NECİP

(Adı gibi Necip bir çocuk)

Bugün buraya getirilişimin onuncu günü. Galiba dizlerime 60 derece sıcak suya batırılan havlularla yapılan sıcak kompres uygulamaları olumlu sonuç verecek. Daha bir sert basıyor ayaklarım tabana. Bas baya dengeli yürüyebiliyorum. Sabah havalandırmasına çıkarmadılar. Oysa olağan üstü bir durum yoktu. Cezaevi idaresiyle herhangi bir sürtüşme de olmamıştı. Olsaydı koğuşun her daim heyecanı yüksek hızlılarının burunlarından soluyan nefeslerinden anlaşılırdı. Yoktu böyle bir durum. Ama anlamsız bir sessizlik vardı. Ayrıca burada çok yeni olmama rağmen en küçük bir farklılıkta düşüncelerimi sorardı arkadaşlar. “Ne diyorsun? Ne yapalım.” Cevabım “Hiçbir şey, siz diğer guruplarla ortak kararlarınızı alın. Ben onlara uyarım “oluyordu hep. Duramadım önce bizimkilerin sorumlusuna sordum. “Ne çıkar bu sessizliğin arkasından? Sık olur mu böyle durumlar?” Olmazmış. Cuntanın ilk yılı içinde burası da sertmiş. Sonraları tedricen gevşemiş. Cezaevinin İzmit karayoluna bakan duvarlarının hemen arkasında; koğuş penceresinden Marsilya kiremitli çatısı gözüken tek katlı bina buranın işkencehanesiymiş. Buraya getirildiğimin ilk günü arkadaşlar isim benzerliği ve doğum yerlerimizin ve tarihlerimizin aynı olmasından dolayı, askeri birliğinden derdest edilip getirilen delikanlının birkaç kere burada sorgulandığını anlattılar. Mert bir çocukmuş. Bizimkilere “Ben solcu, komünist filan değilim. Ben Yozgatlıyım, hatta biraz da Milliyetçiyim. Ama MHP’li falan da değilim. Bana yerine tutuklandığım kişi hakkında hiçbir şey söylemeyin. Onun hakkında katiyen bir şey duymak istemiyorum.” “Sorguculara da söylüyorum ben solcu da değilim, sağcı da değilim. Ben sanat okulu motor bölümü mezunu araba tamircisiyim. Askerde de tankçıyım. Bana niye eziyet yapıyorsunuz? Siz yazın ifademi, ben imzalayayım… Bana, yok öyle üç köfte yirmi beşe; önce sen her şeyi itiraf edip anlatacan, sonra biz yazacağız. İmza ondan sonra… Haydi anlat… Ardından çükümden elektrik. Zaten arkaya aldıklarında koğuştakiler ne anlatıyorlar diye soruyorlar. Benimle kişiler üzerinden hiçbir şey konuşmuyorlar diyorum onlara. O abi hakkında hiçbir şey bilmek istemiyorum. Ben ne bir kişiye iftira atarım ne de ah alırım. Hem günah hem ayıp” dermiş. Bunları dinleyince yokluğunda minnetle saygı duydum ona. Mert adammış mert. Beni cezaevinden emniyete aldıklarında onu tahliye etmişler. Böylesine onurlu bir şahsiyetle yüz yüze tanışmamış olmanın üzüntüsü derin bir boşluk yaratıyor ruhumda. Ama tahliyesine de müthiş sevindim.

Böyle olağan dışı durumlarda sanırım en iyi şey sakinliği koruyarak gözlem yapmak diye sesleniyorum belli belirsiz bir sesle kendi kendime. Ama beynimi kemiren küçücük yeşil bir kurt tur atıyor kıvrımlarımın labirentinde.

Hemen koğuş kapısının yanındaki hücrede kalan Üçüncü Yol davasının idamlıkları YAZGAN ve arkadaşları yatıyor. Nedendir bilmem, onları görebilmek umuduyla kendimi koğuş giriş kapısının mazgallarında buldum. Sayımların alındığı meydanda gardiyanlarda yoktu. Seslendim. Selamlaştık ışıldayan gözlerle. Erinçli bir kararlılık vardı Erdoğan’ın gözlerinde. Elimi kaldırarak eyvallahla ayrıldım kapının önünden. Ruhumda anlamlandıramadığım bir sıkıntı vardı. Yürüyüş eksersizleri babında koğuş ranzalarının koridorlarında turluyorum. Başım önümde. “Amcam gel bir sigaramızı, potpurimizi iç, laflayalım” diyor biri. Onlara bir ziyaret borcum var. Var da siyasallı Yörük’ün ikide bir kurduğu ‘efeli’, ‘efem’li cümlelerini çekecek halim hiç yok. “Başka zaman, başka zaman gelicim”le geçiştiriyorum. Dışarda yazdan kalma güneşli bir hava var. Koğuşun yüksek tavanına yakın bir hizada sıralanmış küçük pencerelerine vuran aydınlıktan belli. Beynimin sarkacı bir o yana bir bu yana sallanıyor, şeylerin biri geliyor biri gidiyor. Bunlar da ne? Bir eğilim, bir istek mi, yoksa bir saplantı mı?

