SAKALLI SABRİ ABİ'YE DEPOLİTİK AĞIT

1.

12 Eylül toplumu depolitize etti derdi sakallı Sabri abi elindeki yetmişlik rakıyı kafaya dikerken. Tam tamına şöyle devam ederdi sarhoş muhabbetini andıran konuşmasına: Göreceksin bak, çok değil yirmi otuz sene sonra nesil bozulacak, sağcısı solcusu orta yolcusu hepsi namussuz, hırsız, satılık olacak. Eliyle önündeki aylardır silinmemiş masayı işaret ederek aha şuraya yazıyorum, sonra demedi deme, mumla arayacaksın dürüst, kendini paraya mala mülke satmayan adamı. Elinde mumla ayacaksın da heyhat ki bulamayacaksın evlat, hepsi mezarda yatıyor olacak onların, hepsi mezarda. Duraklar derin düşüncülere dalar bir müddet konuşmazdı. Araya sigaranın girdiği bu duraklamayı müteakip coşkusu artar ve bir topluluğa nutuk atarcasına devam ederdi konuşmasına. Toplum vicdanında korku peydahlanmaya görsün- ileride vuku bulacak felaketin nedenini açıklamaya tenezzül etmeden-  asıl felaket o zamandır evlat, asıl felaket o zamandır diye üzerine basa basa der ve her daim tekrarlanan susma nöbetine tutulmadan hemen önce rakının kalan kısmını kafaya susuz diker, takriben yarım saat içinde sızar kalırdı bodrum katındaki kiralık dairesinde.

Sakallı Sabri abi iddialı iştahlı konuşurken beynimi duraklatırdı anlamını bilmediğim o ecnebi kelime ve bu duraklamadan ötürü cümlenin kalanını yani imla kurallarına uygun saf ve bozulmamış Türkçe tarafını dinleyemezdim bir türlü.  Politik,  depolitik,  depolitize diye harfler, heceler kelimeler atlıkarınca gibi dönüp dururdu zihnimde ve bu sebebi belirsiz sorgulama uykularımın kuytularına kadar uzanır, Sakallı Sabri abinin çapulcu takımının elindeki gücü nasıl kullanacağını hiç kimse öncesinden kestiremez ki tarih bu tür hadiselerin örnekleriyle tıka basa doludur cümlesiyle nihayete ererdi.

Bu kelime yani depolitize kelimesi merkez kaç kuvvetinin zalim gücüyleçocuk zihinlerini aşıp ebeveynlerin o her şeyi bilen ve sorgulayan beyinlerine ulaştığında mahallenin sosyal statüsünü uygun tepkiler gecikmedi. Cahil cühela yobaz tayfası gomünist dediler sakallı Sabri abiye. Biraz mürekkep yalamış memur kesimi daha seviyeli bir tutum takındı ve depolitiksabri lakabını uygun gördüler ona. Mahallenin iş kaçkını dedikoducu kadınları ise daha pratik bir plan içerisindeydiler. Sakal delisi deyip sıyrıldılarişin içinden. Ve 12 Eylül’ün depolitize ettiği mahallemiz sakallı Sabri Abi sayesinde ilk kez bir ayrımlaşmaya gitti ve katmanların arasında derin uçurumların olduğu bu farklılaşma sayesinde hiç beklenmedik politik argümanlar yani farklı sesler farklı kelimeler, birbirine benzemeyen tavırlar neşvünema buldu mahallemizin muhafazakâr hafızasında. Hay aksi neredeyse unutuyordumbir de milleti kıyasıya kavgaya tutuşturan evden süslü püslü rüküş mü rüküş çıkan Cavidan ablanın çarşambaları nereye kime gittiği meselesi vardı ki onu ne siz sorun ne de ben söyleyeyim.

İsmini asla ve asla bilmediğim gazeteler, ömrü billah ne birinin elinde ne de kitapçı raflarında gördüğüm saman kâğıdına basılı dergileri okuyup temaşa eden sakallı Sabri abinin kıyafetleri tıpkı okuduğu ilgilendiği mecmualar kadar garipti. Geriye doğru taradığı gür saçlarını bastırarak taktığı yan yatmış piyade kepine benzeyen siyah şapkası, yer yer tüy çıkmamış siyah sakallarının hemen altında sonlanan gri renk hâkim yaka gömleği, botlarıyla pantolonun yekpare gösteren siyah tozluğuyla ( kışın takardı tozluğu) yıllar sonra üniversitede okurken boy boy afişlerini gördüğüm o adama ne kadar benziyordu.  Rakıyla uyuşmuş beyninin hapisliğinden kurtulup uzun boyu ve esrarengiz kıyafetleriyle mecali yettiğince merdivenleri arşınlayarak bodrum katındaki kiralık dairesinden hür dünyaya ayda bir tekrarlanan adım atma töreninde sakallı Sabri abinin âşıkları sıralanırdı pencere pervazlarının ardında. Arada bir söz atmalar, pencereden mektup sarkıtmalar, eve davet etmeler vuku bulurdu elbette. Bu alaysı sözlere, bozuk Türkçeyle yazılı aşk mektuplarına, pervasız davetlere, pencere arkası kaçamak bakışlara tenezzül etmeyen bir vakar abidesi olan sakallı Sabri abi kendi namusundan aziz tuttuğu mahallenin namusuna bir halel gelir korkusuyla başını hiç mi hiç kaldırmadan yürür, mahallenin kendi çaplarında çapkın kadınların yakıcı bakışlarından hızlı adımlarla kaçardı. Dedikodu ilminin en ince sırlarına vakıf mahallenin ununu elemiş eleğini asmış bu kadınları koca karı birikimlerini tıbbi malumatlarıyla birleştirerek şöyle derlerdi sakallı Sabri abinin arkasından: Sabahtan akşama kadar rakı zıkkımlanıyor müptezel pezevenk, dumanı arşa yükselen tütünde her daim elinde, ayol başka söze ne hacet bu düpedüz iktidarsız kızlar, iktidarsız. Alkol ve sigaranın ta o yıllarda iktidarsızlık yaptığını kadınlardan başka kim bilebilirdi ki. Sakallı Sabri abiye yan bakan sadece mahallenin evde kalmış kız kurusu tayfası değildi elbette. Sivri burunlu ayakkabıları topuklarına basarak giyen, jöleli saçlarını yana iv bırakarak tarayan, burma bıyıklı yeni yetme milliyetçi gençlerde sakallı Sabri abinin oturduğu kiralık bodrum katındaki evin önünden geçerken başlarını çevirmeye tenezzül etmeksizin omuz hizasından kendilerinin de anlamını bilmediği bakışlarla güya gözdağı verirlerdi. Kavgayla uzaktan yakından bir tanışıklığı olmayan sakallı Sabri abi ise bu kadarına da pes dedirten nezaketiyle neo milliyetçi gençleri günaydın, nasılsınız, efendim hürmetler gibi kelimelerle karşılar ve işiniz rast girsin, sağlıcakla kalın, Allah ısmarladık cümleleriyle uğurlardı onları.

