Bu denklemde hayata yer yok

Mısır'sız savaş, Suriye'siz barış olmaz

Körfez'in sermayesi

Ergin Yıldızoğlu, 15 Mayıs 2013 tarihli Cumhuriyet'teki yazısında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun “Stratejik Derinlik” siyasetinin tek başarısının “ülkeyi Arap sermayesinin müşterisi haline getirmesi” olduğunu söylüyordu. Yine 30 Mart 2013 tarihli Cumhuriyet'te başka bir haber dikkati çekiyordu: “Suudiler Balkanlar’dan Halep’e Türkiye üzerinden ağır silah taşıyor” adını taşıyan haberde, Suudi Arabistan istihbarat şefi Prens Bender bin Sultanın yürüttüğü bir operasyonla Halep’in kontrolü için savaşan teröristlere verilmek üzere ilk ağır silahların nasıl elde edildiği anlatılıyordu. İsrail istihbaratı MOSSAD'a yakınlığıyla bilenen DEBKAfile’a dayandırılan haberde Suudilerin milyonlarca dolar harcayarak ağır silahlar aldığını yazıyordu. Buraya kadar elbet kamuoyunun bilmediği bir şey yok. Haberin bundan sonrasıysa daha ilginç bir hal alıyor. Bu ağır silahların Suriye'deki teröristlere ulaştırılması aşamasında MİT Müsteşarı Hakan Fidan'la temas kuruluyor ve iki istihbaratçı silahların Türk ordusunun korumasında Halep'e götürülmesinde anlaşıyor ancak “küçük” bir pürüz çıkıyor ve Türk yetkililer bu sevkiyata yanaşmıyor. Bunun üzerine “Prens Bender'in Suudi Arabistan’a Türkiye’den yapılan ihracatı ve bunun askıya alınması olasılığının Türkiye ekonomisine vereceği zararı net bir şekilde anımsatmasıyla” Türk yetkililer geri adım atıyor. Türkiye'ye istemediği bir şeyi yaptıracak kararı aldıran -ki buna şantaj deniyor- uyarının ciddiyetini sorguladığımızda ise Türkiye'nin Suudi Arabistan'a yaptığı ihracatın büyüklüğünün bu şantajı kabullenmesine yol açacak bir büyüklük olmadığını görüyoruz. Eğer böyle olsaydı yine Türkiye'nin enerjisinin yarısından fazlasını karşıladığı iki ülkenin İran ve Rusya'nın yanında, dolayısıyla da Suriye'nin yanında olması gerekirdi. Öyleyse “ekonomi” denen mekanizma üzerinden düşünmeye devam edeceksek şantaj, ihanet, para, iktidar oyunları, pis ilişkiler kokan bu oyunun başka bir yönüne bakmak gerekmiyor mu? Yani Yıldızoğlu'nun söylediği gibi bizim Arap sermayesinin müşterisi olma durumumuza... Bu Arap sermayesinin çok uzun süreden beri Türkiye'ye aktığını bilmeyen yok.

Krizde olan Avrupa'nın sermayedarlarının paralarını yurtdışına kaçırırken uğradığı durak olma kapasitesi notu yükseltilerek artırılmaya çalışılan iktidarın Arap sermayesiyle de desteklenerek Ortodoğu'nun biçimlendirilmesinde tamamen teslim alınmış bir Türkiye “uzun vadeli amaçlar” için de Batı'nın elini güçlendiriyordu. Aslında “Arap Baharı” Tunus'ta başladığında ve Mısır'da henüz çalınmadığı süreçte Arap Baharı'nın bugün yıkıp yaktığı, ortadan kaldırdığı ülkelerden çok Batı'nın bölgedeki taşeronu totaliter Körfez krallıkları yıkılma tehlikesiyle karşı karşı kalır mı diye panik yaşanmıştı. Arap halklarının başkaldırısı sınıfsal bir başkaldırı niteliğine bürünüyordu gittikçe. Örneğin bunu gören Suudi kralı “hazineyi açtı ve ekonomik sıkıntıları hafifletmek için 36 milyar dolar dağıttı. Resmi muhalefet oluşturdu: İslami Ümmet Partisi.” (Vijay Prashad, Arap Baharı Libya Kışı, Yordam, s. 77) Bahreyn Şii nüfusunun üzerine büyük bir şiddetle gitti, katliamlar yaptı ve Suudi Arabistan bu ülkeye asker gönderdi.