Koğuş camlarına vuran aydınlığın verdiği duygu, beni Bursa’dan buraya sevk yolculuğuna götürüyor. İki saatlik yolculuk. Bir yanda korkularım, bir yanda pırıl, pırıl yemyeşil doğayı seyredebiliyor olmak. Yalova’dan sonra yolun sağ tarafında ekili meyve ağaçları ve karşı dağların yemyeşil yamaçları. Boynum hep hafifçe sağa dönük, bahçelere, tarlalara, dağ yamaçlarına, eteklerine bakıyorum. Sevk timinin bir insan azmanı olan angutu Erzurum şivesiyle “seni şu tarlalara bıraksak kaçarsın demi lan” diyor. Tim sorumlusuna “Albayım, bunu bırakalım şunu önümüzdeki ıssız bahçeye” diyor. Geri zekâlı benim tim sorumlusunu tanıdığımı bilmiyor. İki yıl önce sorgusundan geçmiştim gözlerim bağlı. Beyaz Reno’ya bindirdiklerinde sesinden tanıdım onu.  Ancak ‘Ayı’nın söyledikleri yabana atılacak şey değildi. Yaşadıklarımdan biliyordum, bu tür araçla yapılan sevkler biri şoför olmak üzere dört kişilik bir ekiple yapılır. Tim sorumlusu ön sağ koltukta, diğer ikisi arka koltuğun sağında solunda oturur. Aralarına tutukluyu alırlar. Beni Beyaz Renonun arka sağ koltuğuna oturttular. Yalova’dan sonra bileklerimdeki kelepçenin bir yanını da sökmüşlerdi. Ayının bu sözleriyle birden aydım. Arabanın kapısını aniden açıp birazcık ittiriverseler anında param parça olur, bulurdum Mevla’yı. Tedirgin oldum. Bunu fark eden Tim sorumlusu adımı söyleyerek sigara uzattı. Almadım. “Albayım senin cigaranı beğenmedi beyefendi, ben vereyim, benimkini içsin pis komünist” diyerek dudaklarıma malboroyu sıkıştırıp yaktı. Eh dedim kaderde varsa hareket halindeki bir arabanın kapısından atılarak ölmek hoş geldi sefa geldi. Deriiiiiin bir nefes çekip sakince savurdum malboronun dumanını. “Keyiflendin heee” dedi azman. Bozdu keyfimi. “Hep keyif olmaz biraz da acı lazım”la yanında oturan arkadaşının boynu üzerinden kaptı sol kulak kepçemin kıkırdaklarını, çatır çatır kırıyor. “Lan kim kırdı senin kulaklarını? Albayım bunun kulaklarını kırmışlar, kırmışlar ya” diyor. İnanılmaz bir acı hissediyorum, beynimi zonklatıyor kulak kepçemin kırılan sinir uçları. Birden önde oturan “Albay”, “Bırak lan adamın kulaklarını. Bizden çıktı, bundan sonra her şey mahkemelere ait.” Şoföre döndü “Karamürsel’den çıkınca ilk benzinlikte durup çay içelim” dedi. Biraz rahatlar gibi oldum. Gevşememek de lazımdı. Tüm bu laflar “iyi polis, kötü polis” oyunu olabilirdi.

Nöbetçi sorgu hâkimine çıkardıklarında doksan gündür emniyette sorguda olduğumu, son derece ağır işkenceler gördüğümü, bunun izlerini bünyemde ve organlarımda belirgin olarak taşıdığımı belirtmeme rağmen kontrol için adli tıp doktoruna çıkarmadılar. Sorgulardaki o meşhur oturtma metodu diz yan bağlarımı tarumar etmişti. Yürümekte bile zorluk çekiyordum. Ayının “seni şu bahçeler bıraksak kaçarsın di mi lan” sözleri beynimi kurcalasa da anlamı yoktu. Tarumar olmuş diz bağlarım bana koşarak iki adım bile attırmazdı. İş olacağına varır ya deyip bir çekişte dibini getirdim sigaranın.