Yalnızca bu anlattıklarımla sınırlı değildi elbette sakallı Sabri abinin nezaketi ve belediye hoparlöründen sıkça duyduğumuz bir kelime olan insaniyeti…

Muhafazakâr bir mahallenin bodrum katında kiralık oturması hasebiyle ramazan ayında oruç tutmuyor olsa bile insanların karşısında bir şey yemez onların inançlarına saygı göstermeyi bir erdem bilirdi. O çok sevdiği ve hatta sevginin çok ötesinde bağımlısı olduğu rakısını da iftardan sonra yudumlardı ki onu da benden başkası görmezdi. Mahalleden gizlice vücut bulan bu devri daimin farkında olan annem oğlum ona bakkaldan rakı taşıyarak günaha giriyorsun derdi. Biraz daha fazla para kazanma hırsıyla ramazan ayında gizlice rakı satan Karadeniz’li bakkalın günahını ıskalayan anneme şöyle cevap verirdim. Anneciğim adam içmediği zamanlar intihar teşebbüsünde bulunuyor, asmaya yelteniyor kendisini. Daha geçen ay radar Ayşe teyze pencereden urganı boynuna doladığını görmeseydi çoktan helvasını yemiştik zavallının. Peki, söyle bakalım anneciğim intihar mı daha büyük günah yoksa içki içmek mi? Kıvrak zekâsıyla meselenin acil tahlilini yapan annem susardı boyumu fersah fersah aşan bu felsefik laflardan sonra. Ama yine de mahalle baskısından kaçamayan vicdanıyla sıkı sıkı tembihlerdi bana: Oğlum bir şeylere sar da bari kimsecikler görmesin. Tamam, anneciğim sen merak etme cevabı annem cümlesini tamamlamadan ağzımdan kaçmış olurdu.

Siyasi bir mülahazayla bir hiç uğruna memuriyetten atılmasının ikinci yıl dönümünü peynir ekmek zeytin rakı dörtlemesinde kiralık bodrum katının izbe küf kokan bir odasında sanki denize malik bir sarayın ihtişamlı salonundaymış gibi iştahlı iştahlı kutlarken her zaman ki gibi boyumdan büyük laflar eden bir tavırla sormuştum sakallı Sabri abiye: Bende solcu mu olmalıyım diye?  Rakısını boğazını yakarcasına hızlıca mideye yuvarlayıp ağzını hiç yapmadığı kazağının koluyla can havliyle silerek ve hatta telaştan olsa gerek birazda geğirerek aman evladım dedi, sen ne diyorsun, aman. Ve gözleri kan çanağı devam etmişti konuşmasına. Benim dediklerimden bu sonucu çıkarman vahim bir hata. Hem de çok vahim. Seni bir ideolojiye yönlendirme gibi bir hataya düşmek istemem. Kendi yolunu kendin çizeceksin evladım. Hür düşüncenin, kültürel birikiminin ışığında karar vereceksin bu mühim kararı. Yalnız ve yalnız şunu tavsiye edebilirim sana. Yalnız ve yalnız. İyi bir insan ol. Vesselam. Depolitik kelimesinin belki de en doğru anlamını ihtiva eden bu laflardan sonra rakının beynini uyuşturan, acılarını unutturan insafına bırakmıştı kendini her gün muntazaman yaptığı gibi.

Politize olmuş birçok insanın söylemeye cüret bile edemeyeceği bu mücevher kıymetindeki laflardan sonra büyük şairin dediğinden başka bir laf söylemek düşmezdi elbette bize: Ne güzel komşumuzdun sen sakallı Sabri Abi. Ne güzel komşumuzdun…

2.

İşte Sakallı Sabri abinin 12 Eylül toplumu depolitize etti demesinin üzerinden tam tamına dokuz sene geçmişti ki bir taşra şehrinin kenar mahallesindeki lisesinde, beklemeli ve başka liselerden tasdik nameli öğrencilerin depolandığı elli dört kişilik pi sayısını bilmeyen matematik şubesinde Pisagor’un dudağının uçuklatacak çok bilinmeyenli problemlerin tahsiliyle meşguldük. Baskın çoğunluğun erkek olduğu sınıfta orta sıranın en önünde pinekleyen ve erkeklerin haylazlıklarından illallah diyen iki sırayı arka arkaya paylaşan kendi halinde çıtı pıtı dört kız vardı. Kara tahtadan yeşil tahtaya geçilmiş sınıfta, hoca masası sınıf kapısından uzak pencere kenarındaki sıraların önündeydi. Kaloriferler pencere kenarında askılıklar orta sıranın arkasındaki duvara asılıydı. Kızlar hariç her sırada üç kişi otururdu. Yaş ortalamasının 16-22 arasında değiştiği sınıfta küçükler küçüklüğünü büyükler büyüklüğünü bilir istisnasız herkes ama herkes birbirini sever dahası iyi geçinirdi birbiriyle. Hulasa 6 Matematik C sınıfı o dar boşlukta her daim boğuşan didişen haylazlık ve haytalık yapan ve fakat herhangi bir ayrımlaşmanın olmadığı, konuşanlar listesine yalnız ve yalnız yüksek sesle konuşanların yazıldığı elli dört kişilik mevcuduyla beklenenin aksine örnek depolitik bir sınıftı. Sakallı Sabri Abinin defalarca dillendirdiği çatışmanın sebebi ne din ne milliyet ne de kültürel farklılıklardır, çatışmanın yegâne sebebi insanın bizzat kendi varlığı ve bu varlıktan her insanda farklı tezahür eden egosudur tezine uyan farklı düşüncelerin peydahlandığı tek konu beklenilen aksine Fenerbahçe Galatasaray gibi takım taraftarlığı değil müzik ve estetikti. Bir taşra şehrinin kenar mahallesindeki ekseri beklemeli ve tasdik nameli talebelerinin tedrisat gördüğü lisede müzik zevkinin sanat, Türk hafif, Türk pop müziği şeklinde ayrımlaşmasını beklemek abesle iştigal olurdu herhalde. Neşet eden farklılık üstteki malumattan anlayacağının üzere tonlama düzeyindeydi ve bu tonlama düzeyindeki açık, koyu, orta, solgun renklerle ayrışan müzik ve estetik zevki hiç şüphesiz arabesk müzik üzerineydi. Acılı, dertli, gözyaşlı, depresif melodilerden müteşekkil arabesk müzikte ana unsurlar üç temel üzerine oturmuştu. Orhancılar , Müslümcüler, Ferdicilerden oluşmuş bu temelde Orhancı ve Müslümcüler hafif ara farkla önde olsalar bile üçü arasında baskın bir gurup yoktu. Senelerin akıttığı melodi birikimi tortusuyla oluşmuş bu müzikal hazda, hem müzik zevkinin gelişimi, hem sanatsal değeri yüksek bu hazzın gelecekteki nesillere aktarımı kaset değiş tokuşuyla mümkün olurdu. Zaten kıt kanaat kazanılan paranın palto, ayakkabı, üst baş, ev iaşesi, defter, kitap gibi hayati meselelere harcandığı bu hayat tarzında müzik zevkini geliştirmek maksadıyla da olsa müzik kasetine para harcamayı bütün fakir fukara ayıplardı. Bu üç ana unsur arasında muntazaman gerçekleşen parasız alışveriş ve gönüllülük esasına dayalı ticaret sebebiyle müzik konusunda taşra vilayetlerinde sıkça beklenildiği üzere bir ayrımlaşma olmadı. Bu toplumsal birlik ve beraberliğin yegâne sebebi bu değildi elbette.

