Güz Her Şeyi Bilir mi?

“Türkiye’de edebiyat ödülleri nasıl verilir?” yazısından sonra Doğan Demir bir mail ve bir yazı gönderdi. Aradan neredeyse 15 yıl geçmesine rağmen anlattıkları fazlasıyla tanıdık geliyor.

Doğan Demir’in daha önce Evrensel Kültür’de yayınlanmış olan Hulki Aktunc'un "Güz Her seyi Bilir" kitabı ilgili yazıyı ilginize sunuyoruz.

 

 

 

                                      Güz Her Şeyi Bilir mi?

Dil üstünde kaydırmaca öykücülüğü, bol resimli ve danışıklı söyleşiler, Ragıp Duran ile Roni Margulies’e sitem veya bu kitabı tanınmamış bir öykücü yazsaydı başına neler neler gelirdi ya da boşuna yazılmış bir yazı...

Güz Her Şeyi Bilir’le ilgili ilk tanıtıcı yazıyı Cumhuriyet Kitap’ın Vitrindekiler bölümünde (23 Temmuz’98) okuduğumda kitabı okuyacaklarımın listesine almıştım. Tanıtım yazısı beni epeyce irrite etmişti ama kitabı yine de okuyacaktım. “Kendine has öykücülüğü, kurgusu ve dili her zaman ayrıcalıklı bir yeri olan Hulki Aktunç’un bu yeni kitabı da kendi içinde sarmallanan, (ne demekse!) ayrıntılarda zenginleşen, okuru kendi kurgusunun içindeki gerçekliğe çeken (bu lafa bittim!) öykülerden oluşuyor.”

Sonra, Öküz dergisinde (Eylül’98) Metin Celâl’in “Okuduğum Kitaplar” köşesinde Güz Her Şeyi Bilir’le ilgili tanıtım yazısını da okuyunca, kitabı bir an önce alıp okumaya karar vermiştim. Söylediğine göre; “Sıcaktan bunalırken güzü okutturuyor Hulki Aktunç.” M. Celâl kitaptan bir bölüm de aktarmış köşesine; “Oysa güz, o piç sonbahar, pis güz, bir gün sessizce içine alıveriyor seni. Oldu bittileri sevmezmişsin, kimin umurunda.” Köşesine koymak için kitapdan bula bula bu cümleleri bulmasına biraz bozulmuştum ama belki de bu satırlarda benim anlayamadığım anlamlar gizlidir diye, üzerinde de fazla durmamıştım.

Ardından, Cumhuriyet Kitap’da (24 Eylül’98) Ragıp Duran’ın kitapla ilgili “Eski gibi, ama özgün” başlıklı yazısını da okuyunca, kitabı alıp okumak benim için farz oldu. Öyle ya; “Öykücünün şair pasaportu, (ne demekse?) metinlere kimi zaman ud, kimi zaman bir akordeon tınısı (insaf!) ekliyor. Hele sözcükleri türetirken, ya da yaratırken (Allah için söyler misiniz; sözcük yaratmak diye birşey var mı dünyada?) iç ahenk müzikal bir ortam (iki kere insaf!) yaratıyor.”muş! “Yeni, farklı, özgün bir edebiyat zevki almak isteyenlere ‘Güz Her Şeyi Bilir’ okumanın ve zevk almanın zorluğunu da...” (Yazı bu şekilde bitiyor. Ben herhangi bir sözcüğü almazlık etmedim.) “Noktalama işaretlerini, büyük ve küçük harfleri, parantez ve komaları (???!!!-dizgide bir hata yoktur!) bile kullanırken (bazıları bunları baskı hatası zannedecek! - R.D.’ın notu), öykü dilini çoksesli hale getiriyor. (Bu sırra ben vakıf olamadım; cehalet işte!)İç ve dış, alt ve üst, sağ ve sol, kuzey ve güney, doğu ve batı sesleri (ne çok ses türü varmış da haberimiz yok!)buluşur üç sayfalık bir öyküde bile. (Niye “bile”?) İşte belki de bunun için okuması zordur Aktunç’un öykülerini.” (Niye ki, biz sağır mıyız?) “Çünkü yazarın ‘esthete’ olma kaygısı vardır ki, mikroskop altında yazılmış(!!!) her sözcükte ve her cümlede izlerine rastlarız.” (Sayısız kere insaf!) Bu da Ragıp Duran’ın yazısının giriş spotu: “Reklamcı, şair, argo sözlüğü yazarı, cinsel bilgiler uzmanı Hulki Aktunç son öykü kitabı ‘Güz Her Şeyi Bilir’de kentli, dil ve sözcük ustası yaşlı bir yazar gibi öykü işliyor. ‘Bir metin gibi anadiline bile çevrilemez’ (aynen böyle yazıyor:“ana diline bile”!) diyen yazarın melodili,(!!!???) lavanta kokulu (!!!???) metinleri...”

Sonunda, kitabı aldım ve epeyce zorlanarak da olsa, birkaç günde zar zor bitirdim. Kitapla ilgili yukarıya aktardığım övgülere gülümseyerek ve acaba bu kitabı tanınmamış bir öykücü yazsaydı başına neleer, neler gelebileceği üzerine kafamda senaryolar kurarak, kitabı son yıllarda okuduğum nice kötü öykü kitaplarının arasına katıp, bir kenara atmıştım.