Sonuçta emperyalizmin korkulu rüyası olarak başlayan süreç Tunus, Mısır ve Libya'yı yakıp yıktıktan ve bu ülkeleri uzun süre içinden çıkamayacakları bir kargaşa ortamı içinde bırakarak Suriye'ye kadar ulaştı. Suriye'ye ulaşmadan önce “sürecin” karakteri değiştirilip, dizginler ele alındığında “krizi fırsata çevirme” aşamasına geçilmişti bile. Acaba uzun ve kanlı bir iç savaşlar yaratılarak İran düşürülür, Şii Hilali parçalanır ve Batı'nın dolayısıyla İsrail, kurulduğu günden beri süren “güvenlik arayışı” bir son bulur muydu? İsrail etrafında oluşturulmuş Sünnilerin egemenliğinde küçük küçük devletçiklerle hem İsrail kurtarılır hem de enerji ve petrol garantiye alınabilir miydi? Ama bunun için önce Suriye'de Baas'ın yıkılması, Esad'ın gitmesi olmazsa Suriye'nin parçalanması, bölünmesi gerekliydi.

Suriye Denklemi

Elbette bütün bu zaman boyunca Suriye yönetiminin de ülkesinde yaşanacaklar, yaşanabilecekler konusunda bir öngörüsü ve almaya çalıştığı önlemler vardı. Mart 2011'de ilk olaylar yaşanmaya başladığında hızla anayasa değiştirildi ve olağanüstü hal kaldırılarak, Baas'ın öncü parti niteliğine son verildi. En kısa zamanda seçimler yapıldı. Fakat Batı hep bildiğimiz “işine gelmeyen seçimi” tanımamak ikiyüzlülüğünü hemen takındı. Oysa seçim Mustafa Kemal Erdemol'un da Notabene Yayınları'nda çıkan “Suriye Denklemi” adlı kitabında anlattığı ve tanıklık ettiği gibi dünyadan gözlemcilerin, gazetecilerin gözleri önünde gayet sağlıklı bir şekilde yapılmıştı. “Bir gazeteci olarak, Suriyeli olmasam da, benim seçimde gözlemci olma hakkım var. Anayasal bir hak üstelik. Suriye anayasasının 25. maddesi, medya mensuplarına bu bir hak tanıyor. (s. 22)

Suriye orta sınıfları ve daha barışçı bir “demokrasiye geçiş”in sağlamasını isteyen halk, silahlar patlamaya başlayıp Der ez Zor'da 200'ün üzerinde askerin vahşice öldürülmesinden sonra sokaktan çekildi. O zamana kadar ordusuna ateş emri vermemiş olan yönetim de ateş emri verdi. Türkiye daha iç savaş çıkmadan “mülteciler” için sınırında çadır kent kurmuştu. Sonra bu çadır kentler, Suriye'de öldürdüğü insanın kalbini söküp yiyecek, başını kesecek, Alevi diye insanları öldürecek, kadınlara, kız çocuklarına tecavüz edecek azgın cihatçı kasapların Suriye içine yollanmasında üs rolünü üstlenecekti.

Mustafa Kemal Erdemol'un kitabında “Oysa Suriye'nin, bugün de, rejiminin tüm sertliğine rağmen Türkiye'den bile daha fazla 'hoşgörülü' bir toplum. Kilise ile camiyi yan yana görmek burada daha gerçekçi bir temele dayanıyor. Çünkü arka planında bir kültürel ortaklık var. Bugün bile büyük kültürel etkileri görülen Emevi Devleti burada kuruldu. Bu Yunan, Roma kültürleri ile Arap kültürünün muazzam bir sentezi anlamına gelir. Caminin kiliseyle yan yana olması o günlerden bugüne bir 'hoşgörü' dekoru olarak değil, medeniyetlerin ortak değerleri oluşturmasının sahici sonuçlarındandır.” (s. 22) Yine Erdemol'un vurgusuyla söylersek Suriye halkı Aydınlanmış ve sola yakın bir halktır. İşte böyle bir durumda Suriye halkına karşı savaşacak kasapların dışarıdan getirilmesi bir zorunluluk olmuştur ve Sünni ülkelerden Selefi “Alevi” öldürmeye Suriye'ye yığılmıştır. Suudi Arabistan kendi ülkesindeki adi suçlulara Suriye'de savaşmaya gitmeleri koşuluyla “af” bile çıkarmıştır.