Fenerbahçe Galatasaray derbilerinde ufak tefek sürtüşmelerin yaşandığı Müslümcülerin,  Ferdicilerin, Orhancıların başat olduğu bu örnek nadide sınıfta Müslüm babanın engin hoşgörüsü ve insancıllığı sayesinde farklılaşma tam tersine bir bütünleşmeyle sonuçlanmış ve Sakallı Sabri abinin benim de katıldığım çok değerli ego tezi ne yazık ki yenilgiye uğramıştı. Boş derslerin azımsanmayacak kadar çok olduğu eğitim müfredatımızda, meşin topun peşinden koşmadığımız günlerde, boşa geçecek zamanın zayi olmaması maksadıyla çakır İsmail’in Orhan Gencebay’la başladığı solo konserine Müslüm babayla devam eder, Ferdi Tayfur’la sonlandırırdı.  Ve bu fedakârlık kokan gayret sayesinde müzikal ayrımlaşma sanat tarihi dersinin tarafımızdan hiç açılmamış sayfalarına Efes antik kentinin hemen bitişiğine sit alanı kuralları ihlal edilerek gömülürdü. Peşi sıra mikrofonu ele alan Neşet kürdün kızı türküsünü dillendirir, Erdal ve Muammer de bu müzik eşliğinde yeşil tahtanın önünde yerel bir folklor oyunu olan dehlenk oynarlardı. Arada bir de yine o kadar da olur cinsinden Fenerbahçe Galatasaray bahsi geçerdi.

Herhangi bir sınıf çatışmasının olmadığı bu neşe kahkaha birlik içinde geçen güzel günler ta ki deveci Mustafa’nın özenle sakladığı resimli defteri tarafımdan ifşa oluncaya kadar devam etti. Ah o resimli defter yok mu? Toplum düşmanı o resimli defter ah!

Bir sayfasında Aydan Şener resimleri karşı sayfasında aşk şiirleri yazılı olan o defter hiç şüphesiz romantizmin masumiyete bulandığı bir serenattan başka bir şey değildi. Resimlerin çoğu Aydan Şener’in Çalıkuşu filmindeki görüntüleriydi. Deveci bizim bilip bilmediğimiz mecmualardan gazetelerden özenle kestiği resimleri defterinin beyaz sayfasına yine özenle yapıştırmıştı. İlk sayfada Aydan Şener’in Çalıkuşu filminden kara çarşaflı resim vardı ve hemen o sayfanın öpüştüğü sayfada Sezai Karakoç’un Mona Rosa şiiri. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Sen ve ben, Yahya Kemalin Canan aramızda bir adındı diye başlayan, Şinasi Özdenoğlu’nun Ellerin için noktürn, Orhan velinin vesikalı yârim, Şemsi Belli’nin seni sevdiğim zamanlarda,  sevda gönlümde hevenk hevenkti, Ahmet Muhip Dranas’ın Fahriye abla, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın bir gece ansızın gelebilirim, Nahit Ulvi Akgün’ün bir şey var aramızda, Atilla İlhan’ın üçüncü şahsın şiiri, Behçet Necatigil’in hani bir sevdiğin vardı ve daha ismini bilip bilmediğim birçok şairin aşk şiirlerinin mavi mürekkepli dolmakalemle özenle yazıldığı bu defter tam bir şiir panayırıydı. Son sayfada ise ilk başta inanmayıp hadi oradan sende dediğim fakat yıllar sonra birebir gerçek olduğunu öğrendiğim Mustafa’ya sevgilerimle cümlesinin altındaki Aydan Şener imzası vardı ki tek başına hem Mustafa’nın hem benim yüreğimin burkulması için yeter artardı bu. Herkesin meşin topun peşine koştuğu ya da Çakır İsmail’den müzik resitali dinlediği boş derslerde deveciyle ben beyaz kaplı sayfaları Aydan Şener’in kalbi kadar temiz defterinin resimli sayfalarının arasında kaybolur, defalarca seyrettiğimiz Aydan Şener filmlerin repliklerinden mırıldanarak, romantizmin puslu denizlerinde yelken açardık pusulasız. Saatlerce süren bu kendini kaybetmişlik resimli defterdeki birbirinden güzel resimlerin estetik ve güzellik açısından yorumlarıyla sonlanırdı. İkimizin de tartışmaya mahal bırakmaksızın en beğendiğimiz resmi garibinize gidecek ama o ilk sayfadaki çarşaflı olanıydı. Yıllar sonra standupcıların kullandığı siyah giysi siyah dekorla yüzün ön plana çıkarılmasını ta o zamandan çalıkuşu filminin kıvrak zekâlı yönetmeni keşfetmiş ve kara çarşafa sımsıkı sarılı Aydan Şener’in ay parçası yüzünü bütün bir ülkeye ifşa etmişti. Orhan Veli’nin bugünlerde Oktay’la ben, aynı kıza aşığız mısraında dediği gibi ikimizde âşıktık Aydan Şener’e ve kavuşulması imkânsız bu aşkta Aydan Şener o saf duru pürüzsüz güzelliğiyle aşkın masumiyeti betimliyordu bize. Asla ve kata şehevi duygularımızı depreştirmiyordu resimli defter asla ve kata. Çıkış zilinin çalmasına yakın resimli defteri istemeye istemeye kapatırken gözümüzün kaydığı Aydan Şener’in dudaklarına tebessümü kondurduğu resmiyle bir müddet daha kendimizden geçer şairin dediği hayali cihan değer cümlesinin koridorlarında elimizde aşk kandili avare dolaşırdık.