Karamürsel sınırından çıktık. Yolun sağında biraz uzakta bir benzinlik görünüyor. “Benzinlikte duralım” dedi öndeki “Albay”. Çay içtik arabanın içinde. Ayıyla diğeri hacet gidermeye gittiler. Arabanın arka sol kapısında şoför vaziyet aldı. “Albay” benim oturduğum yere “sen ortaya kay, burada ben oturayım” diyerek geldi yanıma oturdu. Bana dönerek “onda vicdan biraz kıttır” diye söylendi. Hacet gidermekten dönen azmana “sen önde otur” dedi. Şimdilik kurtulmuştum tacizden. Gölcük sınırlarına girdik bir müddet sonra. Üç askeri cezaevi vardı Gölcük’te, hangisine gidiyorduk acaba? Şehir içindeki bir caddeden sola döndü araç. Kapısında pirinç harflerle DONANMA KOMUTANLIĞI yazan nizamiye kapısında durduk. Azman elindeki evraklarla indi. Bir müddet sonra yol verdiler. Bir cennet bahçesindeydik sanki. Yemyeşil bir flora, iyi tımar edilmiş birbirinden farklı ağaçlar, çimlik alanlar, kimi yerlerde oturma bankları, harika bir peyzaj. Tertemiz parke taşlı yollar, çeşitli alanlara dağıtılmış iyi boyanmış binalar. Bir an kendimi iyi düzenlenmiş bir parkta gibi hissetim. Ne yazık ki bu park gezintisi çok kısa sürdü. Gri boyalı ceza evinin kapısındaydık. Timin tesliminden sonra beni cezaevi komutanı bahriyeli yüzbaşının karşısına çıkardılar. “Sen kimsin, necisin de bu kadar sorguda kaldın, mesleğin ne senin” diye sordu Yüzbaşı. Sağımda esas duruşta duran astsubaya ve çavuşa kaçamak bir bakış atarak, “Ben eğitimciyim” dedim. Gürledi birden “Devrimci eğitimcisi misin? Burada karşıma gelenlerden uzun sorguda kalanlara hep aynı şeyi soruyorum da, çoğu ‘profesyonel devrimciyim’ diyor. Sen o profesyonelleri de eğiten eğitimcisi misin? Bana onu söyle” Kalktı yerinden bana doğru bir adım attı. Ucuz kahramanlığın yeri değil oğlum dedim kendi kendime. “Ben öğretmenim” dedim.  Sakinleşti Yüzbaşı. Üç çay getirtti çavuşa. Yerine oturdu. Bana da masasının önündeki koltuklardan birini göstererek, “buyur Hocam” dedi. Tereddütsüz oturdum. Birkaç soru daha sordu bu arada, çayları da içtik. Koğuşların hangisinde boş yer var diye sordu astsubaya. Bana döndü “Bana bak Hoca” dedi “burada  ....sal soyadlı bir çocuk var, var mı onunla bir yakınlığın?” “Var. Kardeşim olur” dedim. Duraladı, “bunu soldaki koğuşa verin” dedi. Oturduğum yerden kalkmakta çok zorlanıyordum. Hala öyleyim ya, serde yiğitliğe bok sürmek olmaz, telef olmuş diz bağlarıma kuvvet, ani bir hareketle ayaklandım. Çavuş kapıyı açtı, dışarı çıkarken zaruri eşyalarımın bulunduğu çantamın askısını sol omuzuma attım. Koltuk altıma yakın kaburgalarım hala iyileşmemiş, derin nefes alırken adeta ciğerime batıyordu. Cezaevlerine ilk girişlerde kaba dayak bir gelenek olmuştu. Korumaya almak lazımdı sol yanımı. Sol omzumda çantam sağ kolumda çavuşun elleri karşıdaki bir odaya girdik. İçerde dört er gardiyan, karşıda bir masa; yürümekte güçlük çektiğimden çok yavaştım. Karadeniz şivesiyle konuşan bir asker “ulen vatan haini komünist, hızlı yürüsene lan” nidalarıyla sağ kürek kemiğimin altına kallavi bir yumruk indirdi. Canım dermanım ne kadardı ki yığıldım iki büklüm beton zemine. Kafamı korumak için ellerimin arasına alırken dizlerimi demek ki fazla çekmişim karın bölgeme. Burnum ne kadar uzunmuş meğer, dizlerimle çok sert biçimde tokuştu. Kan gölü oldu zemin. Korktu askerler. Çavuş bana yumruk atan askeri “çık dışarda bekle” diye payladı. Gürültüyü duyan astsubay da girdi odaya, askerlerden biri sıhhiyeciymiş, tamponla durdurdular kanı. Bir yanımda çavuş bir yanımda astsubay koğuşun yolunu tuttuk. Koğuş kapısının önünde bizimkiler, en önlerinde ortanca kardeşim. Biz yaklaştıkça onlar çekildiler kapı önünden. Girdik içeriye. Zafiyet olarak algılanır diye kimseyle kucaklaşmadım. Oysa daha on beşinde olan kardeşimle kucaklaşmayı, onu sarıp sarmalamayı ne kadar çok isterdim. Ruhumda ve dağarcığımdaki kelimeler bunu betimlemeye yetmezdi.

İşte koğuş ranzalarının arasında turlarken bunları konuşuyordum iç sesimle. Bu dalgın turlamamdan beni kurtarmak için “Efem gel iki laflayalım” davetinde bulunan siyasallı Yörük’le bunları konuşsam. ... Yolu’nun şefi buraya kadar iyi direnmiş, bunu biliyoruz da bundan sonrası ıhhh işte, derdi herhalde. Günahını almayalım belki de demezdi. Belki de çok ince bir ruha sahipti. Kendine bile itiraf edemediği çok ince bir ruha...

