Dağlara bakmasını bilmiyor adam. Başı dumanlı dağların yamaçlarına yaslanıp Hafız Burhan’dan sözgelişi “Yandım Sana Baktıkça” şarkısını terennüm etmeyi, bir kerecik denememiş, tahayyül bile etmemiş.

Gözlerini gökyüzünün füsunkâr mavisiyle kamaştırmamış. “Kamaştırsana, hayatının anlamı değişir” diyenlereyse bomboş bir un çuvalı gibi bakmış.

Sadece etini sevmiş kızların / kadınların: Klitorisini düşünmüş, G Noktası’nı. Onları orgazma eriştirebildiği kadarıyla benimsemiş ve öyle kanıtlamış erkekliğini. Onların da bir kalbi olabileceğine hiç ihtimal vermemiş. Penisinin ucundan yorumlamış hepsini.

Çocukken öylesine usluymuş ki: Komşu dedenin bahçesine yasadışı dalışlar düzenleyip, incir ve zerdali çalmamış hiç. Babasının yoksulluğu sebebiyle aç-biilâç dolaşmış sokaklarda; ancak, seher vakitlerinin melankolik saatlerinde, çıtır çıtır simit satma cesâretini de ne yapsa bulamamış kendinde. Eşeklere binmemiş, düşer de sütlâç gibi bedeninin bir yerleri dağılır diye. Yazlık sinemaların kapısına dikilen izbandut gibi palabıyıklıları faka bastırıp, biletsiz film seyredememiş. Bu yüzden olacak belki, henüz altı yaşındayken 18’lik ve elâ gözlü ilkokul öğretmenine âşık olmanın anarşizan tadını çıkaramamış.

Ortaokul çağlarında onu örnek göstermişler yaşıtlarına. “Bakın,” demişler “sizin gibi serserilik yapıyor mu hiç, anasını-babasını üzüyor mu?”

Lisedeyken takdirnamelerle ödüllendirilmiş. Âşık olmanın çağı değil, diyerek, kendisine yönelik çapkın genç kız bakışlarını ânında zehirlemiş. Bunu yapmakla övünmüş de bir güzel.

Tıp tahsil etmiş üniversitede. Uzmanlık sınavını üstün başarıyla kazanarak cerrah olmuş. Deste deste paralar kazanmış, gözü doymamış gene de. Uyanık bir arkadaşıyla beraber ticârete atılmış, fabrikatör olmuş, mal yığmış, mülk yığmış, dolar yığmış hışımla. Entrikalar, ihâleler, “yediği yoksul eti, içtiği kan olmalar”… “Var-olmak” nedir bilemeden “varlıklı” olmuş salt. Hiç “değerli” değil, hep “önemli”!

O partiden bu partiye, en solundan en sağına yalpalamış durmuş ömrünce. Yaranamadım hiçbirine dese de, kanmayın ona; “yaranma sanatı”nın bütün inceliklerini bilir, taktik ve strateji mîmarlığında üstüne yoktur. Kimin arabasına binerse onun türküsünü söyler. Parmaklayamayacağı katıra semer vurmaz.

Dört kez evlenmiş boşanmış, hepsi de görücü usulüyle. Annesi beğenmiş, o evetlemiş. Evlenince sevmemiş, boşanınca da –iç geçirerek- bir kerecik anmamış onları.

Kovadan boşanırcasına yağan bir yağmurda, aynı delik şemsiyenin altında, keklik sekişli bir genç kızla kilometrelerce yürümeyi tasarlamamış.

Ruhsallığının simyâsına kapanmaya, sapkınlığa, hermetizme hiç özenmemiş. Bundan olacak: pornografide tıkanıp kalmış acınası cinselliği de, erotizmayla tanışamamış.

Islık çalmaya, bulutlarla yarışmaya, ulu kavak ağaçlarının dalları arasından sarkan ay ışığıyla kırıştırmaya merak salmamış.

Kalamarı, kerevizi ve büfteği çok sevmiş. Şiiri, felsefeyi, bilimi asla!

12 Eylül 1980 sabahı (Cuma günü), şafak sökerken uygulanan “halk düşmanı harekât”ı (“örgüt teröründen devlet terörüne geçme eylemi”ni) bile, “Hayırlı günde gerçekleşti, Allah, devletimize-milletimize zeval vermesin!” diyerek, olağanüstü bir kadirşinaslıkla (afedersiniz, kenan’şinaslıkla!) karşılamış. Yazık, kişi, 20’sini sürerken çürür mü daha?

Bütün deniz’lere yabancı, bütün devrim(ci)lere.

Kitapları ve kitapları çağrıştıran her şeyi, istencinin dışında, apansız bastırıyor. Bastırma mekanizmasını, penisini kullandığı zamanlardaki kadar mahâretle kullanıyor.

Arabasının hızını ve donanımını, histerik hazlarla anlatmaların emsalsiz ustası.

Yaşamseverliğin kumpasçısı. Ölümseverliğin tutanakçısı. Farkında değil!

Bu yazının başlığıdır, adı-soyadı.

bünyamin durali

09-12-2014
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210524
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.