Bizim resimli deftere hayran hayran baktığımızı gören başkan Erkan, herkesten gözümüz gibi sakladığımız defterin muhteviyatına bir punduna getirip şöyle bir göz attıktan sonra dudak bükerek boş bir hayalin peşinde koştuğumuzu, üstelik Hülya Avşar’ın  Aydan Şener’den tartışmasız daha güzel daha çekici daha can yakıcı olduğu tezini ortaya attığında orta sıra yırtık dondan fırlar misali topyekûn Avşarcı olup çıktılar birden. Erkangilin hemen önünde oturan iki kız öfkeli sesleriyle bu fikre şiddetle karşı çıktı ve Avşar’ın gözlerinin güzel ve çekici olmasına rağmen mesele estetik açıdan bir bütün olarak değerlendirildiğinde Aydan Şener’in daha öne çıktığını ifade ederek bir savaşı kazanmış komutan edasında göğüslerini gere gere Aydancıların safına geçtiler. Ki Sakallı Sabri Abinin yıllar önce dillendirdiği estetik kaygısı olmayan toplumlar şiddete meyillidir tezine paralellik arz ediyordu bu görüş. Pencere kenarındaki başını Erdal’la Muammerin çektiği güruh ise sırf farklı düşündüklerini ispatlamak maksadıyla Sibel Can güzellik hipotezini ortaya attılar ki bu teori güneş dil teorisi gibi bilimsel bir temelden yoksundu. Geriye kalan kızlardan birisi Avşarcı diğeri Sibelci olduğunu yeşil tahtanın önünde ayakta dikelerek açıkladıklarında sınıftaki ayrımlaşma ve bölünmüşlük tamamlanmıştı.

Bu bölünmüşlükle 6 Matematik C sınıfı eski güzel günlerinden uzaklaşmış şiddete ve kavgaya meyilli bir hale dönüşmüştü. İlk kavga Sibelci Erdal’ın Aydan Şener’e öyle çarşaflı olduğuna bakmayın, o ne menem bir karıdır demesi sonucu Deveciden şamarı suratına yemesiyle vuku bulmuştu. Araya Hamit girmeseydi hali haraptı Erdal’ın. Ömer’in Avşar’ın sekreter filmine atıfta bulunmasıyla Erkan’dan yediği dayak ikinci kavga olarak yer etti hafızalarda. Avşarcılardan Erkan ve Aydancılardan Orhan’ın fırsatı buldukça sizi çalgı çengi takımı sizi, öyle orda burada milletin önünde kıvırmakla sanat icra edilmez hakaretlerine, Sibelciler biz her türlü eleştiriye açığız gibi hem sınıfımızın hem içinde yaşadığımız toplumun pek de alışık olmadığı hatta yadırgadığı tarzda cevap verdikten sonra, ağızlarında sakladıkları bakla olan sanat için soyunma var da raks etmek niye olmasın gibi sanat felsefesinin hudutlarını zorlayan bir makuliyette mukabelede bulunmaları Sibelcilerin sinsi bir plan hazırlığı içinde olduklarının kanıtıydı. Sibel Can tayfası sınıfın kültürel düzeyi en düşük tayfası olmasına rağmen hiç farkında olmadan sanat için yeni bir betimlemede bulunmuşlardı. Yıllar sonra içine de tükürülecek olan sanat kelimesinin yanına iliştirilen kıvırmak fiili itiraf etmek gerekirse hiç de fena durmamıştı. Ki bu esrarengiz açıklamaları müteakip sakallı Sabri abinin kültürel düzeyi düşük toplumlarda problemlerin çözümünde şiddet önemli bir unsurdur tanımlamasına uygun bir hadise vuku buldu. Sıraya dik yerleştirilen raptiye denen küçücük metal parçanın Aydancı Orhan’ın kaba etiyle teması ve akabinde Orhan’ın karga tulumba dispansere götürülerek pansuman ve peşi sıra tetanos aşısının birkaç ay sürecek sızısıyla tanışması hadisesiydi ki, müsebbibi bulunsa vahim bir neticeyle sonuçlanabilirdi. Orhan’ın can havliyle ettiği yapanın anasını avradını klasik cümlesiyle başlayan ve sonunu ehli namus vatandaşların duymaktan imtina ettiği sunturlu küfrü ve Sibelcilerin oturduğu pencere kenarındaki sıralara sinirli sinirli bakarak yaptığı birkaç suçlu tahmini haricinde müsebbibi gizli kaldı bu hadisenin. İşin beklenildiğinden daha kötüye gideceğini anlayan kızlar araya girerek üç gurubun temsilcileriyle acil bir görüşme yaptılar. Bu mesele kadın meselesi olması sebebiyle sınıfın ve bireylerin namusuyla birebir ilgiliydi ve bu yüzden hiçbir gurup aşağılayıcı, küçük düşürücü, küfür içerikli sözler kullanmayacak kararını çıkardılar temsilciler meclisinden. Bu çok mühim ve önemli karara herkes uydu o günden sonra ve bir iki sözlü atışma haricinde bir şiddet hadisesi yaşanmadı sınıfta.

Dövüş kavgayla birbirine diş geçiremeyeceğini anlayan bu üç gurup arasındaki kıyasıya rekabet okul sınırlarını aşıp sokaklara taştı nihayet. Sibelciler torpidoya Avşarın resmi yapıştırılmış dolmuşlara binmezken, Avşarcılar da mukabelede bulundular Sibelcilere. Daha munis bir tayfa olan Aydancılar ise kış soğuğunda minibüs beklerken it gibi titremenin davalarına bir katkı sağlamayacağı bilincine vardıklarından dolmuş meselesinde tarafsız kalmayı tercih ettiler.