Sonra, bu kitapla ilgili üç ayrı dergide üç söyleşi okuyunca, birden kendime gelip, kitabı bir kaz daha ve büyük bir sabırla yeniden okudum. Acaba, ben başka bir kitap mı okumuştum ya da dikkatsizce veya önyargıyla mı okumuştum?

Yanlışlık yoktu; aynı kitapdan sözediyorlardı. İkinci defa ve birincisinden çok daha dikkatlice okumama rağmen kafamda yine aynı soru: Acaba, bu kitabı tanınmamış bir öykücü yazsaydı...

Önce Varlık dergisinde (Eylül’98) İdil Önemli’nin, sonra da Adam Öykü’de (Kasım-Aralık’98) Nalan Barbarosoğlu’nun söyleşisi, ardından da Kitap-lık dergisinde (Güz’98) bol resimli, ondört sayfalık geniş bir söyleşi yayınlandı.

Kitap-lık dergisinin sunuş yazısında yazar; “ince bir söz ustası” olarak tanıtıldıktan sonra, “Güz Her Şeyi Bilir ile ‘gerçek okur’un dikkatlerini üzerine çekti”ği  belirtiliyor. Söyleşiye katılanlar ise şöyle tanıtılıyor: “genç öykücü Doğan  Yarıcı, ‘kadim dost’ Güven Turan, Büyük Argo Sözlüğü’nün son baskısının editörü Selahattin Özpalabıyıklar ve kitap-lık editörü Pelin Özer görüştü.”

Hulki Aktunç’un veya herhangi bir yazarın öykülerini beğenirsiniz veya beğenmezsiniz; bu herkesin kendi sorunudur. Güz Her Şeyi Bilir’i beğenip beğenmemem de benim sorunumdur.  Beni en çok rahatsız eden ve karşı çıktığım şey; bu tanıtım yazıları ve söyleşilerdeki sunuşlar, sorular ve soruların soruluş biçimidir. Yazarın da bu tutuma teşne olmasıdır.

• Bu söyleşilerde ve tanıtım yazılarında, okuyucu, kitabı alıp okumaya ve beğenisini özgürce oluşturmaya özendirilmiyor; kitabı nasıl okuyacağına, ne anlaması gerektiğine dair yönlendirilip, kitabı beğenmek zorunda bırakılıyor. Kitabı beğenmeme olasılığı ise; anlayış kıtlığına veya edebiyattan anlamazlığa vb. indirgeniyor. Belki de bu yüzden; Güz Her Şeyi Bilir’in başından sonuna kadar, her iki okumamda da “tınılar”, “melodiler”, “lavanta kokuları”, “müzikal bir ortam”, “çoksesli öykü dili” vs. aranıp durdum.

• Sorular baştan sona bir danışıklı söyleşi izlenimi veriyor. Bir tür yağcılık, bir tür şike, ya da kraldan çok kralcı olmak!

Yazar, “Ben sözcüklerin paçozlaştırılmasına hiç dayanamıyorum.” diyor, (Adam Öykü, s:126) Nalan Barbarosoğlu’nun aklına; kitapdan aşağıya aktaracağım şu uyduruk ve anlamsız sözcüklerin “sözcüklerin paçozlaştırılması” olup olmadığını sormak gelmiyor, nedense! İşte örnekler: “koşarlanıp”, “bardacık”, “kerre”, “sakal silintisi”, “kenditersîm”, “iskambil zıtzıtları”, “ılındı”, “badaştıra”, “tündü”, “yakışıklı kokmak”, “burguladı beynimi”, “çaysamış”, “kağşamış”, “çizgelgesi”, “siktiri binnaz”, “sözülmüş”, “çamur devşireceğim”, “kâhırtlar”, “çocu’u”, “oğluşum”, “buğday taslakları”, “darı taslakları”, “arpa taslakları”, “çıldırı”, “nite”, “vurcakmıştır”, “papatye”, “aylandız piçleri”, “kapılarıymıştır”, “fenikir”, “ılgınsı lekecikler”, “dereler mırıltısı”, “dokunaç”, “temenemnüm”, “dövülgün annem”, “diarrhea”, “sıçırık mısın?”, “sıçargan mısın?”, “olurduymuş”, “olurmuştur”, “çürüntü”, “saklanicam”, “gircem”, “bozmiycam”, “babin”, “tım zımanı”, “yaltak”, “galsama”, “mahpes”, “yokimge”, “kişnersiz”, “varmıştır”, “kılıngıda”, “sölpük”, “yolcaya”, “ımızganıp”, “kaçıl”, “kralıçasıyım”, “miearr”, “tutaraklı”, “balardığı”, “bolarıp”, “egav”, “kösnük”, “gebelendi”, “döneyin” vs.

