Kara çocuklar ve fidanlar

            Tüm ağaçların kuruması, yaşanacak en temel sorunun, yani yaşamın ta kendisinin tehlikeye girmesini beraberinde getirdi. Onca emeğin, onca insanca tutumun sonucu bu denli yıkıcı olmamalıydı. Her şeyin sonu olsa da, iyilik ve ahlâkın sonunun yani bitişinin, karşılıksızlığının olmasını düşünmek dahi kötücül bir şeydi. Yaşamak, ama nasıl?

            Ağaçlar, evet, kuruyan: dalları sarkan, yaprakları solgun ve yüzlerce… toprakla bir, gövdesi kalbura dönmüş, delik deşik…

Koruluğa savaş uğramış ve tüm kökleri esir almış gibi. Yağma düzeninde, ağaçlar ölgün birer hiçlik! Yok!un da yok’u…

 

            Mevsimin en yumuşak güneşini taşıyan o gündü. Kim bilir her şey verilmiş, hazırlanmış ve ön kutsal planla kurulmuş gibiydi. Toprak hiç olmadığı kadar ekime hazır, sıcaklık tam kıvamında, fidanlar büyüyüp küçülerek, ağaç olmayı deneyimlemişçesine neşeli… hazır bulunuşluluk bu denli yaşanmamıştı. Kasabalılar da emeklerinin sonuçlarını önceden görmüşçesine verimlilikte doruk noktasındaydı. Herkes ve her şey hazırken; kafası irice, elleri çamurlu, ayakkabıları iyiden iyiye ziftlenmiş, üzerindeki giysileri kirden renk değiştirmiş, gözleri yuvalarında sabırsızca çıkmaya hazır karınca tedirginliğinde, bedeni çelimsizlikten düşmek üzere, o kara çocuk belirdi.

 

            Çöplerde yaşayan o çocuğun, kir ve pas içinde, morla siyah karışımı renklerle bezeli yüzünde; sıcaktan kavrulmuş, kabuk kabuk kurumuş dudaklarının çatlakları arasında, yaşam belirtisi hafif pembelikler görülebiliyordu. Neşeli ve çocukça varoluşa özlemle, koruluktan patikaya doğru koşmak isteyen bacaklarının inatçı sabitliği yaşanacakların da habercisiydi. Koruluğa kondurulmuş, canlı korkuluğu andıran tüm bedeniyle, koruluğa soruları da taşımıştı.

 

            ‘Neden böyle bir yaşam ki?’ deyip, tatlı rüyalardan uyanılabilirdi. Ya da bencilce bir tavırla öteki ilân edebileceğimiz, küçük ve zavallı bir çocuk imgesiyle kendi dünyamızın kirliliğine saflık katma yanılsaması da mümkündü. Olanca ‘konforluğuyla’ sizi bekleyen gökdelen hapishanelerine döneceğinizi düşünüp ‘şükür’ rahatlaması da hissedilebilirdi. Kasabadaki yaşama aldırmadan; varlıklılık, zenginlik, mal, mülk; kısası, eşyalara tapınma devrinin insanları, körlükle terbiye edilip, hırsla biçimlendirilmişti. Sorular daha başlamadan bitmeliydi ki: o çocuğun gerçekliği anlamını hiç kazanmasın.

 

            Kasabalı telaşla, çocuğun geldiği yeri düşleyerek, kendi hâllerinin kolaycılığına dua etmeye başladı ki, çocuk daha da yalnızlaştı. Küçüldü, küçüldü ve koruluktaki fidanların içinden seçilemeyecek kadar kısaldı. Uzaktan: “fidan mı, çocuk mu?” fısıldaşmaları başladı. Fidanların yeşilliğiyle, çocuğun karalığı seçilemiyordu, kasabalının gözünde! Öyle ki fidanlar boylanmaya, boylandıkça yeşermeye, yeşerdikçe gölgelenmeye, gölgelendikçe karanlığı ve körlüğü derinleştirmeye hazırdı. Kasabalının bakışındaki, düşünüşündeki, duyuşundaki bilisizlik, çocuğu kendi yaşantısında hapsolmasına itecekti.

 

            Gerçek bu denli çıplak. Çocuk gözden yittikçe daha da görünüyor. Çocuk, ufaldıkça büyüyor. Çocuk, karardıkça rengârenk oluyor. Çocuk, sustukça tüm gökyüzü daha bir çığlıklanıyor. Kendi sesinde, kendi bilincinde, kendiliğinde kaybolmuş kasabalılar, çocuğu göremez, duyamaz hâle geliyor.

 

            Yağlı, ziftli çaput bezleriyle bezenmiş, tahtalardan çatma baraka hurdalık, içinde pis kokularla yaşayan kara çocuklardan altısı için barınma gereksiniminin karşılandığı yerdi. Diğer üçü, aileleriyle, inşaatlardan arta kalan işçilerin taşınabilir evlerindeydi. Baraka mı, taşınabilir evler mi, daha iyi bir yaşam için tercih edilebilirdi? Hangisi hangisinin ‘dua’sı, hangisi hangisinin ‘şükrü’ydü.

