını da okuyunca, kitabı alıp okumak benim için farz oldu. Öyle ya; “Öykücünün şair pasaportu, (ne demekse?) metinlere kimi zaman ud, kimi zaman bir akordeon tınısı (insaf!) ekliyor. Hele sözcükleri türetirken, ya da yaratırken (Allah için söyler misiniz; sözcük yaratmak diye birşey var mı dünyada?) iç ahenk müzikal bir ortam (iki kere insaf!) yaratıyor.”muş! “Yeni, farklı, özgün bir edebiyat zevki almak isteyenlere ‘Güz Her Şeyi Bilir’ okumanın ve zevk almanın zorluğunu da...” (Yazı bu şekilde bitiyor. Ben herhangi bir sözcüğü almazlık etmedim.) “Noktalama işaretlerini, büyük ve küçük harfleri, parantez ve komaları (???!!!-dizgide bir hata yoktur!) bile kullanırken (bazıları bunları baskı hatası zannedecek! - R.D.’ın notu), öykü dilini çoksesli hale getiriyor. (Bu sırra ben vakıf olamadım; cehalet işte!)İç ve dış, alt ve üst, sağ ve sol, kuzey ve güney, doğu ve batı sesleri (ne çok ses türü varmış da haberimiz yok!)buluşur üç sayfalık bir öyküde bile. (Niye “bile”?) İşte belki de bunun için okuması zordur Aktunç’un öykülerini.” (Niye ki, biz sağır mıyız?) “Çünkü yazarın ‘esthete’ olma kaygısı vardır ki, mikroskop altında yazılmış(!!!) her sözcükte ve her cümlede izlerine rastlarız.” (Sayısız kere insaf!) Bu da Ragıp Duran’ın yazısının giriş spotu: “Reklamcı, şair, argo sözlüğü yazarı, cinsel bilgiler uzmanı Hulki Aktunç son öykü kitabı ‘Güz Her Şeyi Bilir’de kentli, dil ve sözcük ustası yaşlı bir yazar gibi öykü işliyor. ‘Bir metin gibi anadiline bile çevrilemez’ (aynen böyle yazıyor:“ana diline bile”!) diyen yazarın melodili,(!!!???) lavanta kokulu (!!!???) metinleri...”
Sonunda, kitabı aldım ve epeyce zorlanarak da olsa, birkaç günde zar zor bitirdim. Kitapla ilgili yukarıya aktardığım övgülere gülümseyerek ve acaba bu kitabı tanınmamış bir öykücü yazsaydı başına neleer, neler gelebileceği üzerine kafamda senaryolar kurarak, kitabı son yıllarda okuduğum nice kötü öykü kitaplarının arasına katıp, bir kenara atmıştım.
Sonra, bu kitapla ilgili üç ayrı dergide üç söyleşi okuyunca, birden kendime gelip, kitabı bir kaz daha ve büyük bir sabırla yeniden okudum. Acaba, ben başka bir kitap mı okumuştum ya da dikkatsizce veya önyargıyla mı okumuştum?
Yanlışlık yoktu; aynı kitapdan sözediyorlardı. İkinci defa ve birincisinden çok daha dikkatlice okumama rağmen kafamda yine aynı soru: Acaba, bu kitabı tanınmamış bir öykücü yazsaydı...
Önce Varlık dergisinde (Eylül’98) İdil Önemli’nin, sonra da Adam Öykü’de (Kasım-Aralık’98) Nalan Barbarosoğlu’nun söyleşisi, ardından da Kitap-lık dergisinde (Güz’98) bol resimli, ondört sayfalık geniş bir söyleşi yayınlandı.
Kitap-lık dergisinin sunuş yazısında yazar; “ince bir söz ustası” olarak tanıtıldıktan sonra, “Güz Her Şeyi Bilir ile ‘gerçek okur’un dikkatlerini üzerine çekti”ği belirtiliyor. Söyleşiye katılanlar ise şöyle tanıtılıyor: “genç öykücü Doğan Yarıcı, ‘kadim dost’ Güven Turan, Büyük Argo Sözlüğü’nün son baskısının editörü Selahattin Özpalabıyıklar ve kitap-lık editörü Pelin Özer görüştü.”