Yazar; “Yok edilen, yok edilmeye çalışılan bir dünyanın geleceğe taşınmasını istiyorum, gelişerek.” diyor, (A.Ö. s:126) N. Barbarosoğlu’nun aklına “Hangi dünyanın?” diye bir soru gelmiyor. Yazar; “Ben, ülkemizdeki temel çelişkinin sınıfsal olduğunda diretiyorum, aklı eren herkes gibi... Çelişkilerin ekonomik köklerini örtmeye çalışıyorlar...” (ki, bu görüşe tümüyle katılıyorum) diyor (A.Ö. s:127) N. Barbarosoğlu, “Bu da nereden çıktı? Konumuzla veya kitapla ne ilgisi var?” diye sormuyor. Kendi söyleşisine hakim olamıyor. Yazar, “Bizim ülkemizde öykünün ne olması gerektiği üzerine yanıtlarımdır bütün öykülerim” diyor, (A.Ö. s:127) N. Barbarosoğlu, bu sözde galiba hiç bir terslik veya yanlışlık bulamıyor veya en azından altının eşelenmesi gerektiğini düşünmüyor. Yazar da bu eksiği görmüş olmalı ki; sözünün iddialı olup olmadığını kendi kendisine soruyor ve şöyle yanıtlıyor: “İddialı bir yanıt mı? Buna mecburum. Yoksa hiçim.”(A.Ö. s:127)

• Artık, böylesi eş-dost-arkadaş eleştirilerinden ve söyleşilerinden bıkmadık mı? Birisi bir kitap yazıyor, sonra onun (varsa) yazar eş-dost-arkadaş çevresi bu kitapdan mucizevi sonuçlar çıkarıyorlar. Sanırsınız ki, yazar dünyanın en başarılı kitabını yazmış. Böylece, en zor beğenmesi gerekenler, feodal ve çıkarcı bir yaklaşımla inanılmaz övgüler yazdıkları için de o kitap doğru dürüst eleştiriler alamıyor. Kitabın etrafına, adeta, bir savunma ve koruma duvarı örüyor, kitaba bir dokunulmazlık zırhı giydiriyorlar. Hele bir de, yazar daha önce iyi birşeyler yazmışsa artık ona kimse dokunamıyor! Tabu! Bu tutumun o yazara ne kazandırıp, ne kaybettirdiği ise güme gidiyor. İsteyen, edebiyat eleştirilerinin yer aldığı son bir kaç yılın dergilerini karıştırabilir. Böylesi söyleşilerin ve tanıtım yazılarının göklere çıkardığı nice kitabı raflarda bile arasanız bulamazsınız. Yazarlarımızın ciddi eleştiriler yerine böylesi abuk övgülerden ve danışıklı söyleşilerden haz almalarını anlamak ise imkansız.

• Bu tutumun en tipik örneği Güz Her Şeyi Bilir üzerine Kitap-lık dergisinde yayınlanan söyleşidir. Tam bir al gülüm ver gülüm tutumu. Körler ve sağırlar birbirini ağırlıyor, şıracının şahidi bozacı oluyor. İşte bu söyleşiden bazı inciler: Editör Pelin Özer; “...bu son kitabınızda ... bir bilgelik seziliyor zaten.” “Güz Her Şeyi Bilir’de doğaçlama bir ton var.” “Susmalar ve sessizlikler de bir öykü karakteri olarak çıktı karşımıza.” “Türk öykücülüğünde bunun tek örnek olduğunu da yazdı Nalan Barbarosoğlu.”  H. Aktunç mütavazı(!) bir yanıt veriyor bu söze; “Dünya ölçeğinde bunun bir örneği olup olmadığını bilmiyorum.” Kadim dost Güven Turan“Sait Faik’i senin yapıtlarında birden çok katmanda görüyorum... Bu kitapta da tam bir İstanbul insan coğrafyası görülüyor. Yiten bir İstanbul’un yakalanması çabası... Olmayan bir İstanbul da var. ...bildiğimiz, klasik anlamda öyküden kopma var. Girişi, gelişmesi olan, bir kişinin üzerine kurulmuş olan bir yapıdan, çok kişili ama kişiler arasında ayrımın olmadığı bir yapıya geldin.” “Yeni kitap tam bir kazı işi.” “Orada dönen ve dil içinde dilden dile, sözcükten sözcüğe atlayarak giden bir zincir çıkıyor ortaya. Yani bu öyle bir şey ki, hiç durmayacağını zannettiğim oldu. İç monoloğun getirdiği duygu. Besmele de öyle.”  Genç öykücü Doğan Yarıcı; “Bana öyle geliyor ki size hikaye, roman ve şiir yazdıran öncelikle dil, sizin dile olan yakınlığınız, çok dilli bir mekanda büyümeniz, Siz bir dil bilincine bağlı olarak başladınız yazmaya. Bir metropol insanı olsaydınız daha farklı olur muydu?” “Genç yazarların, -ben de dahil- ödünü kopartan şey budur bence. Biz bunun üstüne gitmek zorundayız, diye düşünüyorum genç yazarlar olarak, çünkü mekan, dokular, izlekler, bunların ötesinde bir çaba bu.” “Öykü, roman, şiir yazan, sözlükler hazırlayan bir edebiyatçı olarak hangi kimliğiniz daha baskın?”