Hocaların bu işe karışması hatırladığım kadarıyla dolmuş meselesinden daha sonra vuku buldu. Preveze deniz savaşı Osmanlılarla İranlılar arasında oldu diyen orta sıradaki Avşarcı İlhan’ı bir güzel dövüp öz güveni tavan yapan Halil hoca nefes alıp verip iyice bir rahatladıktan sonra parmak kaldırarak hocam müsaade ederseniz bir soru soracağım size demişti Aydancılardan Emrah. Hoca “Ne? Soru mu?” demişti gözleriyle soru soranı ararken.

Evet, hocam yalnızca bir soru, ama kızmayacaksınız.

Çocuklar ne zaman kızdım ki size.

Hocam daha iki dakika önce İlhan’ı haşladınız.

Deniz olmayan iki ülke arasında deniz savaşı çıktı diyenin hakkı kötektir çocuklar, İlhan kusura bakmasın.

Yok, hocam hak ettim dedi ilhan.

Evet, soruyu bekliyorum.

Hocam çekiniyorum biraz, tarihle ilgili bir mevzu değil zira biraz magazin içerikli.

Tamam, oğlum sor.

Günah benden gitti arkadaşlar.

Hocam Aydan Şener, Hülya Avşar, Sibel Can… Sizce hangisi?

Halil hocanın tabi ki Aydan Şener demesiyle duvar kenarındaki sıralarda pinekleyen Aydancılar güruhu oturdukları tahta sırayla tavan arasındaki boşlukta bir kalkıp bir inerek oley eşliğinde Meksika dansı yaptılar.

Ertesi gün resim hocasını ayarlayan Avşarcılar Hülya Avşar’ın sulu boya portresini çizdirerek misilleme yaptılar Aydancılara. Resim yeteneği kısıtlı olan ve muhtemelen kıskançlığından ötürü Avşar’ın gözlerini yeşil yerine siyaha boyayan Sibelci Erdal resim hocasından paparayı yiyince sinirinden, sadece sinirinden demek meseleyi tasvir için yeterli gelmez kanaatindeyim, kıvırma dışında üretkenliği olmadığından dersek daha doğru olur, tahta sıranın önünde Sibel Can gibi göbek dansı yapıp kıçını sağa sola sallayarak pencere kenarındaki sırasına hınçla oturdu.  Atalarımızın ta yıllar önce defaatle zikrettiği öfkeyle kalkan zararla oturur sözünü haklı çıkarırcasına onu bir sürpriz bekliyordu bu sefer tahta yarıklarının arasında gönüllü marangozluk yapan tahtakurularının yanında. Tahta yarıklarını dik açıyla kesen ve ismine halk arasında toplu iğne denen sivri uçlu küçük bir sürpriz.

Bütün bu mühim hadiselerden sonra Başkan Erkan’ın resimli defterdeki Aydan Şener’in imzasını ifşa etmesiyle bir yalan rüzgârı başladı ki sormayın gitsin. Avşarcılardan Gürbüz’ün Antalya’daki film setinde çekimler yapılırken Hülya Avşar’ı seyretmesiyle başlayan işkembeden sıkmalar, Sibelci Erdal’ın Arı stüdyolarında Sibel Can’ın raksını canlı temaşa etmesine kadar uzandı. Ne yazık ki cep delik cepken delik fakir fukara güruhundan oluşan 6 Matematik C sınıfı için bu iddialar mesnetsizdi Deveci Mustafa’nın Aydan Şener imzasını müstesna tutarsak.

Sakallı Sabri abi çatışmaya neden olan hadiseleri toplumum sosyoekonomik ve bununla mepsuten mütenasip kültürel düzeyi belirler demişti ta dokuz sene önce. Gelişmiş bir toplum olan Fransa’da Yüzbaşı Dreyfus ayrımlaşması yaşanırken neredeyse ondan yüz sene sonra 6 Matematik C sınıfında kadın, okulumuzdan takriben elli kilometre ötedeki Yağan kasabasında ise bu ayrımlaşma sarı öküzün başkasının tarlasına defi haceti gibi boktan püsürükten bir mesele yüzünden vuku bulurdu.

6 Matematik C sınıfındaki kadın unsurunun neden olduğu kısır çekişmeler yarıyıl boyunca devam etti ta ki edebiyat hocası Kara Davut’un sınıfa ayak bastığı o soğuk kış gününe kadar. Daha ilk edebiyat dersinde büyük şair Nedim’in meyhane mukassi görünür taşradan amma, bir başka ferah başka letafet var içinde beytini aruz veznine göre hecelere ayırdıktan sonra özellikle orta sırada oturan Avşarcılara alaycı müstehzi bakarak aranızda hiç meyhaneye uğramışlığı olan var mı manasındaki o korkunç suali,  Deveci’nin resimli defterinden sonra ayrımlaşmanın ikinci müsebbibi olarak sınıf hafızasındaki hak ettiği yerini aldı. Resimli defter farklılaşmasının aksine bu ayrımlaşma o kadar hızlı o kadar kısa sürede oldu ki ehli insaf ehli vicdan ehli nisa hulasa ehli namus herkes hani neredeyse küçük dilini yuttu. Elbette ki bu ayrımlaşmalarda insanların henüz gün yüzüne çıkmamış başkaları tarafından keşfedilmemiş kabiliyetleri önem arz ediyordu. Ama gelişmiş toplumlardaki ayrışmaların yüz yıllar devam ede gelen süresine bakacak olursak ehli namus tayfanın şaşırma sebebinin haklı olduğu gözlenecekti.

