Hulki Burhan

Hulki Burhan evden çıkarken içeriye bağırıyordu:

“Bak! Ne diyorum evladım ben? Ben çıkayım şuradan ondan sonra bakın; ben gidince açın diyorum! Siz de hâlâ ben ayakkabı giyerken daha davranıyorsunuz bıçağa… Dur, dursana oğlum!”

Oğlu olan ve pek andavallı bir tip olarak ortaya çıkmış olan Zafer boğuk ve nefret uyandıran ses tonuyla kendince kâh şakalaştı, kâh laf yetiştirdi babasına:

“Taam taam… İyi açmıyoruz, hadi git sen”

Zafer’in yanındaki, arkadaşı Acar da geriye çekildi biraz. Aslında ne merak ediyordu bu hediye kutusunun içinde ne olduğunu, ne de toptan ilgisizdi olan bitene. Ne olursa peşinden sürüklenecekti aslında.

Zafer ile Acar’ı öfke içinde bırakıp sokağa çıkmak için birinci katın merdivenlerinden inmeye davranan Hulki Burhan silik bir gülümseme ve şu genç çakalları inceden sabunlayayım edasındaydı da, işin aslı böyle değildi: göğsü sıkışıyordu heyecandan, çarpıntıdan. Hani tatlı sert yüklenmişti de, gerçekte öfke şöyle dursun, iç gıdıklayıcı sevinçten dört köşeydi. Bu iki oğlan, biliyordu ki, o kadar istemeseler, merak etmeseler de hediyeyi görmeyi, onlara uyguladığı sıkı tahrik işe yaramıştı. Kesinlikle açacaklardı kutuyu sokağa adımını atar atmaz. Yoksa al birini vur ötekine bu iki tulum hemen üşenir, sonsuza kadar kutuyu masada unuturlardı, emindi bundan.

Gerçekten de Zafer, Acar’ın ölgün bakışlarının da yardımıyla kutuyu açıyordu bayağı bayağı. Çok da sağlam değildi bantlama yöntemi; yine de doğru düzgün kesemediler ve yırtıp parçaladılar mukavvayı…

Hulki Burhan, çiselemeye başlamış yağmurun sokakları insanlardan arındırıcı ani etkisinin ve akşamüzerine henüz yanaşılırken çoktan kararmaya yüz tutmuş kara bulutlu havanın kamuflajı ve ayaz soğuğun yardımıyla kimse görmeden sokağın karşısındaki ağaca tırmanmış ve giriş üstündeki daireyi dimdik gören yüksekliğe çıkmıştı. Pencerenin öbür tarafında sarı ampul ışığında Zafer ile Acar lime lime karton parçaları arasındaki hediyeye bakıyorlardı. Hulki Burhan’ın eli terlemişti bu soğukta. Hınzırca gülüyordu kendi kendine, kıs kıs… Ne düşünmüşlerdi acaba? Aman allahım, ne zevk, ne haz! Hulki Burhan uçtuğunu düşündü. Sanki iyice hafiflemişti. Ağacın sert dış örtüsü ne de yakındı kendi kızarmış cildine, hatta daha derinlerdeki etlerine… Bu lanet ağaçtan gerçekten ömür boyu tiksinmişti, yazın yaprakla dolar, tam penceresinin önünde karşıki kaldırımı, insanları görmesini engellerdi; kışın da cascavlak kalıp renksiz bir rezalete dönüşürdü tam evlerinin karşısında. Tamam, pek de geçerli nedenler değildi bunlar ağaçtan nefret etmek için. Gelgelelim şimdi ağaç onun gibi birisiydi, ya da o ağaç gibi bir tahta veya bir daldı.

Hulki Burhan yağmura da aldırmadı. Hava hızla karardı, ağacın yanı başındaki sokak lambasının ışığı ve boş dar sokak kaldı geriye. Pencerenin öte yanında olanları gözünü kırpmadan izlemeye devam etti. İşte buydu aradığı, hedefine ulaşmıştı. Allah herkese bunu nasip etsindi. Şimdi sıradaki adım: Zafer ile Acar’ın bu gördüklerini mahalledeki diğer tanıdıklara anlatması gerekiyordu. Bunu nasıl sağlayacaktı pekiyi? Bu iki ruhsuz sabi cayıp yarı yolda bırakabilirdi kendisini. Birden canı sıkıldı, bu olasılığı nasıl da düşünememişti? Şimdi yanlarına koşup zorla tembihlemek vardı ya, bu da işin tadını kaçırırdı ihtimal… Beklemeyi düşündü, ama bir anda soğuğu algılar gibi oldu; yüce tasarısının alabileceği bu darbe onu yeniden yeryüzüne döndürmüştü.