Yere bakan gözlerimi kaldırdığımda TKP merkez komitesi üyesinin ranzasının başında olduğumu fark ettim. “Gel, gel bende aynı dertten mustaribim, çok yürüdün biraz dinlen” diyerek koluma girdi. Oturduk ranzasına soluklandım bir sigara içimi. Ne konuşacaktık ki? Şu zamanki sendikal değiştirme çatışmalarında bizimkilere saldır emrini sen mi verdin diyemezdim. Ya da o saldırı vakıasında dayak yiyenler arsında ben de vardım. Başıma aldığım bir çomak darbesi ölümüme neden oluyordu. Ölseydim bu ranzada bu cigarayı tüttürüyor olamayacaktık deseydim ne olurdu ki. Hiçbir şey. Adam yalnızdı. Pek kimseyle konuştuğu görülmüyordu. Yalnızlık paylaşılmazdı, mahpuslukta yalnızlık herhalde çıldırtır adamı. “Eh bu gün havalandırmaya çıkmaya hazırlamıştım kendimi ama sabah havalandırmasına çıkarmadılar koğuşu. Biraz dinleneyim, belki akşamüzeri olur havalandırma. Haydi eyvallah” deyip ayaklandım, gidip ranzama uzandım.

Sekiz on kişi doktorun başına toplanmış oynadıkları satrancı seyrediyor. İyi  satrancı doktor. Bir kaç kere ben de oynadım da iki dakikada defterimi dürdü. Dimağ kararırsa ruh pörsür, diri tutmak lazım beyni. Bu hobisi geliştiriyor hem onu hem arkadaşları. Yüreklendiriyorum onları sıkça. Seyirciler, amca doktor yine şaha kalktı gel seyret falan da demediler. Hatta selam bile vermediler. Canım sıkıldı biraz. Biraz değil bayağı sıkıldı. Kıçımın üzerinde biraz doğrulup bir yastık koydum sırtımın altına, oralı değilmiş gibi yapıyorum ama kaçamak bakışlarım seyircilerin üzerinde. Döktaş işçilerinden biriyle göz göze geldik. Kaçırdı gözlerini eğdi önüne. Bu durum hayra alamet değildi. Kalkıp yanlarına otursam mı? Belki keyifleri kaçardı. Döktaşlının gözlerinde bir sitem vardı sanki. Gönlünü almalı. Bir an tekrar göz göze geldiğimizde gülümseyerek kaş göz mimikleriyle ne var, ne yok işareti yaptım. Rahat değildi. Yok, bir şey der gibi salladı işaretimi. Bırak engine demek olmaz, “Gel” dedim “laflayalım biraz” Geldi. Ne konuşacağız? Konuşmak istemiyor gibiydi. Hepimiz bir konuda konuşmak isteyip de nerden başlayacağımızı bilemediğimiz anlarda çareyi ısınma hareketlerinde ararız. Döktaşlı da bu yoktu. Hiçbir zaman da olmamıştı. Zaten diplomasiden, miplomisiden hiç anlamaz, anlasa bile bu yöntemleri hiç kullanmazdı. İnandığı veya söyleyeceği şeyi şak diye söyler, hatta yapıştırıverirdi adamın suratına. Bu huyunu çok da severdim. Durdu, durdu birden “Adama onur bahşettin, bu bir ‘şef’ dayanışması mı?” dedi. Afalladım. Devam etti: “Geçen gün adam geçmiş olsuna geldi ceketinin önünü ilikleyerek, geçmiş olsun hoca, dedi sana, seninle gururlandık. Ama sen bizim onurumuzu ona bahşettin. Ona bu onuru kendi arkadaşları bile vermiyor. Bak dün havalandırmada tersanecilerden biriyle voltalarken, ya sizin şef pek yalnız dedim, eliyle ne olacaktı der gibi bir hareket yapıp, bizim şef emniyet sorgusunda kendi el yazısıyla yazdı Parti’nin tarihini. Kim olursa olsun ben olmam yanında, dedi.” Ona ne cevap vereceğimi bilemedim. “Ya ne yapaydım, adam geçmiş olsuna geldi, yoruldun gel bir sigara iç dedi. Ne yapsaydım?” Ben centilmen bir adamım; nezaket, nezaket kuralları diye bir şey var desem ikna olmazdı. Zeki adam Döktaşlı kafasını kaşıyor. Ben de attım elimi kafama. Ellerim kafamda o çomağın bıraktığı yara izinde kaldı. Ona doğru eğerek kafamı, “Bak onların adamlarının kafamda bıraktıkları iz.” “Eeee, ben bakmıştım sana o zaman hanımın yaptığı çorbaları içirerek bir hafta kadar.”“Eksik olma ödeyemem senin hakkını.” Eksik olmalarla kapatmak istedim mevzuu, ama dolmamıştı boşluk. Yutkundum biraz düşündüm “yara tende olur, beden onarır, önce kabuklanır, sonra kurur, ömürle baki kalır izi. Unutmaz sık sık kaşırsak esir alır bizi; burada tutsağız, soluyoruz iki yüz metre karede bir birimizin nefesini, birlik olmak, bir olmak, diri olmak lazım değil mi?” dedim. Hem fikirdik. Yarı sıkılmış yumruklarımızı hafifçe tokuşturarak sağladık sulhu. Rahatlamıştım. Gözlerine baktığımda zafer kazanmış bir komutanın edası vardı Döktaşlıda. Işıldıyordu göz bebekleri. İstersen bir satranç da biz oynayalım diyordum ki, kapı altı nöbetçisinin sesi susturdu her sesi. “Yeni gelenler var, bir on kişi kadar.” Oralı olmadım. Biraz aradan sonra kardeşim geldi yanıma. Benzi sapsarıydı. “Gelen çocuklardan biri zangır, zangır titriyor, çok kötü durumda çok”  deyip ilişti ranzamın kıyısına. Bitikti. Bizim doktor bakar herhalde deyip geçiştirmek istedim. “O yanında bakıyor zaten” dedi. “Bulunur bir çaresi, birkaç gün sonra iyileşir” diye mırıldandım. “Yok değil öyle değil, çok kötü durumda çocuk” dedi. Sinirlendim biraz. “Şimdi onun aradığı tek şey başına toplanan kalabalıktan kurtulmak, kendi yalnızlığında kendi kozasını örmektir. Rahat bırakın adamı, o kendi deryasından çıkacaktır kendi adasına a çocuğum” dedim. Bana döndü, ne dese iyidir. “Farkında mısın, suyu kuruyor vicdanının, duygularını, vicdanını kaybedersen mantığını da kaybedeceğin zaman yakındır. Biraz sula onu sula”. Vurulmuşa döndüm. On beş on altısında bir çocuk boyundan büyük laflar ediyordu. Aslında sevinmem lazımdı. Güçlü bir itiraz duruşuydu gösterdiği. “Aferin” dedim hafifçe başını okşayarak. “Metanetli olmak lazım, bulunur bir çaresi. Sen o çocuğun durumunu çok merak ediyorsan bizim doktorla konuş. Seni doyuracak bilgi onda bende değil” dedim. Hadi oradan be der gibi, ateş gibi bakıyordu gözleri. Kızgındı. Kontrol edilebilen kızgınlık, hatta hiddet iyidir. Çelikleştirir ruhu gibi bir şeyler mırıldandım içimden