Bu söyleşideki sakatlığı en iyi ifade eden ve beni en çok iğrendiren Pelin Özer’in “Güz Her Şeyi Bilir’de doğaçlama bir ton var.”  sözü ile yazarın bu söze karşı takındığı tutumdur. Söyleşinin başından sonuna kadar, yazarın bu kitapta neredeyse yeni bir dil yarattığından söz edilip buna övgüler yağdırılırken, arkasından da ne anlama geldiği belirsiz olan bu söz ediliyor. Zaten, bu kitabı okuyan birinin ilk göreceği şey; bu kitabın ne dilinde, ne atmosferinde, (herhangi bir atmosferi olduğunu sanalım) ne de herhangi bir şeyinde “doğaçlama bir ton”un olmadığıdır ve elbetteki bunu en başta yazar biliyor ama buna karşı tek bir söz söylemiyor. Üstelik Pelin Özer, bu sözün devamında; “Önceden tasarlayarak mı yola çıktınız yoksa yazarken mi gelişti kitap?” diye soruyor. Yazarın yanıtı ise inanılır gibi değil: “Tasarlamıştım.” :( :( :(

Ragıp Duran’ın şu sözlerini ve kitaptaki karşılıklarını, küçük itirazlarım dışında, yorumsuz olarak sunuyorum. Söyleyecek söz bulamıyorum, çünkü. “Aktunç, kendi öykü dilini oluştururken, moda deyimle medyatizmin, bir başka deyişle sıradan ve kolay görselliğin ve cinselliğin yanına bile yaklaşmıyor.” Ve Ragıp Duran’ın bu iddiasına Hulki Aktunç’un yanıtları niteliğinde kitaptan bazı satırları, okuyuculardan özür dileyerek aktarıyorum. -Özür diliyorum; çünkü aktaracağım satırlara ancak porno yayınlarda rastlanabilir. Bu satırların edebiyatla veya kitabın olmayan konusuyla falan uzaktan yakından bir ilgisi de yoktur. Bu satırların kitapda neden yer aldığını sizlerin yorumuna bırakıyorum.- İşte “cinselliğin yanına bile yaklaşmayan” satırlar: “Sütyenin dışında kalan memeler, donun dışında kalan kalçalar gibi, sonra da saplanışım gibi mi ona?” (s:27) “İnatçı çük ile am, şaşmayın” (s:33) “Mahbubemin bacaklarını omzuma alup...” (s:35) “Çükümü duyumsuyorum, (siz hiç çükünüzü “duyumsadınız” mı?) kabarıyor, büyüyor durup dururken.” (s:50) “Bacaklarının arasında küçücük, masum, iğe benzer bir yarık” (O nasıl şeyse; iğe benzeyenini de ilk defa duyuyorum, millet neler görmüş neler! E, olacak o kadar; adam bir “cinsel bilgiler uzmanı”!)(s:50) “Sencil kedi.(s:60) “Ulan kız, sen ne modern olabildin ki postmodern olucan! Daha bi çükün bile yok.” (s:50) “Öpüştük, emiştik, seviştik, düzüştük.”(s:77) “Bütün insanlarda ortak olan o delikten(!!!) hoşlanıyor. Pis. Mi?” (s:77)

Dil Üstünde Kaydırmaca

Çok bilinen basit bir gerçektir; bir ülkede edebiyatın gelişme yolları tıkanırsa, tıkanmışsa biçim sorunları öne çıkar, herşey bunun etrafında oluşmaya başlar. Beğeniler ve seçimler biçime yönelir. Biçimcilik edebiyatın önünü açmadığı gibi, onu daha da büyük çıkmazlara sürükler. Bizim edebiyatımız da bütün unsurları ile böylesi bunalımlı bir süreci yaşıyor. Artık İnce Memed’ler, Memleketimden İnsan Manzaraları, Kuyucaklı Yusuf, Anayurt Oteli, Bereketli Topraklar Üstünde v.s. yazılamıyor. Kitaplar bizi bir türlü sarmıyor. Bir şey hissettirmiyorlar bize. Çünkü öz yok, konu yok, fikir yok, tavır hiç yok! Sahici ve içten değiller. Bencil ve yapaylar. Bizimle herhangi birşey paylaşmıyorlar. Bize tepeden bakıyorlar, saygısızlar.

Dil üstünde kaydırmaca öyküler, şiirler, romanlar vs. bir insan için ne kadar önemli olabilir ki? Ve ne zamana kadar? Bunca somut insani ve toplumsal sorunları olan bir dünyada ve ülkede dil oyunları ile, laf cambazlıkları ile, kurmaca biçimlerle, somut gerçeklikten bu kadar kaçarak, korkarak edebiyatımız nereye varabilir ki? Sözkonusu kitapdan yukarıya aldığım sözcüklerle sahici birşeyler yazılabilir mi? Bir duygu bu sözcüklerle anlatılabilir mi? Bunlar herhangi bir insanlık durumunun sözcükleri olabilir mi?

Türkiye’de “yazınsal tartışmalar”ın büyük bir çoğunluğunu biçim ve dil sorunları oluşturuyor. Bu ülkede edebiyatın içerik sorunu yok mu? Tavır sorunu yok mu? Söyleyecek yeni bir sözünüz yoksa, biçim ve dil tek başına ne ifade edebilir ki? Yazmak istediklerimiz, yazdıklarımız ne kadar büyük, önemli ve gerçek olursa  “nasıl yazmalı” sorusunun alternatifleri ve olanakları da o ölçüde artmaz mı?