Hulki Aktunç’un veya herhangi bir yazarın öykülerini beğenirsiniz veya beğenmezsiniz; bu herkesin kendi sorunudur. Güz Her Şeyi Bilir’i beğenip beğenmemem de benim sorunumdur. Beni en çok rahatsız eden ve karşı çıktığım şey; bu tanıtım yazıları ve söyleşilerdeki sunuşlar, sorular ve soruların soruluş biçimidir. Yazarın da bu tutuma teşne olmasıdır.
• Bu söyleşilerde ve tanıtım yazılarında, okuyucu, kitabı alıp okumaya ve beğenisini özgürce oluşturmaya özendirilmiyor; kitabı nasıl okuyacağına, ne anlaması gerektiğine dair yönlendirilip, kitabı beğenmek zorunda bırakılıyor. Kitabı beğenmeme olasılığı ise; anlayış kıtlığına veya edebiyattan anlamazlığa vb. indirgeniyor. Belki de bu yüzden; Güz Her Şeyi Bilir’in başından sonuna kadar, her iki okumamda da “tınılar”, “melodiler”, “lavanta kokuları”, “müzikal bir ortam”, “çoksesli öykü dili” vs. aranıp durdum.
• Sorular baştan sona bir danışıklı söyleşi izlenimi veriyor. Bir tür yağcılık, bir tür şike, ya da kraldan çok kralcı olmak!
Yazar, “Ben sözcüklerin paçozlaştırılmasına hiç dayanamıyorum.” diyor, (Adam Öykü, s:126) Nalan Barbarosoğlu’nun aklına; kitapdan aşağıya aktaracağım şu uyduruk ve anlamsız sözcüklerin “sözcüklerin paçozlaştırılması” olup olmadığını sormak gelmiyor, nedense! İşte örnekler: “koşarlanıp”, “bardacık”, “kerre”, “sakal silintisi”, “kenditersîm”, “iskambil zıtzıtları”, “ılındı”, “badaştıra”, “tündü”, “yakışıklı kokmak”, “burguladı beynimi”, “çaysamış”, “kağşamış”, “çizgelgesi”, “siktiri binnaz”, “sözülmüş”, “çamur devşireceğim”, “kâhırtlar”, “çocu’u”, “oğluşum”, “buğday taslakları”, “darı taslakları”, “arpa taslakları”, “çıldırı”, “nite”, “vurcakmıştır”, “papatye”, “aylandız piçleri”, “kapılarıymıştır”, “fenikir”, “ılgınsı lekecikler”, “dereler mırıltısı”, “dokunaç”, “temenemnüm”, “dövülgün annem”, “diarrhea”, “sıçırık mısın?”, “sıçargan mısın?”, “olurduymuş”, “olurmuştur”, “çürüntü”, “saklanicam”, “gircem”, “bozmiycam”, “babin”, “tım zımanı”, “yaltak”, “galsama”, “mahpes”, “yokimge”, “kişnersiz”, “varmıştır”, “kılıngıda”, “sölpük”, “yolcaya”, “ımızganıp”, “kaçıl”, “kralıçasıyım”, “miearr”, “tutaraklı”, “balardığı”, “bolarıp”, “egav”, “kösnük”, “gebelendi”, “döneyin” vs.