Aşağıdan eve giden emekli öğretmen Turan’ın sesi duyuldu bu anda:

“Lan Hulki Burhan, nedir bu hâlin? Şimdi de rontçuluğa mı başladın?”

Turan ile zaten gıcıklaşırlardı öteden beri, tepeden bakardı mahalleli takımına. Hele de Hulki Burhan gibi ne idüğü belirsiz maymun iştahlı atılımcı ve küçük düşünen tüccar bozmalarına. Turan gerçekten işi bozmaya yakındı. Gürül gürül bağırmaya devam etti ellerini arkasında toplayıp gözlüklerini tepeye dikmiş halde:

“Bana bak Hulki Burhan, in lan aşağı oradan, polise giderim haberin olsun!”

“Yahu sen git işine kardeşim, bela mısın, nesin?”

“Ne işin var ulan ağaçta? Sapık mı oldun şimdi de? Kime bakıyon oğlum sen?”

Turan öğretmen dönüp Hulki Burhan’ın baktığı yönü yokladı. Hulki Burhan’ın evinin ışık yanan penceresini gördü, anlamlandıramamış olacak ki ayaklarını kımıldatmadan eğilip bükülerek, sonra geriye doğru diklenerek dört katlı apartmanın ve iki yandaki diğer apartmanların ışık yanan pencerelerini inceledi. Hulki Burhan’ın evi hariç perdeler tümüyle örtülüydü. Yaptığı tarafsız ve hakça araştırmadan sonra tekrar dönüp:

“Neler oluyor oğlum? Neden çıktın ulan ağaca? Nereye bakıyorsun öyle?”

Hulki Burhan soğukkanlılığını korudu; durumu değerlendirdi ve:

“Bak Turan hoca, seni ilgilendirmez, bir yere de baktığım da yok. Yav sen gitsene evine, ne karışıyorsun allah allah!”. Pek de soğukkanlı değildi bu oysa…

Turan coşuyordu:

“Hulki Burhan, hemen in ağaçtan ulan! Sapık herif biliyordum bi gün bi pislik çıkacağını senden! İnsene yav! İn ulan!”

Bağırtıları arttığından, yağmurda bile duyuldu çevre apartmanlarda. Bir iki pencere açıldı sokağın her iki yanından. Kafalar belirmeye başlıyordu. Turan da zevkle aynı şekilde bağırıp çağırıyordu. Gereken kamuoyu oluşmaya yakındı Hulki Burhan’ı linç etmek için…

“Lan sus! Bağırmasana lan!” diye Hulki Burhan kısık sesle yükleniyordu Turan’a ama iş işten geçmeye doğru gidiyordu. Biraz ilerideki bir apartmanın sokak kapısı açıldı, şemsiyeli bir adam ağaca doğru yürüdü. Ağaca yanaşıp Turan’ın soluna dikilince anlaşıldı Rıza olduğu:

“Hayrola Turan hocam?”. Turan hoca Hulki Burhan’ı kafası ile göstererek ne sapıklığını bıraktı ne azgınlığını:

“Rıza usta, dedim ben size bu adam yoldan çıkar diye! Al işte röntgenci olmuş. Kaç saattir burada yağmurda ağaçtan sağı solu dikizliyor sapıkoğlusapık!”

“Hulki Burhan? Gerçekten sensin yahu… Ne işin var orda oğlum senin?”

“Rıza abi, yok bir şey yanlış anlama oldu tamamen! Gidin evinize siz, bir şey olduğu yok!”

“Oğlum delirdin mi sen? Ulan gerçekten mi sapık oldun başımıza? Ne demeye çıktın o ağaca? Hasta mısın oğlum sen?”. Rıza da pencereleri yokladı Turan gibi, öyle soyunan bir kız filan göremedi. Ama Hulki Burhan’ın yaptığı iş apaçık olarak sıra dışı olduğundan o da çekimser oyunu geri çekti ve emekli kabadayı kılıfına uyacak yolda gerginleşti:

“Hulki Burhan, in hemen aşağıya, bak Allah yarattı demem, alırım ayağımın altına!”

“Abi, ne diye dinlemiyorsunuz beni; gidin işinize, vallahi billahi de sapıtmadım, bir bildiğim var belki. Hem yasak mı ulan ağaca çıkmak?”. Gene tam hedeflediğinin tersi gibi bitirdi sözünü ve Rıza abisine terbiyesizlik yapmış oldu ulan diyerek…

Rıza, Turan gibi durduğu yerden bağırma ve kamuoyu oluşturma politikasından silkindi ve şemsiyesini kapatıp sopaya döndürerek ağaca pijaması ile yüklendi.