Akşam havalandırmasına da çıkarmadılar. Bugünü de böyle geçirdik. Akşam sayımından sonra yeni gelen tutuklulara geçmiş olsuna gittim. Gerçekten son derece ciddi ruhsal travma yaşıyordu genç çocuk. Kardeşimle aynı yaşlardaydı. Kardeşimin başına böyle bir şey gelseydi ne yapardım? Kendimi suçlamaktan geri duyabilir miydim? Kişisel olarak karşı olmama rağmen darbe sonrası MK’nın kararlarını içeri sokabilmede örgüt tarafından başlangıçta kendisi de bilmeden daha sonrasında da bilerek ve isteyerek kaç defa yaptığı kuryelikten sorgulanıp tutuklanmıştı. O daha bir çocuktu. Ya böyle bir ruh çöküntüsü yaşasaydı. “Suyu kuruyor vicdanın” dememiş miydi daha demin. Gerçekten vicdanımın suyu kuruyor muydu? Kendimi nasıl sorgular ve yargılardım “olmayan” vicdanımda? Gerçekten psiko- travma bu zamana kadar üzerinde hiç düşünmediğim ve bilmediğim bir literatürdü. Bu vakıa ve düşünce beni bayağı meraklandırdı. Soluğu Doktor’un ranzasında aldım. Doktor yatağın üzerine koyduğu satranç tablasında yeni bir oyun problemi kurguluyordu. “Doktor, benim de çözemediğim bir problemim var. Sen şu satranç problemini bırak da benimkine bir kulak ver. Benim problemim zekâsal değil tıbbi” dedim. Avuçlarıyla sıyırdı kartonun üzerinden taşları. “Hayırdır Amca, iyi görünüyorsun, ne problemi, neyin var?” “Nedir bu çocuğun tıbbi durumu, teşhisin ne? Ne yapmak lazım? Nedir bu ruhsal travma? Bana bilimsel açıdan ama anlayacağım bir lisan-ı münasiple anlat, ben de bilgileneyim biraz” dedim. Başladı anlatmaya: “Disosiyatif, depersonalizasyon” hiddetlendim biraz. “Yahu ben ne anlarım bu disosiyatif, depersonalizasyon… kelimelerinden, benim anlayacağım dilden basitçe anlat.” Doktorun anlattıklarından anladığım: Çocukta görülen titremeler herkes için travmatik olacak büyük bir duygusal stresten sonra başlayan ruhsal bir durummuş. Kişi gerçek bir ölüm, ölüm tehdidi, ağır bir yaralanma veya kendisinin ya da başkalarının fiziki bütünlüğüne tehdit olayını yaşamış,  karşılaşmış, ya da tanıklık etmişse, bunlara aşırı korku, çaresizlik ya da dehşete düşmeyle tepki verirmiş. Bunları tekrar, tekrar sıkıntı verici tarzda anımsayabilir; sık sık olayın sıkıntılı düşlerini görebilir; sanki yeniden oluyormuş gibi davranır ya da hisseder, travmatik olayı çağrıştıran iç ya da dış olaylarla karşılaşmaktan yoğun sıkıntı duyarmış. Travmayla ilgili duygu ve konuşmalardan kaçmaya, ilintili kişiler, etkinlik ve yerlerden uzak durmaya çabalar; travmanın önemli bir yönünü anımsayamaz, eskiden önemsediği etkinliklere karşı ilgisi ve katılımı azalır; insanlardan uzaklaşma, yabancılaşma olur, sevememe,  bir geleceği olmadığı, kalmadığı, duygusuna kapılabilirmiş. Bunlardan başka uykuya dalma ve uykuyu sürdürmede güçlük, öfke patlamaları, yoğunlaşmada zorluk, huzursuzluk ve aşırı irkilme gibi tepkileri verirmiş. “Problem büyük gözüküyor, ne yapılabilir bu şartlar altında?” diye sordum. Tıbbi müdahale yapılması şartmış. Sonrası ilaç tedavisiyle birlikte terapiye de girmesi gerekirmiş. “Eğer hastanede yatırmazlarsa ben düzenli olarak ilgileneceğim onunla, umarım çözeriz problemi. Bu tür hastalıklar olaydan ortalama bir ay içinde çıkar 2 ila 4 hafta sürer. Daha uzun süre devam eden olgular ciddi problemdir. Bunların %30’u iyileşir. % 40’ında kalıcı hasarlar bırakır, hafif belirtilerle sürer. %10’nunda kalıcılaşır veya daha kötüleşir. Bir ay içinde çocuğun durumu netleşir. Çözüm terapi; ruhumuzda oluşan boşluğu kalıcı ve iddialı bir şeylerle doldurmak en iyi sonuçları verir. Ben de yaşıyorum aynı şeyleri; boşluğumu satranç oyunları kurup Cumhuriyet Gazetesi’ne gönderdiklerimin yayınlanmasıyla çözmeye, sağaltmaya çalışıyorum. Ben de yenildim sorguda, seni söylemedim ama polisin hakkımda bildiklerini ve arkadaşların benim için verdikleri ifadeleri kabul ettim, attım imzayı. İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır. Burada mesleki bir eğitimdeyim adeta, birçok insanla konuşuyorum, gözlem yapıyorum. Zulüm varsa ona karşı durmak, direnmek meşrudur. Bak etrafımıza en ufak bir yaptırımda burnundan soluyan, yerinde duramayanlara; mecazi anlamda ‘çözülenler’ onlardır. İçlerinde yaşadıkları ruhsal travmatik boşluğu hemen karşı tepkiyle doldurmaya çalışırlar. Akılla, hedefsel bir planla tavır geliştirmek yerine içgüdüsel tepkileriyle hareket ederler. Bunun zararlarını hem kendileri hem de başkaları çeker. Bu çocuk geldikten sonra boğa solumaları artı koğuşta. Sabah ola hayrola.” Duramadım. “Ben de yaşıyor muyum bu travmatik durumu doktor” dedim. “Bilmiyorum, gözlemlemedim, konuşmamız lazım, testten geçmen lazım. Ondan sonra söylerim durumu” dedi.