Yazar; “Yok edilen, yok edilmeye çalışılan bir dünyanın geleceğe taşınmasını istiyorum, gelişerek.” diyor, (A.Ö. s:126) N. Barbarosoğlu’nun aklına “Hangi dünyanın?” diye bir soru gelmiyor. Yazar; “Ben, ülkemizdeki temel çelişkinin sınıfsal olduğunda diretiyorum, aklı eren herkes gibi... Çelişkilerin ekonomik köklerini örtmeye çalışıyorlar...” (ki, bu görüşe tümüyle katılıyorum) diyor (A.Ö. s:127) N. Barbarosoğlu, “Bu da nereden çıktı? Konumuzla veya kitapla ne ilgisi var?” diye sormuyor. Kendi söyleşisine hakim olamıyor. Yazar, “Bizim ülkemizde öykünün ne olması gerektiği üzerine yanıtlarımdır bütün öykülerim” diyor, (A.Ö. s:127) N. Barbarosoğlu, bu sözde galiba hiç bir terslik veya yanlışlık bulamıyor veya en azından altının eşelenmesi gerektiğini düşünmüyor. Yazar da bu eksiği görmüş olmalı ki; sözünün iddialı olup olmadığını kendi kendisine soruyor ve şöyle yanıtlıyor: “İddialı bir yanıt mı? Buna mecburum. Yoksa hiçim.”(A.Ö. s:127)
• Artık, böylesi eş-dost-arkadaş eleştirilerinden ve söyleşilerinden bıkmadık mı? Birisi bir kitap yazıyor, sonra onun (varsa) yazar eş-dost-arkadaş çevresi bu kitapdan mucizevi sonuçlar çıkarıyorlar. Sanırsınız ki, yazar dünyanın en başarılı kitabını yazmış. Böylece, en zor beğenmesi gerekenler, feodal ve çıkarcı bir yaklaşımla inanılmaz övgüler yazdıkları için de o kitap doğru dürüst eleştiriler alamıyor. Kitabın etrafına, adeta, bir savunma ve koruma duvarı örüyor, kitaba bir dokunulmazlık zırhı giydiriyorlar. Hele bir de, yazar daha önce iyi birşeyler yazmışsa artık ona kimse dokunamıyor! Tabu! Bu tutumun o yazara ne kazandırıp, ne kaybettirdiği ise güme gidiyor. İsteyen, edebiyat eleştirilerinin yer aldığı son bir kaç yılın dergilerini karıştırabilir. Böylesi söyleşilerin ve tanıtım yazılarının göklere çıkardığı nice kitabı raflarda bile arasanız bulamazsınız. Yazarlarımızın ciddi eleştiriler yerine böylesi abuk övgülerden ve danışıklı söyleşilerden haz almalarını anlamak ise imkansız.
• Bu tutumun en tipik örneği Güz Her Şeyi Bilir üzerine Kitap-lık dergisinde yayınlanan söyleşidir. Tam bir al gülüm ver gülüm tutumu. Körler ve sağırlar birbirini ağırlıyor, şıracının şahidi bozacı oluyor. İşte bu söyleşiden bazı inciler: Editör Pelin Özer; “...bu son kitabınızda ... bir bilgelik seziliyor zaten.” “Güz Her Şeyi Bilir’de doğaçlama bir ton var.” “Susmalar ve sessizlikler de bir öykü karakteri olarak çıktı karşımıza.” “Türk öykücülüğünde bunun tek örnek olduğunu da yazdı Nalan Barbarosoğlu.” H. Aktunç mütavazı(!) bir yanıt veriyor bu söze; “Dünya ölçeğinde bunun bir örneği olup olmadığını bilmiyorum.” Kadim dost Güven Turan; “Sait Faik’i senin yapıtlarında birden çok katmanda görüyorum... Bu kitapta da tam bir İstanbul insan coğrafyası görülüyor. Yiten bir İstanbul’un yakalanması çabası... Olmayan bir İstanbul da var. ...bildiğimiz, klasik anlamda öyküden kopma var. Girişi, gelişmesi olan, bir kişinin üzerine kurulmuş olan bir yapıdan, çok kişili ama kişiler arasında ayrımın olmadığı bir yapıya geldin.” “Yeni kitap tam bir kazı işi.” “Orada dönen ve dil içinde dilden dile, sözcükten sözcüğe atlayarak giden bir zincir çıkıyor ortaya. Yani bu öyle bir şey ki, hiç durmayacağını zannettiğim oldu. İç monoloğun getirdiği duygu. Besmele de öyle.” Genç öykücü Doğan Yarıcı; “Bana öyle geliyor ki size hikaye, roman ve şiir yazdıran öncelikle dil, sizin dile olan yakınlığınız, çok dilli bir mekanda büyümeniz, Siz bir dil bilincine bağlı olarak başladınız yazmaya. Bir metropol insanı olsaydınız daha farklı olur muydu?” “Genç yazarların, -ben de dahil- ödünü kopartan şey budur bence. Biz bunun üstüne gitmek zorundayız, diye düşünüyorum genç yazarlar olarak, çünkü mekan, dokular, izlekler, bunların ötesinde bir çaba bu.” “Öykü, roman, şiir yazan, sözlükler hazırlayan bir edebiyatçı olarak hangi kimliğiniz daha baskın?”