Roni Margulies’e Sitem

Roni Marguiles, (A.Ö.Kasım-Aralık’98) “Bıçakların Açmadığı Postmodern Ağızlar” başlıklı nefis yazısında, Semih Gümüş’ün bir önceki sayıda yer alan “Genç Öykücülerin Ağzını Bıçak Açmıyor” başlıklı yazısına atıflarda bulunarak, öykünün yapısı gereği, “güzün ebcet hüznünün tek tük/ürüğü, ü ürü üüüü”  şeklindeki şiirler gibi “bu dünyadan çekilme” konusunda fazla olanaklara sahip olmadığını belirttiği yazısında şöyle diyor: “Ellerinde olsa, öykücüler de çerçeveyi daha da daraltacaklar belki, ama, gel gör ki, ‘öykü salt ses ve biçimden  ibarettir’ şeklinde bir anlayışa sığınamıyorlar şairler gibi. Az da olsa, en dar çerçevede de olsa, öyküde bir şey söylemek gerek diye düşünüyorlar.” Sonra da “Gelişigüzel sözcüklerin sayfada bir resim oluşturacak şekilde dizilmelerinden oluşan öyküler yazan biri çıkarsa hiç şaşmam.” diye devam ediyordu. Öykü dünyasını pek dikkatli izlemediğini açıkca belirttiği için ona kızamıyorum. Ama kitaptan bir kaç pasajı, kitapda yer aldığı biçimde, sitemimi belirtmek üzere, buraya aktarıyorum:              

“Tik

(sil camlarını diil, sil camlarını)

tik

tik.(s:58)

“Yürü yürük! Yürü yörük! Yürü.

Yiriyirik kyinti gyildiyn. Hyis di gyildiyn Hessiyn Tiyk.

Yörü yürük, yörü!”(s:80)

“zzzzzszzzzsszzzzz...dyüşşşşşşş........7666666666666366666666666666666666662666666666667’lerim bile bire bir benzemeye başladı. birbirine. Derken, Değişiyordun da... Ohhh, yeni bir ölüm yavrusu daha.” (s:134)