Evet, ben de yaşıyor muydum bu travmaları? Belki. Belki de herkes gibi evetti cevap. Birkaç günümü doktorun tıp kitaplarından bu ve benzeri sorunlar üzerine okumakla ve kendimi sorgulamakla, kendimle didişip hesaplaşmakla geçirdim. İşkence altında ölüm bazen çekilen acının zirve yaptığı anlarda çok sevimli gelir insana. Ya da bana öyle geliyordu. İşkenceden geçenler bilir, acının tap yaptığı o anda inanç için ölüme sevdanın yerini yaşama dair olanlar alırsa cellat galip gelir siz yenilirsiniz. O anlardaki ölüme sevda insanca yaşama dair tüm umutların yitirilmesindendir. Yenilmemişseniz insanın özü olur umut, enginleri fethedersiniz. İnsanoğlu umudu geçmişten alır, geleceğe akıtır. O anları yaşamayanlar bilmez, bilemez, hatta hissedemez. Bir et ve kemik yığını olarak bir odada ayıldığınızda cellatların her anınızı kuşatan tüm çerçeveleri anlamsızlaşır. İşte o an acı, hüzün teselli yerini neşeye bırakır. Yaşamla temas başladığında kendinize onur ve gurur bahşedersiniz. Özü olur umut yaşamın, yarınların. En güzel gülümsemenizi işte o zaman verirsiniz fotoğrafınızı çekenlere, avazınız çıktığı kadar bağırırsınız insanoğlu umutsuzluktan umut yaratandırrrrrrrrrrrrrrrr diye. Üç beş saat önce ölüme sevdalanan ruh umut olur yaşama, göverip serpilir. Düşmana inat bir gün daha yaşıyoruz ya deyip mutluluktan uçarsınız. Söner, diner bütün acılar. Şimdi daha iyi anlıyorum ağır ve yoğun işkencelerden sonra niye dingin ve sakin bir dönem geçirmek isteğimin nedenlerini. Şimdi bu ruh halime ilişkin düşüncelerimi bizim doktorla konuşsam kim bilir tıbben ne semptomlar bulur. Ya da siyasallı “efe” ile konuşsam bu vatandaş buraya kadar iyi direnmiş ama bundan sonrası mafiş efeeem, mafiş der. Der de acaba İngiliz mapusanelerinde Bobby Sands ve arkadaşlarının, battaniye adamların direnişlerinden haberleri; en ufak bir yaptırımda burnundan soluyan cengâverlerin; Türkiye yöneticilerinin kopyacılıkları üzerinden beyin kıvrımlarında geliştirdikleri her hangi bir öngörüleri var mı?  Omuzu kalabalıkların bir şafak vakti ceza evlerinde bu saatten sonra bu düzen geçerlidir dediklerinde neler yapmalıyız sorularına ne cevap veriyorlar. Ne derlerse desinler burası Gölcük. Bir Mamak, Metris, bir Diyarbakır değil. Sistemli bir zulüm olmadıkça kimseye söyleyemesem de mümkün olabildiği kadar dingin ve sakin günler geçirmek istiyorum.