• Bu söyleşideki sakatlığı en iyi ifade eden ve beni en çok iğrendiren Pelin Özer’in “Güz Her Şeyi Bilir’de doğaçlama bir ton var.” sözü ile yazarın bu söze karşı takındığı tutumdur. Söyleşinin başından sonuna kadar, yazarın bu kitapta neredeyse yeni bir dil yarattığından söz edilip buna övgüler yağdırılırken, arkasından da ne anlama geldiği belirsiz olan bu söz ediliyor. Zaten, bu kitabı okuyan birinin ilk göreceği şey; bu kitabın ne dilinde, ne atmosferinde, (herhangi bir atmosferi olduğunu sanalım) ne de herhangi bir şeyinde “doğaçlama bir ton”un olmadığıdır ve elbetteki bunu en başta yazar biliyor ama buna karşı tek bir söz söylemiyor. Üstelik Pelin Özer, bu sözün devamında; “Önceden tasarlayarak mı yola çıktınız yoksa yazarken mi gelişti kitap?” diye soruyor. Yazarın yanıtı ise inanılır gibi değil: “Tasarlamıştım.” :( :( :(
• Ragıp Duran’ın
şu sözlerini ve kitaptaki karşılıklarını, küçük itirazlarım dışında, yorumsuz
olarak sunuyorum. Söyleyecek söz bulamıyorum, çünkü. “Aktunç, kendi öykü
dilini oluştururken, moda deyimle medyatizmin, bir başka deyişle sıradan ve
kolay görselliğin ve cinselliğin yanına bile yaklaşmıyor.” Ve Ragıp
Duran’ın bu iddiasına Hulki Aktunç’un yanıtları niteliğinde kitaptan
bazı satırları, okuyuculardan özür dileyerek aktarıyorum. -Özür diliyorum;
çünkü aktaracağım satırlara ancak porno yayınlarda rastlanabilir. Bu satırların
edebiyatla veya kitabın olmayan konusuyla falan uzaktan yakından bir ilgisi de
yoktur. Bu satırların kitapda neden yer aldığını sizlerin yorumuna
bırakıyorum.- İşte “cinselliğin yanına bile yaklaşmayan” satırlar:
“Sütyenin dışında kalan memeler, donun dışında kalan kalçalar gibi, sonra da
saplanışım gibi mi ona?” (s:27) “İnatçı çük ile am, şaşmayın” (s:33)
“Mahbubemin bacaklarını omzuma alup...” (s:35) “Çükümü
duyumsuyorum, (siz hiç çükünüzü “duyumsadınız” mı?)
kabarıyor, büyüyor durup dururken.” (s:50) “Bacaklarının arasında
küçücük, masum, iğe benzer bir yarık” (O nasıl şeyse; iğe benzeyenini
de ilk defa duyuyorum, millet neler görmüş neler! E, olacak o kadar; adam bir “cinsel
bilgiler uzmanı”!)(s:50) “Sencil kedi.