Doğan Demir

Facebook
yorumlar ... ( 27 )
07-07-2014
05-07-2014 23:11 (1)
Gayet güzel bir yazı. Fakat bir görüşüne katılmıyorum. Yazar, bazı eserleri sıralayarak, artık böyle eserlerin yazılmadığını, yenilerin insanı sarmadığını, bencil olduğunu vb. söylüyor. Bu, günümüz edebiyatçısına kolaycı bir haksızlık ki, bu hep yapılıyor. Bense bu eserlerin güzel eserler olduğunu, ama sonrasında daha iyilerinin yazıldığını, yazılmakta olduğunu ileri sürüyorum. Buna örnekler verebilirim. Günümüz edebiyatçısının işi eskilere göre 10 kat zor. Bu zorluklar şunlar: 1- Günümüz insanının vakti çok daha az, dikkati çok dağınık. Edebiyata çok daha az zaman ayırıyor. 2- TV ve internet
05-07-2014 23:12 (2)
gibi çeldiriciler var. Uyaran yüzlerce misli fazla 3-Burjuvazi ideolojik alanda ve sanatta çok daha yetkin ve örgütlü 4- Rekabet çok daha yoğun. Eskisinin onlarca katı edebiyatçı var 5- Sol ideolojik anlamda eskiye göre çok daha sağ ve çok daha parçalanmış durumda. En başta sol kanat insanları sol sanattan uzak. Bir kanada ait düşünceyi, duyarlılığı öteki kanat asla kabul etmiyor. SONUÇ: İşte bu şartlar altında benim iddiam o saydığınız eserler bugün yayımlanmaya kalkılsa çoğu yayınevi bulamazdı, bulansa okunmazdı. Nitekim şu anda da çok az okunuyorlar. Şimdi aynı "başarı" için ...
05-07-2014 23:17 (3)
çok daha yetenekli olmak gerekiyor. "şimdi o eski eserler yok" klişesi aslında tersine dönüyor, şimdikileri daha da yıldırıcı, şimdikileri daha da sindirici ve sanattan, düşünceden uzaklaştırıcı bir işlev kazanıyor. Kendimize yapılan haksızlıklara alıştık, ama bu haksızlık günümüz yazarına, şairine yıldırıcı bir işleve dönüştüğünde hep birlikte karşı durmamız gerek diye düşünüyorum. Kaan Arslanoğlu
05-07-2014 23:24 (4)
Bir şeyi unutmuş Kaan A. Günümüz insanına bir şeyi beğendirmek hem çok kolay hem çok zor. Vasatın düzeysizliğine hitap ederseniz oldukça kolay. Ama insanı düşündürmeye kalkarsanız ona kendinizi beğendirmek için sihirbaz olmanız gerekiyor. Beklenti hem çok düşük, ama kaliteli eser için bir o kadar yüksek. Kaan A. doğru söylüyor, acaba Orhan Kemal şimdi yaşasa yayınevi bulabilir miydi kitaplarını bastıracak. Bunlar demode şeyler diyeceklerdi, bunlar siyasi diyeceklerdi, toplumcu gerçekçiliğin devri geçti diyeceklerdi vs vs.
06-07-2014 14:29 (5)
Bu ülke bir muhafazakarlar ülkesi. Solu da sağı da öyle. Bir yazıya eleştiri yazarsınız. Yazar fikrinizi değil kişiliğinizi hedef alır. Sevenleri yazardan önce saldırıya geçer muhalife. "Konuşturmayın şu densizi,nasıl bir yorum bu" derler. Kalan herkes kralı alkışlar. Ayrıcalıklı aydın olmak bu kadar kolaydır bu coğrafyada. Alkışlardan çok önce başı dönmektedir aydınımızın. Kendi fikirlerine aşkıyla esriktir. Sevenlerinin yorumları ise mezesidir. Sevmeyenler ağzının tadını bozamazlar. Bozan olursa haddi bildirilir. Mezeler buna da yararlar. Doyurucu değillerdir. Daha iyi hale getirmezler.
06-07-2014 14:30 (6)
Sayın Arslanoğlu, yorumlarınız fazlasıyla öznel kanaatimce, daha çok kendi yazamama gerekçelerini sırlayan bir yazarı çağrıştırıyor... biliyoruz ki, ülkemizde de dünyada da pek çok usta yazarın pek çok nitelikli eseri basacak yayınevi bulmakta zorlanmıştır, bir kısmı ölümünden sonra basılmış, hatta ölümünden sonra ünlenmiştir..."iyi yazmak o zaman bundan kolaydı" demek, doğrulanabilir bir iddia olmayıp sadece, şimdi iyi yazmadığını düşünenlerin tesellisi olmaya hizmet edebilir..."az, ama yazarın düşün-duygu dünyasını besleyecek nitelikte okurla yetinmeyi bilmek", anahtar tutum bu olsa gerek.HM
06-07-2014 15:45 (7)
Sayın HM, (Niye HM'siniz ki... Burası illegal bir yayın organı mı, niye bu kadar çok rumuz var??) demişsiniz ki yorumlarınız fazlasıyla öznel. Kendi yazamama gerekçelerinizi sıralamışsınız. Neden genel bir görüş belirttiğimde bunu benim öznelime çekmeye uğraşıyorsunuz ki? Hiçbir fikir belirtemeyecek miyiz, hemen fikir belirtenin kişiselliğine getirecekler işi? Bu fikir belirtene saldırmanın güya kurnaz bir yoludur. Söylediklerim son derece nesnel ölçütlerdir, somuttur ve madde maddedir. Varsa bir fikriniz bu madde madde gerçeklerin gerçek olmadığına dair belirtin. Kaan Arslanoğlu
06-07-2014 16:23 (8)
Sitenizdeki yorumlarda YÜ'nün Yağız Üresin, Mİ'nin Mutluhan İzmir olduğunu anlayana/tahmin edene kadar epey mesai harcamış olmak gerek. Hala AA, vb çeşitli yazarlarınızın kısaltmaları (zaman zaman sizin de metin dikkatle izlenmezse) anlaşılmaksızın yer alabiliyor. Daha önce editör şimdi de editör yardımcısı ve kural koyucular ekibi olarak, üstelik yorumları da denetlemeden geçiren bir sistem de kurmuşken, basitçe, isim soyisim zorunludur der, olmayanları da yayınlamazsınız, olur biter. Hoşunuza gitmeyen/kızdıran yorumlara cevap başlangıcı olarak bu tutumunuz hoş kaçmıyor... HM
06-07-2014 16:39 (9)