Geldiğimden beri de sakin günler geçiriyoruz. Necip’i doktora götürdüler bir torba ilaçla döndü. Her geçen gün fark ediliyor normale dönmesi. Bizim doktorla da dost oldular. Arada sırada gülümseyen gözlerle selamlaşıyor, hatta bazen havalandırmalarda beraber voltalıyoruz. Bana “amca” diye hitap ediyor.” Eliyle şakağını göstererek “Amca, kafamı tam buradan demirlere vursam ölür müyüm? Ölmek istiyorum da” “Sakın ha sakın Necip, daha uğruna yaşanacako kadar çok şey var ki, koca bir ömür bu. Hem kısacık, hem de çok uzun. Hayatta hemen hemen hiçbir değer, karşılık olarak canımızı vererek kazanılmaya değmez. Asıl olan hayattır, yaşamdır. Çıkar o melun düşünceyi kafandan at, al ayaklarının altına çiğne, asıl onu öldür. Tamam mı Necip? Yaşanacak daha ne hayatlar, hayatlar var. Necip, Necip, Necip… “ Yerimde duramıyordum, bu sözler çıldırtmıştı beni. İlk defa korku dağlarımı deldi. Soluğu doktorun yanında aldım. “Hastalık kronikleşiyor, tehlike… İntihar düşüncesi büyük tehlike” dedi. Necip kim? Cuntacıların işkencehanelerden geçirip mahpus damlarına doldurdukları binlerce çocuktan biri. Anasının üçüncü çocuğu, babası fabrikada işçi, kendisi on altı-on yedisinde liseli. Devrimci. Yaptıkları yaşından belli. Faşistler katledince sokak ortasında öğretmenini, katılmış boykota. Kapitalizm, Emperyalizm, Vatanseverlik, Bağımsızlık, Sömürü, Emek, Ekmek, Özgürlük, Faşizm, Sınıf, Sınıf mücadelesi, Kurtuluş, Sosyalizm, Devrim. Mahir, Hüseyin,  Ulaş, Deniz, Yusuf, İbrahim; bir de serde damarlarda dolaşan deli kan, biraz da merak; koymuş başucuna birkaç kitap, okuduklarının altlarını bazen çizmiş damar, damar. Arkadaşlarıyla bir derneğin seminerlerinde birbirleriyle birleştirmişler düşüncelerini, birlikte güç olduklarına inanmışlar, bir de bunları duvarlara nakşedip kendilerine güç addetmişler. Bir günün tan vaktinde uykularından uyandırılıp götürüldükleri emniyetin dehlizlerinde çüklerine bağlanınca elektrik telleri, tüketmişler hayalleri. Bir çocuk işte. Necip bir çocuk. Anasının on yedisinde üçüncü çocuğu.

Bir çığlıkla fırladık gece yarısı bütün koğuş yataklarımızdan, yöneldi tüm gözler ne yaptın, ne yaptın Necip, Necip nidalarıyla ranzasına. Sağ şakağını vurmuş ranzanın demir direklerine. Devrimden sonra devlet organlarını yönetecek yüz kişi sahip çıkamadı bir Necip’e. Sağ şakağından, burnundan fışkıran kanla bulanmıştı çehresi. Ceset torbasıyla çıkardılar gülümseyen o güzel bedeni.

Kulaklarım zonk, zonk çınlıyor, beynim milyonlarca ton bomba ha patladı ha patlayacak. Dayanılmaz acılar içindeyim. Hayııııııııııııııııır!!!Hayırrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrrr!!! İsyanlardayım. Necip adı gibi Necip bir çocuk… gitti ömrünün baharında. Dayanılmaz acılar içindeyim,  bi çareyim, naçarım, dalga, dalga ruhum paramparça. Kinim enginlerde coşkun akan çağlayanlar gibi çağlayıp Volga, Volga kaynıyor, bir boğanın mızrak darbelerinden aldığı yaraların azgınlığıyla ağzından burnundan fışkırıp ortalığa saçılan beyaz köpükler gibi patlıyor. Kusuyorum ağız burun dolusu bembeyaz. Ağzımdan burnumdan fışkıran beyaz köpüklerimle, hıncımla, hırsımla, kinimle, inancımla, bilincimle, korkularımla, cesaretimle isyanlardayım. Gitti adı gibi Necip bir çocuk, ömrünün baharında gitti. İsyanlardayım yalnızlığımda.