“İn ulan pezevenk, adam sandık seni! İn ulan puşt! Vay sapık vay!”

Hulki Burhan aşağı inmek mi daha da yukarı tırmanmak mı derken, gene doğru mu yanlış mı artık henüz belli olmayan bir kararla daha da tırmandı ağaçta. Bu kez ikinci kat düzeyine resmen çıkmıştı. Rıza kel kafasına inen yağmurdan da rahatsız oldu, göbeği var olduğu sürece bir basamak bile tırmanamadığı ağaçtan da – herkesin yıllardı yaptığı gibi tiksindi – ve dikilmekte tutarlı olan Turan’ın yanına geri geldi. Bu konumda sopasını yağmura sallarken Hulki Burhan’ı saygı çerçevesinde inmeye davet etti:

“Lan Hulki Burhan ibnesi! Şimdi eve gidip silah ile gelmezsem bana da Rıza demesinler! Lan in ırz düşmanı pezevenk dölü!”

Turan etkisizleşmiş gibi göründüğünü fark ederek, ilk kez hafif yana yatık duruşunu bozup bir iki adım attı; mahalleye açıkça propagandaya başladı:

“Ey millet, çıkın dışarı indirin bu sapığı! Ey ahali Hulki Burhan meğer sapıkmış!”

Gerçekten de Turan hoca bu işi iyi biliyordu; bu kez pencerelerdeki seyirciler “ful” çekmişti. Kapıları zart, zurt açılan apartmanlardan çıkanlar oldu. Aralarında gençler, çocuklar, yaşlı kadınlar da vardı. Ama ana tesir erkeklerden gelecek gibiydi. Aile mensuplarını kapı önünde bırakarak toparlanan erkekler ağacın altında birlik oldu. Dağınık bağırtılar ile Hulki Burhan’a küfür ediyorlardı. Birliğin verdiği güçten olacak ağaçla doğrudan ilgilenmeyi kestiler ve tepeye doğru haykırmayı yeğlediler.

Güruhtan tesisatçı Cemil genç ve atikti; Rıza abisiyle beraber silah almaya doğru gittiler gibi göründüler veya benzer bir amaçla Rıza’nın eve koştular. Cemil terlikliydi ve Rıza’nın önünden koşuyordu.

Hulki Burhan’ın komşusu Ali efendi de ortaya çıktı. Ne okumuş ne yazmıştı ancak bilge bir konumu vardı mahallede. Ali efendi seslendi ağaca ve Hulki Burhan’ın dikkatini kendine çekmeyi başardı:

“Hulki Burhan! Yavrum nedir bu yaptığın? Bak bunlar alacak seni, bir anlat derdini oğlum!”

“Ali amca! Yemin ederim benim kötü bir niyetim yok! Allah’ın ağacına çıkmak da mı yasak artık? Ben ne sapığım ne rontçu… Sen beni tanırsın, hadi anlat şunlara da görsünler!”

Ali efendi ortalığı bir an kolaçan etti, öksürüğünü yuttu yere bakarak ve bilgelik dolu:

“Oğlum, bir adam akşam vakti ağaca neden çıkar? Tabi ki sapıklık yapmak için. Karıya kıza bakmak için çıkılır ağaca bu saatte, başka ne için çıkacaksın ki?”. Ali efendinin bu mantık dolu düşünce silsilesi yanı başındakilerden epey destek bulmuş olacak, kararlı ve tatlı bir telaş yarattı mahallelide.

“Ali amca, ağaca çıktım ama derdim başka, başka bir şeye bakıyorum ben! Siz anlayamazsınız beni… Bırakın ne olur, saldırmayın bana da evlerinize gidin, ben de kendi halimde kalayım! Hadi nolur Ali amca, sen anlat bunlara benim anlatamadığımı!”

“Oğlum ben ne anlatayım? Hem neyi anlayamayalım yavrum? Ne olabilir ki bu yaptığının açıklaması?”

“Ali baba, babamsın, büyüğümsün. Ben ne diyorum, dinle bir. Diyorum ki, size anlatmadığım için değil, burada, bu halde bir çırpıda anlatamayacağım için, belki anlatsam da anlayamayacağınız için öyle diyorum. Ben büyük bir adam değilim, tamam. Ama kendi halimde bir şey yaptım işte, size bunu doğrudan söyleyemem. Bırakıp evlerinize giderseniz, yarın, (Hulki Burhan bu anda heyecandan gözlerini sonuna kadar açtı gibi göründü) tabi tabi kesinlikle en geç yarın anlayacaksınız zaten ne yaptığımı! Nolur sen söyle şunlara da beni bir rahat bıraksınlar! Söz veriyorum, bana bir şey yapmazsanız en geç yarın anlayacaksınız bu işi neden yaptığımı! Erkek sözü! En geç yarın!”