Deveci Mustafa, ben ve kızların tarafsız kaldığı bu ayrımlaşmada üç farklı gurup tezahür etti. Biracılar, şarapçılar ve rakıcılardan oluşan ayyaşlar tayfası, okeyci ve elli ikicilerden müteşekkil kumarbazlar, sarkıtlar, videocular, üç filim birdenciler ve mektepçilerden müteşekkil hovarda güruhu. Hovarda gurubunu sosyolojik açıdan irdelemekte fayda olduğu mülahazasındayım. Kızlara sarkıntılık etmeleri sebebiyle sarkıtlar olarak isimlendirilen güruhun başını Erdal çekiyordu. Sokak arasındaki pastahane ve kahvehanelerde erotik filim seyredenlerin yani kısaltarak söyleyecek olursak videocuların medarı iftiharı hiç kuşkusuz sabahtan akşama kadar bıkmadan usanmadan film seyreden Ömer’di. Üç filim birdencilerin şahı hiç tartışmasız konulu üç filmi birden seyretme sabrını gösteren Mürsel, mektepçilerin yegâne mümessili Fırtına Fuat’tı. Diğer iki guruba haksızlık olmaması babından onların mümessillerini açıklayacak olursak kumarbazların piri İlhan ve Erkan, ayyaşların efendileri Müco, Murat ve Tolga’ydı. Birleşik kaplar teorisine uyan kesişim guruplar da vardı elbette ki. Mesela İlhan aslen kumarbaz tayfasında olmasına rağmen ayyaş güruhuyla takıldığı da olurdu. Aynısı Erkan ve birkaç kişi için daha geçerliydi.

Basit ve depolitik gibi görünen bu ayrımlaşma önceki farklılaşmaya göre daha tehlikeliydi. Sebebini açıklayacak olursak kadın unsurunun sebep olduğu ayrımlaşmada duvar kenarı Aydan Şenerci, orta sıra Hülya Avşarcı, pencere kenarı Sibel Cancı olmuştu. Yani farklılaşan toplumsal katmanlar arasında harita ilmine göre enlem boylam, mimarlık ilmine göre yorum yaptığımızda ise sıra arası diye tabir edilen mesafe yükselti farkı vardı.  Vuku bulan son ayrımlaşmada ise durum hiç böyle değildi. Kumarbaz, hovarda, ayyaş aynı sırayı paylaşıyordu. Medeni toplumlarda farklı katmanların birbirine yaklaşmaları dostluk ticaret, kültür paylaşımı gibi müspet neticeler doğururken bedevi topluluklarda bu yakınlaşma sınır çatışmasından başka bir neticeyle sonlanmazdı. Sosyolojik ilminin kırıntılarına haiz herkes kendi gölgesinden korkar olmuştu anlayacağınız.

Ama hiç beklenildiği gibi olmadı ve böyle olması sosyoloji pozitif bir ilim değildir diye iddiada bulunan henüz daha Sartre okumamış matematikçileri haklı çıkarttı. Hâlbuki Sartre bilim yanılabilir diyordu ve bize yol gösteren bilim değil bizatihi akıldır diye yeni teoriler geliştiriyordu kendi imkânlarıyla bastırdığı kitaplarında. Bütün bu izahatın nedeni bir önceki gibi kavganın ayrımlaşan sınıf katmanlarında değil bizzat aynı katmanların içinde çıkması sebebiyleydi elbette ki.

İlk kavga okeyciler arasında çıktı. Ha bire taş çalan ve bütün oyunları kazanması hasebiyle her seferinde çay paralarını Erkan’a ödettiren Gürbüz taş çalarken yakalanıp Erkan ve Almancı Rüstem’in hışmına uğradı. Bir güzel pataklanıp kahve sahibi Mümtaz abi tarafından sahtekâr kumarbaz sözüne iliştirilmiş okkalı bir tükürükle kahveden kovuldu.  Kumarbazlar tayfasında arasında çıkan ikinci kavga üçkâğıtçılıktan çok eşli king oyununu bilip bilmeme eksenindeydi. Kâğıtlar dağıtıldıktan sonra ilhan eline bakıpgülerek hatta birazda müstehzi koz kupa demesine rağmen, her zamanki aymazlığıyla kupa almaz oynamaya yeltenen Kadir’in bu kadarına da pes dedirten salaklığına tahammül edemeyen İlhan elindeki sıcak demli çayı Kadir’in ceketi üzerine boca etmiş, seninle bir daha king oynayan aha şu kâğıttaki papaza benzesin dedikten sonra Mümtaz abiye verilen mecburi selamı müteakip hışımla çıkmıştı kahveden. Kadir de hiçbir şey olmamış gibi İlhanın masa üstünde açılı haline bakıp nerde hata yaptığını bulma telaşındaydı o ara.

Sarkıtlar arasında çıkan kavga eşli kingteki sürtüşmeyi saymayacak olursak ikinci hadiseydi sanırım. Erdal Neco’nun âşık olduğu polisin kızına sarkıntılık edince, Neco Hamit’ten ricacı olmuş ve yumruğunun ağırlığı küçük bir gülle kadar çeken Hamit Erdal’ı erkekler tuvaletinde yakalayıp bir daha yaparsam tövbe diyene kadar evire çevire dövmüştü. Mektepçi Fuat’ın vukuatı gelirdi üçüncü sırada. Onun yaptığına vukuattan çok zirzopluk denirdi erkeklik âleminde. Okul aile birliğinin kışlık palto alması vesilesiyle Kadayıfçı İsmet’e bağış yapılan parayı çocuğun cebinden aşırmış, mektepteki işret meclisinde kadın oynatmıştı. Utanmadan sıkılmadan ballandıra ballandıra anlatmıştı  bir de bu çirkin hadiseyi pencere kenarındaki sırasının önünde pinekleyen üç filim birden tayfasına. Gariban İsmet’in Fırtına Fuat’a gücü yetmeyeceğinden sınıftaki tek rica makamı Hamit’e başvurulmuşu meselenin halli için. Hamit Fırtına’yı bir daha esip gürlemeyeceği bir tarzda hem bir güzel döğmüş hem de kadayıfçı ismetin çalınmış parasını borsa ilminin taktiklerini kullanarak ustalıkla geri almayı bilmişti. Üç filim birden tayfasının kendi aralarındaki kavgası vardı bir de. Okuldan kaçıp Gürpınar sinemasının üç filim birden propagandasıyla açılan sinema perdesinin hemen önündeki seyir zevki yüksek koltuklarından birine oturduğunda Erdal üç filmden tartışmasız en seviyelisi olan ilk filmle birlikte gözleri karanlığa alışmış ve bu diğerkâmlığının bir neticesi olarak etrafı temaşa kabiliyetini elde etmişti. Hal böyle olunca fenercinin ışığıyla zor bela yolunu bulup yanlışlıkla Erdal’ın yanına oturan Neşet’i Erdal net ve pürüzsüz bir kıvamda gördüğü halde Etrafı karanlık bir gölgeden ibaret sanan Neşet yanında pusuya yatmış sarkıt Erdal’ı ne yazık ki görememişti. Erdal şaka yollu Neşet’in bacağını okşamaya başlayınca henüz daha karanlığın huzmeleriyle beyin mıncıklaması yaşayan Neşet can havliyle sapık olarak addettiği adamın boğazını yapışmıştı ta ki Erdal’ın ulan hıyar tanımadın mı ben Erdal şaka yaptım sana diyene kadar. Seyrine daldıkları filmin konusu ve kurgusu çok orijinal olduğundan seyir zevkleri sekteye uğrar korkusuyla Erdal’ın öteki yanında oturan üç filim birden tayfası araya girmiş, Neşet’le sarkıt Erdal’ın arasını bulmuşlardı. Ama neşet şaka yollu da olsa yapılan bu ahlaka mugayir tavrı asla unutmayacaktı.  Şarapçı tayfasından Müco’nun disiplin ve okuldan uzaklaştırmayla sonlanan meyhanede zıkkımlanıp sınıfa sarhoş gelme hadisesi var ki onun teferruatına girmeden ayyaşlar tayfasındaki diğer kavgayı anlatmak isterim sizlere.