Kulaklarımda zonk, zonk çınlıyor, gitmiyor hiç o ses. “Şişmiş bir kurbağa fili ezmeye çalışıyor.” hııımhşişmiş bir kubağa.... Bu lafı eden zevat şimdi karşımda olsa; ruhunu teninden alır paramparça ederdim.

Doktor arkadaşlarına satranç öğretiyor. Piyonlar masanın üzerinde. Şah vezir, kale ile korumaya alınmış at hamlede. Düşmanın veziri esir düştü Şah ve Mat. Oyun bitti, piyonlar masada. “Şişmiş bir kurbağa fili ezmeye çalışıyor.” Bu lafı eden de elbet bir piyondu. O an görseydiniz cemalini, ürkek ve korkaktı, erguvana bürünmüş maymunlara benziyordu suratı. Sorgunun son günü “çözün hocanın göz bağını, o bizi tanıyor biz onu…” Çözüp oturttular zalımın karşısına, tutuşturdular elime bir kahve fincanı. Kırk yıl hatırı varmış acı kahvenin, çaresiz dinleyecektik zırıltılarını. Titrek bir sesle “Bitti misafirliğin buradaki son günün bu gece, sustun da sanma ki büyük zafer kazandın; her halükarda içeride geçecek en az on beş yirmi yılın. Siz komünistler öğrenemiyorsunuz hala. Şişmiş bir kurbağasınız devlet bir fil. Binlerceniz geçti kapımızdan, kiminiz daha batırmadan iğnemizi döktü eteklerine fikri servetlerini. Çok azınızda inançsal direnç gördük, çok şaşırtmadı bizi. Şimdi sen ne diyorsun doksan günde susmakla ezebildiğini zannediyorsun fili, ürkek korkak ve titrekti sesi.” “İnsan inancı ve ruhuyla yaşar” dedim yüksek sesle “yoktur başka serveti.” Hiddetle fırladı yerinden “biliyoruz sen iyi yöntem öğrenmişsin bayılttırmak istiyorsun yine kendini. Ama bil ki Fil bırakmayacak hiç peşini.” Avazı çıktığı kadar bağırıyordu “alın bunu atın hücresine elimde kalacak cesedi.” Korkuyordu, titrekti sesi. Şimdi karşımda olsaydı beşler çetesinin School of the Americas yetiştirmesi bu “cengâveri”. Gerçekten ne yapardım? Parçalar mıydım?  İntikam soğuk yenen bir yemek midir, yoksa ilkellik mi? Haykırıyor Necip...

Kutsamayın bedenim üzerinden ölümümü

Özgür olan, hür olan benim

Çıkarıp göğüs kafesimden yüreğimi

Attım “filin” ayaklarının altına

En cesaretlileriniz, cesurlarınız gelsin karşıma

Eyyy çürüyen uygarlığın bekçi köpekleri

Asla korkmayan özgür olan benim

On yedisindeyim henüz baharındayım hayatın

Rüyalarımda kaldı sevdam

Çok görülen aşkı bile hiç yaşamadan

Özü özgür, sözü özgür

Sevdalarda yaşayan sır benim

Çürüyen uygarlığın bekçi köpekleri, işkencecileri

Yumuşak yataklarınızdan fırlayarak uyandıran

Rüyalarınızdaki korku benim

Ateşten rüzgârım teninizi dağlayan

Karım, borayım, fırtınayım tayfunum, tufanım

Mavi gökyüzüyüm, karanlıkta ışığım

Şafakta tanyerini aydınlatan, kâinatı ısıtan güneşim

Göveren tohumum, serpilip gelişen fidanım

Ebruli menekşeyim, sarıçiğdemim, kardelenim

Anamın ağıtlarında gonca gül, babamın kır saçlarında

İlmek ilmek dokunmuş emeğim.

Özgür olan, hür olan benim

Çıkarıp göğüs kafesimden yüreğimi

Kendim attım işkenceci cellatların önüne

Cesur olan, özgür olan, asla korkmayan benim

Bıraktım umutlarımı işkencehanenin kapısında

Özüm umuttur diyemedim.

Kutsamayın bedenim üzerinden ölümümü

Tören de düzenlemeyin

Ama bilin ateşlerden doğmuş rüzgâr benim.

 

Doktor, savcı ve fotoğrafçının koğuşu terk etmelerinden sonra düzenlenen törenin sonunda, onun ruhundan bize seslenişini okudum akan gözyaşlarımla. Titrek ve boğuktu sesim. Pörsüdü ruhum, karardı dimağım, kör kuyunun zifiri karanlığında boğulmaktayım.

1982 / Gölcük

Sayın okur, Öykü deyin, Hatıra deyin, Anlatı deyin, ne derseniz deyin; 33 yıl önce ruhu ve dimağı diri tutmak için cezaevinde yazılan bu yazı 20 Kasım 2015 günü aramızdan ayrılan Mehmet YILDIZ’a atfolunur. Sevgili Mehmet, rüzgâr gibi geldin geçtin hayatımızdan, onurlu anılar kaldı. Rahat uyu.

H. Ünsal

21-12-2015
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210508
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.