Ali efendi kafası yerinden uçmasına ve tek kelime anlamamasına karşın ağırlığını elden bırakmadı. Sözcüye dönüşmüştü bir kez. Baktı olacak gibi değil; üstüne üstlük çevresindekiler zaten Hulki Burhan’ın son sözlerini ne duymuştu, ne de duyanlar tek kelime anlamıştı. Ali efendi gene yoğun tecrübesi ile durumu yokladı, yani etrafındaki topluluğa yan gözle hızlı bir bakış attı. Tümü karanlık suratlarla anlamsız bir yukarı, bir yere, bir gerideki çoluk çocuğuna bakıyordu; manalı laflar da ediyorlardı aralarda:

“La, herif sapıtmış, bacımıza bakıyor it”

“Vurun olum daha ne duruyoruk?”

“Lan gidin eve girin, sapık var burada!”…

Ali efendi çaresizlik içinde mi, iyice her şeyi tarttıktan sonra akıllıca mı karar aldı bilinmez, Hulki Burhan’dan vazgeçmişti artık:

“ HULKİ! Sen yoldan çıkmışsın!”

Bu kısa slogan toplu bir tezahürat ile karşılandı. Artan yağmur ve devam eden soğuğa rağmen bana mısın demeyen mahalle halkı zirveye çıkan coşku ile fırlattığı lafların kalitesini artırıyor ve ortaya koydukları “eylem planının” da adımlarını ayrıntıları ile vermeye başlıyordu:

“Ağacı yıkalım!”

“Vurun sapığı!”

“Donunu indirelim!”

Bu esnada Rıza ile Cemil epey aradıkları tabanca ve mermiler ile koşturdular ağacın altına. Cemil öylesine teşvik ediyordu ki Rıza abiyi, en son Ali efendi’nin verdiği fetvayı duymamış olmasına karşın kendini bu denli bu yola vakfetmesi, eskaza az evvelki olan biteni görseydi neler olurdu maazallah şüphesini akla getiriyordu.

Rıza, Cemil’in de yüksek teknik yardımı ile silahı tamamen doldurdu. Bir sessizlik oluştu. Rıza tabancayı doldurur doldurmaz tepeye yöneltti. Olanları gören Hulki Burhan artık iyice ustalaştığı tırmanma işinde tepeye doğru iki kat daha çıkmış ve ağacın tepesinde yer etmiş bulunmaktaydı. Bu anda Hulki Burhan binasının çatısını ilk kez gördü. Birkaç saat öncesinde tasarladığı şeyde galiba sona yakındı; işler tam istediği gibi gitmemiş olsa da. Aklı Zafer ile Acar’a gitti, acaba yarın yapacaklar mıydı kendilerinden emredilmeden, hatta hiç bahsedilmeden istenen görevi? Hulki Burhan bu yöntem ile mahallede ünlenmek istemişti belki de. Ama gizlice, çaktırmadan; son hamleyi kendisinin yapmadığı bir tasarı ile: bu kadarcığını da başkalarına bırakmalıydı, umarak. Ne kadar küçük, ufacık olursa olsun bu tezgâhını – istemediği şekilde gelişmiş olsa da – epeyi ilerletmişti. Artık ağaç ile doğrudan sohbet ediyordu sanki. Ağaç o ne derse yapıyordu. Her an Rıza’nın tabancasından gelebilecek bir kurşun artık ona zarar veremezdi. Dahası şu ağaca tırmanmaya ilk başladığı anda, sokağa en yakınken bile ateş etseler ondan daha fazla bir şey alamayacaklarını fark etti. Belki de o ilk adımdan, dairesinin kapısından dışarı ilk adımını attığı andan itibaren artık dokunulamaz, zarar verilemez olmuştu. Fakat işte ne yaparsak yapalım, yaşlı kereste yığınının tepesinde dahi olsa, aşağıdakilerin, ertesi gün hayranlığını beklediği aşağıdakilerin, hem de kaç zamandır en iyi tanıdığı, bir aile haline geldiği mahalleli bütününün icazet de verilmiş mermisi o kadar da soyut olmayabilirdi öte yandan! Hayal içinde miydi, yoksa gerçek bu muydu?