Dil Üstünde Kaydırmaca
Çok bilinen basit bir gerçektir; bir ülkede edebiyatın gelişme yolları tıkanırsa, tıkanmışsa biçim sorunları öne çıkar, herşey bunun etrafında oluşmaya başlar. Beğeniler ve seçimler biçime yönelir. Biçimcilik edebiyatın önünü açmadığı gibi, onu daha da büyük çıkmazlara sürükler. Bizim edebiyatımız da bütün unsurları ile böylesi bunalımlı bir süreci yaşıyor. Artık İnce Memed’ler, Memleketimden İnsan Manzaraları, Kuyucaklı Yusuf, Anayurt Oteli, Bereketli Topraklar Üstünde v.s. yazılamıyor. Kitaplar bizi bir türlü sarmıyor. Bir şey hissettirmiyorlar bize. Çünkü öz yok, konu yok, fikir yok, tavır hiç yok! Sahici ve içten değiller. Bencil ve yapaylar. Bizimle herhangi birşey paylaşmıyorlar. Bize tepeden bakıyorlar, saygısızlar.
Dil üstünde kaydırmaca öyküler, şiirler, romanlar vs. bir insan için ne kadar önemli olabilir ki? Ve ne zamana kadar? Bunca somut insani ve toplumsal sorunları olan bir dünyada ve ülkede dil oyunları ile, laf cambazlıkları ile, kurmaca biçimlerle, somut gerçeklikten bu kadar kaçarak, korkarak edebiyatımız nereye varabilir ki? Sözkonusu kitapdan yukarıya aldığım sözcüklerle sahici birşeyler yazılabilir mi? Bir duygu bu sözcüklerle anlatılabilir mi? Bunlar herhangi bir insanlık durumunun sözcükleri olabilir mi?
Türkiye’de “yazınsal tartışmalar”ın büyük bir çoğunluğunu biçim ve dil sorunları oluşturuyor. Bu ülkede edebiyatın içerik sorunu yok mu? Tavır sorunu yok mu? Söyleyecek yeni bir sözünüz yoksa, biçim ve dil tek başına ne ifade edebilir ki? Yazmak istediklerimiz, yazdıklarımız ne kadar büyük, önemli ve gerçek olursa “nasıl yazmalı” sorusunun alternatifleri ve olanakları da o ölçüde artmaz mı?
Roni Margulies’e Sitem
Roni Marguiles, (A.Ö.Kasım-Aralık’98) “Bıçakların Açmadığı Postmodern Ağızlar” başlıklı nefis yazısında, Semih Gümüş’ün bir önceki sayıda yer alan “Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor” başlıklı yazısına atıflarda bulunarak, öykünün yapısı gereği, “güzün ebcet hüznünün tek tük/ürüğü, ü ürü üüüü” şeklindeki şiirler gibi “bu dünyadan çekilme” konusunda fazla olanaklara sahip olmadığını belirttiği yazısında şöyle diyor: “Ellerinde olsa, öykücüler de çerçeveyi daha da daraltacaklar belki, ama, gel gör ki, ‘öykü salt ses ve biçimden ibarettir’ şeklinde bir anlayışa sığınamıyorlar şairler gibi. Az da olsa, en dar çerçevede de olsa, öyküde bir şey söylemek gerek diye düşünüyorlar.” Sonra da “Gelişigüzel sözcüklerin sayfada bir resim oluşturacak şekilde dizilmelerinden oluşan öyküler yazan biri çıkarsa hiç şaşmam.” diye devam ediyordu. Öykü dünyasını pek dikkatli izlemediğini açıkca belirttiği için ona kızamıyorum. Ama kitaptan bir kaç pasajı, kitapda yer aldığı biçimde, sitemimi belirtmek üzere, buraya aktarıyorum:
“Tik
(sil camlarını
tik
tik.
“Yürü yürük! Yürü yörük! Yürü.
Yiriyirik kyinti gyildiyn. Hyis di gyildiyn Hessiyn Tiyk.
Yörü yürük, yörü!”(s:80)
“zzzzzszzzzsszzzzz...dyüşşşşşşş........7666666666666366666666666666666666662666666666667’lerim bile bire bir benzemeye başladı. birbirine. Derken, Değişiyordun da... Ohhh, yeni bir ölüm yavrusu daha.” (s:134)
Doğan Demir