Suriye Denklemi yayımlandıktan sonra verdiği bir söyleşide “Etik gözetilmeden Suriye hakkında yazılamaz” diyen Erdemol (soL Kitap eki, 20 Mart 2013, s.8) yukarıda söz ettiğimiz “Şii Hilali”nin parçalanması amacından farklı ama onu da kapsayacak şekilde Suriye savaşının enerjiye egemen olmak boyutuna dikkati çekiyor. “Bir Arap gazı projesi olduğunu hatırlayan var mıdır peki?” diye sorarak şöyle devam ediyor. “Türkiye'yi de ilgilendiren önemli bir projeydi bu. Mısır, Sudan, Ürdün üzerinden Suriye'nin Humus bölgesine oradan da Antep'e kadar uzanan bir doğalgaz hattı projesiydi.(...) Çıkarılan krizle bu proje de hayata geçirilemedi. Bunlar dikkate alınmadan dış güçlerin Suriye'de sadece insan hakları ya da özgürlükler peşinde olmalarını iddia etmek gülünç olur. (s. 39)

Suriye Denklemi aynı zamanda bize bugün Batı'nın ve Körfez krallıklarının neden bu ülkeye saldırdıklarını da tarihsel arka planıyla gösteriyor. Çünkü Suriye en başından beri Filistin davasını destekliyor, İsrail'e karşı Golan Tepeleri'nin işgaliyle sonuçlanan savaşları veriyor ve özellikle Hizbullah ve İran'a destek oluyor. Irak işgaline en başından beri karşı duruyor ve bugün de olabildiğin kadar Irak'ın yanında kalmaya devam ediyor. Rusya'ya ilişkileri de Sovyetler Birliği döneminden başlayarak zemin buluyor. O zamandan beri Arap ülkelerde gelişen Arap ulusçuluğuna ve uyanışına hep destek olmuştu. Aynı zamanda Rusya 1944 yılında Suriye bağımsızlığını kazandığı zaman onu ilk tanıyan ülkelerden biridir. Erdemol bu açıklayıcı ve insanların kafasındaki sorulara birer birer yanıt veren çalışmasını şu tümceyle bitiriyor: “Özcesi, tüm Ortadoğu geri döndürülmez bir değişim girdabına doğru sürüklenirken, değişimin yönünü Suriye denklemi belirleyecek. (s. 175) 

 

 

Hayat nerede?

Evet, Suriye diye bir ülke her gün yeniden doğup yeniden çöküyor. Suriye denen ülkede yaşayanlar ülkelerinin her gün dağılıp yeniden küllerinden yeniden doğduğuna tanık oluyor. Suriye denen ülkede insanlar sürekli televizyonlarda, gazetelerde kendilerinin dışında, ülkesinin dışında ülkesi için konuştuğunu duyuyor. Komşusunun, kendi kızının tecavüze uğradığını görüyor. Elli yıldır ne  olduğunu bile bilmediği arkadaşının Alevi, Hıristiyan, Süryani, Ermeni olduğu için öldürüldüğünü, kafasının kesildiğini görüyor. Gündüzü haram ediyor kendisine ve ülkesine bunları yaşatanlara? Korkuyla kapadığı gözlerini açabilirse yani yaşıyorsa o yataktan çıkmanın gücünü kendinde bulabiliyor. Bunu anlayabiliyor musunuz, gerçekten anlayabiliyor musunuz?

Nihat Ateş

 

 

 

Facebook
henüz yorum yapılmamış
26-06-2013
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2211075
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.