Rıza hiç beklemedi ve tetiğe bastı. Kadınlardan çığlıklar duyuldu. Erkekler de yere eğildiler anlık olarak korkup; sonra kalkıp ağaca baktılar. Çünkü iyice tepeye tırmanmış olan Hulki Burhan’ın cesedi düşmemişti yere. Demek ki dallara takılıp kalmıştı. İyice, dikkatlice baktılar yukarıya. Hulki Burhan sapa sağlam duruyordu. O kadar kıpırtısız duruyordu ki ahalinin önce aklı karıştı. Daha da odaklanarak baktılar ağacın tepesine ama gerçekten de adam dimdik duruyordu. Emin olmak istediler. Rıza da şaşırmıştı, tutamadı kendini, koyuverdi:

“Hulki Burhan! Öldün mü lan? Hoop, cevap versene ulan!”

Beklenen ses geldi:

“Lütfen gidin başımdan.”

Oyy, ayy, ohaa, yuhh gibi böğürtüler yükseldi. Rıza iyice dellendi ve asıldı tabancaya. Tüm kurşunları boşalttı: Rıza’nın iyi nişancı filan olup olmadığı bilinmiyordu elbette, ama bu yağmurda, sokak lambası da gözleri kamaştırırken tam hedefleyememe olasılığının var olduğu sorunsuzca kabul görecek gibiydi. Duman hemen dağıldı, ahali yine rontçuyu dimdik ayakta buldu. Doğal olarak anlayamadılar bu sahneyi. Aslında en baştan beri anlaşılabilen bir şey yoktu ortalıkta: evet Hulki Burhan hafif çılgınımsı bir herifti de eskiden beri yine de buradaki herkes gibi bir şeydi işte. Ne idi derdi? Manyak herhalde! İnsan ağaca çıkar mı akşam vakti?

Uğultular arasında saat oldukça da geç olmuşken dikilenlerin bir kısmı ağaçta neler olup bittiğini anlayamadıklarından mıdır nedir, evlerine apar topar döndüler. Sırılsıklam oldukları da o anda anlaşıldı maalesef. Geride erkeklerden oluşan küçük bir güruh kaldı. Ağaca bakıyorlardı. Gördükleri gerçek mi değil mi diye – üzgünüz ki – düşünmediler. Daha çok olan biteni anlayamadıklarını gösteren bir yüz ifadesi hâkimdi.

Rıza, Ali efendi, Turan ve Cemil en son kalanlardı. Rıza biraz suçlu hissediyordu kendini. Havası sönebilirdi yarın. Cemil sigara içip duruyordu. Kafası bu kadar karışıklığı kaldıramazdı. Bu kadar yağmur bile böyle birini galiba değiştiremezdi. Ne kadar kararlıydı baş koyduğu uğurda; ama tepede dikilen birisinin yarattığı anlaşılmaz çatışma bastırılmak dışında bir çözüm şıkkı oluşturamıyordu ruhunda. Rıza abisine arada bir bakıyordu, neden mıhlayamadın dercesine; Cemil’in takılıp takılacağı nokta bundan ibaretti. Rıza ise fenalaşmadı daha fazla; “(bilmem ne ettiğimin) işi” diyerek çekip gitti apartmanına doğru, tabancayı neredeyse sokağa bırakacaktı elinden, kösele tabanlarını asfalta sürterek yürürken. Bunu gören Cemil de daha fazla durmamalıydı; nedense bir yere kadar kararlıca tempolu koşup gelen bir sokak köpeğinin durup bekleyip anlamsızca geldiği yoldan geri dönmesini hatırlatan bir halde terliklerini şak şuk ayak tabanına çarptırarak Rıza’nın tersi taraftaki binasına yürüyüp gözden kayboldu.

Turan öğretmen hala gitmiyordu çünkü bu olay onun keşfi idi. Ama bu kadar zaman konuşmadan durduktan sonra yaşlı Ali efendiyi de küçük gördü, gözünde sıfırladı ve ağaca daha fazla bakmadan sokağın daha ilerisindeki evine doğru yürüyüp gitti.

Ali efendi tepeye arada bir, bir daha bakıp hemen kafasını eğiyordu. Sadece karar verici merci olmuştu bu gece göründüğü kadarıyla (gerçi Rıza kararını onu duymadan ta ilk başta vermişti ya); sonuçta kafası sonunda bayağı şişmişti. Ağacı kurcalamayı bırakıp alacakaranlıkta evine dönerken aklından şu geçiyordu:

“Rıza da ne fos adammış, gözünün önündeki herife isabet ettiremedi”

Özgür Ekinci                                                                                                  

19-07-2013
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210541
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.