 

            Kilosu 15 kuruşa sattıkları karton mu değerli toplamak için, 50 kuruş olan demir, bakır, alüminyum mu? Yoksa çürük zeytinleri toplayıp 75 kuruşa satıp temel gıda maddeleri için, ısınma, giyinme için para biriktirmek mi? Hangisi daha kârlı? İyi marka arabaya binmek mi, yoksa cipe binmek mi? Yalıda oturup boğazı mı izlersiniz, yoksa yüksek güvenlikli sitelerden birine yerleşip konforla denize nâzır kahvaltı mı yapmak istersiniz?

 

            İşte, ağaçların nefes almayı bıraktığı zamanlardaydı bu kara çocuk tüm kasabalıyı düşündürmüştü. Sadece çocuğun varlığı ve yokluğuydu düşünülen. Yoksa çocuk zaten yalnızdı ve perişandı.

 

            Koruluğa daha varmamıştı, neler olacağını da tahmin edecek durumda değildi çocuk. Barakada gözünü açtığında, güneş çaput bezlerin yaralı deliklerinden, burnunu yalayıp geçiyordu. Kardeşlerinin üstleri açıktı ve uykularının en umutlu yerindeydiler ki hafif gülümseme yerleşmişti yüzlerine. Dağdan gelen suyu, kasabalılar kesmeden, boş bidonları doldurmak için aceleyle; plastik atıkların içinden bidon bulmalıydı. Sirke ve yağ kalıntısı olan büyük bidonla, içi yosun tutmuş uzun dikdörtgen bidonu alıp, suya yol aldı. Demirlerin paslarına bıraktığı izlerle adımlarını hızlandırdı. Suyun kesilmiş olduğu görmesi, kendilerinin lanetli olduğu hissi takip etti. Kasabalılar, suyu kasaba meydanında depolamak için kesiyor ve suyun birikmesini sağlıyorlardı. Çöplükteki hayat, kasabanın çoğunluğunda yok oluyordu. Çocuk, suyu almak için kasabaya doğru ilerlemeliydi. Bir gözü kör, kuyruksuz kediyi koca kayanın köşesinde sinmiş görünce, ekşi kokan tüylerinde ellerini gezdirerek, umudunu kediye taşıdı. Kedi tek gözüyle, çocuğun yüzüne bakıp, kömür karası ellerine kuru burnunu sürterek aldığı umudu sevgiye dönüştürdü. Çocuk hız kazanıp, kasabaya ulaşmaya çabalıyordu. Büyük konağın önünden geçerken; tenteli pencerenin küpeştesindeki iri gözlü, tüylü ve hantal bir kedinin dinlencede olduğunu gördü. Çocuk, kör ve kuyruksuz kedinin sevgisiyle, bir iki adımda penceredeki kedinin görüş alanından kayboldu. Neredeyse tüm kasaba su doldurmaya meydana toplanmıştı. Kalabalık, çeşmeyi abluka altına almış tüm suyu bitirecek iştahla itişip çekişiyordu. Çocuk elindeki bidonları büyük çam ağacının yanına koyup, otların üzerine oturdu. Kasabalı çocukların bağrışmalarıyla irkildi. Çocuklar, ellerindeki bir top iple uçurtmayı dengede tutmaya çalışıyorlardı. Gökyüzüne doğru sabırsızlıkla başını kaldırdı. Gökkuşağı renklerinde dev bir uçurtma, uzun kuyruğuyla gülümsüyor, bir sağa bir sola, bir yukarı, bir aşağı düzensiz dolanıyordu. Kara çocuğun uçurtmayı takip eden gözleri, açlığın etkisiyle döndü ve kara çocuk, ayağının taşa takılmasıyla koruluğa doğru yuvarlandı. Koruluk çukuruna dökülmüş araba yağlarına, demliklerden fırlatılmış çay atıklarına, karpuz kabuklarına bulana çarpa bir çam ağacının yerlere eğilmiş dallarına takılarak ancak durabildi. Sürüklendiği yerden, yavaşça doğruldu. Şükür ki kırılan, kanayan bir yeri yoktu. Acıyan dizini ve omzunu ovuşturarak düzlüğü takip edip fidanların arasında buldu kendini.

 

            Ağaçlar kurumuştu. Onca çaba, onca emek boşa gitmişti. Kasabalının oluşturmak istediği fidanlığın zemini: araba yağları, naylonlar ve diğer atıklarla verimsizleşmiş ve fidanlar anında kuruyup boyun bükmüştü. Ve kasabalı, hâlâ boynu bükülenin; sadece o küçük kara çocuk olduğunu sanıyordu.                                                                             

Kaan Turhan

30-06-2015
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210517
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.