Yorumlarda sadece biraz iyi niyet istiyoruz sayın okurlar. Yazarlara, yorumculara sataşmayın, laf sokmayın, fikirlerini eleştirin. Kural son derece basit. Ama bazıları laf sokmak için yorum yazıyor, fikirle ilgisi yok. Biz bunlardan, yani olayı kişiselleştirenlerden isim soruyoruz bazen. Verse ne olacak, uydurur bir isim daha, kimlik mi isteyeceğiz. Birisiyle birinin bir zoru varsa kim olduğunu bilmek okurun da hakkı. SONUÇ: İsimli isimsiz yazara veya yorumcuya sataşmayan her yorum kabulümüzdür. Saygılar. Editör yard.
06-07-2014 16:39 (10)
Sayın KA, aslında "sizin" öznelinize çekmeye uğraşmadım, çok kitabınız olduğunu da biliyorum.Ancak sıraladığınız maddelerin nesnel olmadığını düşünüyorum.1-Günümüz insanının vakti dar, dikkati çok dağınık:Tümüyle genelleme...yazmamak için de okumamak için de geçerli bahane değil.2-Uyaranın fazlalığı bazıları için yaratıcılığı tetikleyici bir unsur. İnternet ve tv, doğru-verimli kullanıldığında bilgiye ulaşımı hem yazar hem okur için arttırıcı.3-İdeoloji geçmiş verimli edebiyatın hangi çağında yoktu?Ki, bunun farkındalığı eskiden şimdiki kadar değildi bile,o halde bu, yaratıda ek kazanca dön
06-07-2014 16:44 (11)
dönüştürülebilir. 4-onlarca kat edebiyatçıya karşılık milyonlarca da okur var... okuyucu sayısı da potansiyel okur da hem sayı arttığı için hem iletişim ve teknoloji olanaklarıyla çoğalmış durumda. 5- Sanatın ister sol içinde ister dışında kendini bir kesime kabul ettirmeye çalışması daha doğrusu böyle bir "kaygısı" olmamalı,özgürlük ve özgünlük esas olmalı, eleştirilere karşı dimdik durabilecek içsel gücü sanatçı yüreğinde hissetmeli... aynı ırmakta tekrar yıkanamayacağına göre mesele "şimdi" meselesi, kanaatimce... saygılar... HM
06-07-2014 17:00 (12)
Eleştirimde kötü niyet olduğunu nereden çıkardınız sayın editör Yrd.? Üstelik, kişisellik algıladığınız mesajı silmek veya silmek istemiyorsanız açıkça emin değilseniz niyeti sormak ve kolayca açığa çıkarmak yerine, sanki "polislerin tipini beğenmedikleri/şüpheli buldukları kişiye ver kimliğini bakayım" demesi gibi, herkes isimsiz yazabiliyorken, "senin niye rumuzun var, niye herkes bunca rumuzlu?" demek, tuhaf... üstelik dediğim gibi bunu değiştirmek sizin elinizde iken... saygılar
06-07-2014 17:01 (13)
Sayın HM, bir şeyi daha baştan yanlış veya eksik anlatmışım veya siz ters anlamışsınız bu nedenle. Eskiye oranla çok daha fazla sayıda ve çok daha nitelikli edebiyat ürünleri yazılıyor zaten. Bu beş madde yazmama gerekçesi değil, yazdığının eskiye göre çok daha zor kabulünün gerekçeleri. Yani bu beş madde sıradan insanın edebiyatı kabulünü zorlaştıran beş madde. Hayatın hızlanması, insanların sürekli koşuşturma içinde olması, uyaran fazlası insan beynini olumlu değil olumsuz etkileyen şeyler. Bu konuda çok fazla araştırma var ve benim de çok yazım var, size 600 vuruşta nasıl tekrarlayayım....
06-07-2014 17:01 (14)
Piyasanın etkisi. 50 yıl önce piyasa zoru birçok yere giremezdi, şimdi kapitalizmin daha da gelişmesiyle hücrelerimize kadar girdi. Piyasa zoru bütün tercihlerimizi belirliyor, diş macunumuza kadar. Bunun edebiyat üstüne etkisini nasıl anlatayım size. Sol beş altı ana akıma ayrılmış durumda, bir taraf ötekinin inanın tek cümlesini okumak istemiyor artık. Bundan daha somut bir gerçek olabilir mi, lütfen çevrenize bakın. Bir örnek daha vereyim. Rekabetle ilgili. Geçmişin en iyi futbolcusu bizden kimdi diye sorsak Lefter der çoğumuz. Peki Lefter şimdi 1. ligde top oynayabilir miydi? Tabii yüzde
06-07-2014 17:01 (15)
yüz oynayamazdı diyemeyiz ama büyük olasılıkla oynayamazdı. Çünkü bunu rakamsal olarak karşılaştırmak mümkün. O zaman futbolun hızı neydi şimdi ne, o zaman bir oyuncu kaç kilometre koşardı şimdi ne kadar, o zaman bir futbolcu kaç bin kişi içinden seçilirdi, şimdi kaç milyon kişi içinden. vs. vs. Ben bugün yazan, iyi de yazan az sayıda edebiyatçıya bir de siz vurmayın diye bu tartışmaya girdim. Onların geniş okuyucuya ulaşması zaten çok daha zor, niye çok daha zor onu anlatmaya çalıştım. Artık bir kısmı öldükten sonra da okunmayacak, belki 50 yıl sonra edebiyat kalmayacak. Saygılar. Kaan Ars.
06-07-2014 20:43 (16)
Kaan ben de anlamadım. Burada geçekten niye bu kadar rumuz var? Bu HM'nin kabahati değil. Mİ'nin kim olduğunu ben de HM yazana kadar anlamadım, valla inan. HM "sandığım" (çünkü burada kim kime cevap vermiş anlamak zor, bunun teknik olarak çözülmesi gerekiyor) ilk yorumunda, ad hoc tartışmaya karşı çıkıyor, bu HM de olmayabilir, TK bu konuda çok hassas, belki de odur (ben de öyleyim. Ama YÜ ya da Mİ'de olabilir. Kendi rumuzumu net koyuyorum: Bunu yazan K. Derya. Bu yazıya yorum no:1 adını verdim. Ya da kısaca K. Derya 1. Yoruma yorum yazmak isteyen "K.Derya 1'e cevap" diyebilir.
06-07-2014 20:44 (17)
Yağız Üresin yazıyor: Bir makale yazdığınızda sık geçecek bir kavramın açık halini bir kez yazdıktan sonra kısaltmasını kullanır, tezlerde ise baştan kısaltmaları verirsiniz. Burada da bir kez zahmet edip yazı yazmış olanların adı yazarlar listesinde geçiyor, böylece "kimdi lan bu Yü?" dediğinizde bulabiliyorsunuz, yer kaybı ve lüzümsuzca isme vurgu olmuyor. Bunlar birer yıldız olduğundan değil. Her neyse, akıllı, yetenekli, dürüst insanların bir takım düpedüz b.ktan zibidinin süprüntüsüne bu kadar kafa yorması ne acaip değil mi? Ne var ki tıp okurken de ikinci sınıfta ölü kesilir, üçte b.k +