Cafe 79 giden ayyaş Tolga ile kumarbaz İlo tezgâhın arkasında zihni açıyor diye şarap yudumlayıp Neyzen Tevfik’in şiir kitabından birkaç küfürlü mısra ezberlemek maksadıyla başını ağrıtan meyhanenin sahibi bıçkın Yılmaz abiye selam verdikten sonra her zamanki duvar kenarındaki yerlerine oturmuşlardı. İlhan’ın annesinin cüzdanından aşırdığı parayla ödeyeceklerdi hesabı her zamanki gibi. Masa mezeyle donatılıp biralar ısmarlandıktan sonra Tolga’nın sorduğu soru İlhan’ı dumura uğrattı. Soru çok basitti ve aslına bakacak olursak terbiye sınırlarının içinde ve hatta felsefik bir kıvamdaydı. Tam tamına şöyleydi İlo’nun cinlerini tepesine çıkaran soru:

-Toprağın altını hiç düşündün mü İlo?

-Evet, coğrafya ilmine göre her 33 metre de bir derece artar ısı ve magma tabakasına ulaşmayı başarırsak takriben…

-Onu sormuyorum İlo, ölünce…

- Ha, ölünce mi, yılanlar kıçımızdan, çıyanlar burnumuzdan girip midemize giden bozuk yolu tesviye ettikten sonra üzerine mıcır dökecekler.

- Dalga geçme İlo.

- Ulan pezevenk hem içmeye davet ediyorsun hem ahiret suali sorup keyfimizi kaçırıyorsun, geçen seferde aynı soruyu sormuştun üstelik.

Bildiğin düşündüğün gibi değil ölümden çok korkuyorum İlo, cümlesi Tolga’nın ağzından çıkmadan İlo birayı yudumlamayı bırakıp heybetli bir Osmanlı tokadını Tolga’nın suratına aşk etmişti. Gürültü şamatadan şiir ezberleme zevki bozulan Bıçkın Yılmaz abi Neyzen Tevfik’in meşhur şiiri, yürü bre ehli deve endamını göreyim, sensiz geçen gecelerin ecdadını … şiirini ağzından tükürükler sıçratarak söyleyip olay mahalline geldiğinde İlo ve Tolga abi sen ne diyorsun yav demişlerdi. Bıçkın Yılmaz abi de, kusura bakmayın çocuklar küfür size değil, Üstad Neyzen Tevfik’ten şiir ezberliyordum da…

Daha önce dediğim gibi ayrımlaşmalarda sınıflar arası kavga beklerken sınıfların kendi içinde mücadeleye tutuşmalarını ne Marks ne Darwin ne Machiavelli, ne Hilmi Yavuz’un rüküş camekânlı kitapçılarda satılan felsefe seti dizisi, ne de Kaan Arslanoğlu’nun ne dediğini bir türlü anlayamadığım evrim açısından devrim kitapları açıklayabilmişti. Yine en makul kafaya en fazla yatan Sakallı Sabri Abinin ego teorisiydi kanaatimce.

Senenin bitmesine yakın tütüncüler arasında yaşanan Hacı Bitlis, Maltepe, Samsun ve izmaritçiler ayrımlaşmasına ne yazık ki üç yıl olan eğitim müfredatı süremiz kâfi gelmedi (ki bu da liselerin dört yıl olma sebebini haklı çıkarmaktadır).  Ve herhangi bir kavga, niza, malum yerde sigara söndürme hadiseleri yaşanmadan herkes kendi yolunun yolcusu oldu.

3.

Hayatımın tartışmasız en güzel günlerini geçirdiğim o yıl…

O yıl kış çok uzun ve çetin geçti. Okulumuzun sonbahardan nemli koridorları buz tuttu ve buzlar kaloriferlerin yanmasına rağmen çözülmedi. İlçelere kasaba ve köylere giden yollar hava muhalefeti sebebiyle bir açıldı bir kapandı. Köyden kasabadan gelen arkadaşlarımız akrabalarında mahsur kaldılar yolların kapalı olduğu günlerde. Müdürün mazotlu arabası soğuk havalarda çalışmadığından kış boyunca okulun garajında nadasa bırakıldı. Bu sebeple müdür deli Münir okulumuza yeni atanmış sarışın müzik hocasını her gün yaptığı üzere arabasına bindirip evine bırakamadı.

O yıl Fenerbahçe 103 rekor golle şampiyon olmuş, son golü beklenildiği üzere Aykut, Rıdvan, Oğuz değil, orta saha Turhan atmıştı. Aydan Şener filim çekimlerine bir müddet ara vermiş, Hülya Avşar filim şirketleriyle mukavele üzerine mukavele imzalarken, Sibel Can hayatının belki de en doğru kararını verip dansözlükten şarkıcılığa geçmeye karar vermişti.

O yıl kahveci Mümtaz abi vergisini ödemiyor bahanesiyle psikopat bir zabıta memuru tarafından elli iki destesinin sivri kenarı kullanılarak kahvesinde hunharca katledilmiş, Neyzenin şiirlerini bir türlü ezberleme başarısını gösteremeyen bıçkın Yılmaz abi şişleme ritüeli olan bir tarikata girip birkaç kez kendini şişleyip cehennem azabının bir nevi numunesi olan dağlanmış şiş ateşini tecrübe ettikten sonra içkiye tövbe ederek Neyzen Tevfik kokulu meyhaneyi atari salonuna çevirmişti.

O yıl Müslüm baba şarkılarının çoğu Ali Tekintüre imzalı yeni bir kaset çıkarmış, Ferdi Tayfur fuar gazino konserleriyle meşgulken, Orhan Gencebay soyunmaya,  kıvırmaya layık ve fakat öfkelenip kızıldığında içine tükürülen çoklarının adına sanat dediği o mümbit alanda göze çarpacak herhangi bir faaliyette bulunmamıştı.

Kışın bütün yıldırtıcılığına rağmen sene sonu geldiğinde ayrımlaşmadan neşet eden küsler barışmış, Halil hocanın araya girmesiyle tasdik name verilip okuldan uzaklaştırılan Müco affedilmiş ve sınıfta genel bir af mutabakat havası sağlanmıştı. 6 Matematik C sınıfı toplumsal ayrışma ve uzlaşmada gösterdiği bu fevkalade başarıyı ne yazık ki okulların tatile girmesiyle mezunların başına türlü çeşitli gaileler açan üniversite imtihanında gösterememişti. Çetin ve zor geçen kışın ve ayrıca eften püften bahanelerle kamplara bölünmenin bu mağlubiyetteki rolünü kimse inkâr edemezdi elbette.  Ama bana sorarsanız kaloriferin arkasına istiflenip eve götürülmeye bile tenezzül edilmeyen bir kez olsun altı çizilmemiş dahası bir kez olsun kapağı açılmamış kitaplar yalnızca dört kişinin kazandığı sınavdaki mağlubiyetin asıl sebebi gibi gözüküyordu.

Ne güzel bir yıldı o yıl….

4.

Üniversiteye verilen ara tatilde memlekete döndüğümde manzara hiç iç açıcı değildi. Kış şehrin üstüne abanmış, çatılardan sarkan metrelik sarkıtların düşmanı sokaklar boydan boya buz tutmuştu. Kaldırımlarda istiflenmiş karların arasında dehlizler neşet etmişti. İnsanlar bu dehlizlerin içinden kıvrılarak hayat maceralarına doğru ilerliyorlardı. İlhan’la mecburiyet caddesinin kıştan kalma dehlizlerinde soğuğun bütün yıldırıcılığına rağmen üşenmeden usanmadan volta atarken kestanecinin arkasına bir kedi gibi kıvrılarak kalın paltosunun insafını sığınmış oturan dilencinin buz tutmuş sakalı beni aniden duraklattı ve taptaze gençlik hayallerimi yıllar öncesine taşıdı. Birkaç adım geriye yürüyüp bel hizasından eğildiğimde sakallı Sabri abinin buzdan biblo misali çehresiyle karşılaştım. Evet, oydu, sakallı Sabri abiydi karşımdaki. Sakallı Sabri abi, dediğimde başını kaldırmadan tok ve vakur sesiyle beni başka biriyle karıştırıyorsun evlat dedi.

Demek evlat ha!

12 Eylül toplumu depolitize etti ve insanlık onuruyla bağdaşmayan bu depolitizm toplumda ahlaki çöküntüye sebebiyet verdi, efendim siz ne buyurursunuz bu mühim konuda diye sorduğumda, buzdan bibloya dönmüş o sakallı adam, söze ne hacet, halimden belli olmuyor mu evlat dedi katarakt dokusunun arkasına saklanmış gözlerindeki yıllar yılı biriktirdiği hüznüyle.

Vay be sakallı Sabri abimin düştüğü hale bak, kavanoz dipli dünya, vay be!

Mahallede kabası bitmiş, müteahhit kazığı yemiş acemi ev sahiplerince ince işleri henüz bitmemiş diye tabir edilen metruk binanın zemin katındaki oda silueti oluşmuş bir alanını mahallelinin yardımıyla tuğla ocaklarından getirilen pirketlerle çevirdiğimizde sakallı Sabri abinin kışlık ikametgahının adresi belli olmuştu. Ardından ince işlere geçilmiş, fare sidiğinin değirmene faydası vardır düsturunca bir yatak, koltuk, nar gibi yanan kuzine soba yerleştirilmişti damın içine. Mahallenin kadınları tarafından sıraya konmuştu yemek. Sakallı Sabri abi sıcak çorbasını içip kuzine sobada nar kesilmiş patatesleri afiyetle yedikten sonra her zamanki depolitik yorumlarını dillendirmeye başladığında tek eksik kalan sararak içtiği Yenice tütünü ve susuz kafaya diktiği can dostu rakısıydı. Ama mahallelinin ortak kararı sağlık durumu iyice düzelene kadar pek de elzem olmayan, çoğu insan tarafından ıskalanabilirbu ihtiyaçlar karşılanmayacaktı. Zaten ölümün kıyısından henüz yeni dönmüş sakallı Sabri abinin böyle bir isteği de yoktu. Okuma yazma bilmedikleri halde kahve falından kaderin sisli puslu yazılarını ebcet hesabını kullanarak okuma hevesindeki kadınları Sakallı Sabri abinin bu tutumunu zoru görünce içkiye tövbe etmiş şeklinde yorumladılar. Hadi öyle olsun.

Her şeyin iyiye gittiğini düşündüğümüz bir gün sobayı yakmaya giden radar Ayşe teyze sakallı Sabri abinin cansız bedeniyle karşılaşınca feryat figan eşliğinde kışlık ikametgâhtan kaçmış, belediye hoparlöründen insaniyetlik namına tamlaması mahallenin kömür kokulu atmosferine iyice sızdığında kadını erkeği bütün mahalleli sakallı Sabri abinin cesedinin başında yuvarlak masanın etrafında toplanır gibi toplanmıştı. Erkekler el açıp bilip bilmediği dualardan ederek, kadınlar türlü çeşitli hüzünlü ağıtlardan yakarak ölümle farklılaşan tepkilerini dile getirmişlerdi sakalı Sabri abinin üzeri örtük cesedinin başında. Manzara tıpkı Che’nin cesedinin başında poz veren hükümet askerleri ve gazetecilerinin hüzün ve sevinç arasında bocalayan hallerine benziyordu. Fakat sakallı Sabri abinin kışlık ikametgâhındaki bu hüzünlü manzarada sevinçten zerre eser yoktu. Ki bu hüznü daha kesifleştiren kimliğinin altında saklı katlanmış kâğıtta …………. Kaymakamı Sabri İlgür’ün dikkatine diye yazan silik yazıydı.

Ahmet Cemal Çobandede

14-12-2015
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210509
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.