06-07-2014 20:44 (18)
çomaklanır, dörtte otopsi, sürer gider. Hastalığı anlamak ve iyileştirmek için gerekli bu. Arada acildeki doktora girişildiği gibi editöre-meditöre de atarlanan oluyor haliyle. Şu yazıda konu edilen tip -Erkekçe'de mi yazıyordu?- beni okumadan yazmadan çıkaran güruhtan biriydi örneğin. Aynı dönemde gurme restoran övgüleri gibi müzik festivali yazıları da yazılırdı, adamı Mayls Deyvisten filan tiksindiren. Ah ne çekomastik-silikon alemlerdir onlar. Şehrin caz hali geldi yine, keyifçiler eksik kalmayın. Murat Beşer'in festival yazısına saracağım fakat sabrım çatlıyor. Ulan Çik, ulan Stenli!!!
06-07-2014 20:45 (19)
Sayın KA çabanızın bütünlüklü olarak farkındayım, elbet bu sitenin amacının da.Ama, yazdıklarınızın gerçekliği eksik aksettirdiğini düşündüğümü, belki bunda günümüz şartlarından kaynaklanan karamsar bakışlarımızın rolü olabileceğini belirtmek istiyorum.Her dönem kendi içinde değerlendirilmek zorundadır, Lefter'i Lefter yapan o zamanki koşullardır, bugünkü sporcuların beslenme, antrenman, alet, saha, teknik adam, ulaşım, yasal düzenlemeler vb açısından da çok farklı şartlarda olduğunu biliyoruz; gelsin Lefter şimdi Lefter olsun demek, bugünkü şartları gözönünde tutmamak şeklinde yorumlanabilir.
06-07-2014 20:45 (20)
Henüz dünyadan ayrılmamış bir çok yaşlı insana bugün bilgisayar kullanmayı öğretemezsiniz, bazılarına kavramı dahi anlatamazsınız, bugünün 3-5 yaşındaki çocuğu için artık tel, PC oyuncak... geçmişten derslerimizi almalı, yorumlarımızı yapmalıyız elbet; ancak bugünü ve geçmişi yargılarken ne kadar nesnel olduğumuzu/olabileceğimizi, ırmağın aynı ırmak olamayacağını da defalarca hesaba katmalıyız, haksızlık yapmamak ve gerçeği bütünlüklü değerlendirebilmek adına, diye düşünüyorum... Saygılar HM
06-07-2014 21:15 (21)
Y.Ü. güldürüyosun beni. İmza: K.Derya 2 (numaraları şaşırırsam kusura bakmayın). Kaan'ın dikkat çekmesi ile Zileli'nin sitesine girdim. Her yoruma bir numara verilmiş. Böylece kim kime dalacağını biliyor. Arada da Zileli çıkıyor (Onun yeri özel, çerçeveli). Bir düzen var orada. Burada kim editör,kim yardımcısı, kimler hariçten gazel okuyor, belli değil. Kardeşim burada da bir düzen lazım. Kim bana dalıyor, kime dalmam lazım bilemezsem T. Kara'nın 11 Tez'inin resmindeki gençlere döneriz. Ha boyle olmaz, organize olalum.
07-07-2014 08:43 (22)
Hulki Aktunç ölmeden kısa bir zaman önce köşe yazarlığına başlamıştı biliyorsunuz. Ülke gündeminden hiç düşmeyen büyük maden katliamlarından biri daha yaşanmış onlarca işçi canını yitirmişti. Olayın ardından yazdığı bir cümlesini şöyleydi. (Aklımda kaldığı kadarıyla yazıyorum.) "Göçük altında kalan ilerici mühendis; yobaz, gerici işçi aynı göçükte kaldılar..." Nereden biliyorsun, diye sormuştum kendi kendime. Ya işçi ilerici bir işçi de, mühendis gerici bir yobazsa... Aktunç'a bu cümleyi kurduran kültürel kodlar neydi? İlericilik- gericilik mücadelesini, “okumuş adam” “eğitimsiz adama”
07-07-2014 08:44 (23)
karşı ilişkisi içinde gören, geri kalmışlığın ve cahilliğin ancak “okumuş adamın” öncülüğünde, onları eğitmesiyle yok edilebileceğini düşünen, “eğitimli-okumuş öncü”nün yollarımızı ışıtan idealist adanmışlığında örgütlenmiş sınıfsız, imtiyazsız bir toplum ideali bu. Tanıdık geliyor mu? Hulki Aktunç'un yazıda konu edilen kitabını okumadım ama değerli eleştirmenin yazısını okurken kitaptan yapılan alıntılardan ve yine yazarın titiz bir şekilde derlediği kitap üzerine yazılmış yazılar ve yapılmış röportajlardan “ne olduğu”na dair bir fikir edinmek mümkün. Aktunç'un dünyaya bakışı hakkında
07-07-2014 08:44 (24)
bize ipuçları sunan andığım cümlesiyle de bir araya gelince “kültürel evrenimizin okumuş adamların öncülüğünde” nasıl belirlendiğine dair çok açık bir ilişkiler ağı çıkıyor ortaya. “Anlayamıyorsak okuduğumuzu öncü yazar ne yapsın? İmtiyazsız cahil bir kitleyiz” sonuçta. Nihat Ateş
08-07-2014 18:17 (25)
Teşekkürler D. Demir, dayatmalara tepki koyacak cesareti gösterdiğiniz için.
08-07-2014 18:18 (26)
Böyle bir tartışma başlattığınız için teşekkürler Sn. D.Demir. Okumalarımızı, beğenimizi yönlendiren bu türden dayatmalara tepki göstermeyi sürdürerek, belki "edebiyatın kanına ekmek doğranması"nın önüne geçebiliriz. En azından "ödülsüz yapıt, yetersiz yapıttır" önyargısını yıkarız... Belki! Çok teşekkürler. Yazınızı paylaştım. Suna Güler.
16-08-2014 23:08 (27)
Yorumlarınız övgü ve yergileriniz için çok teşekkürler. Sanatın her disiplininin bu düzeydeki eleştirilere şiddetle gereksinimi olduğuna inanıyorum. Sanatı da, sanatçıları da sorgulamaktan çekinmeyelim! Gerçek sanat ve sanatçılar bundan en "kazançlı" çıkacak olan taraftır... Doğan Demir
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211257
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.