Yırtık donun hikayesi

Güneşli günlerde nehir kenarında yüzen çocuklar birbirleriyle dalga geçip kahkahalarla gülerlerdi. Eğer egzozu bozuk bir araba geçmiyorsa kahkahalar ta şose yoldan duyulurdu. Başıboş yürüyen kalabalık bu martılar gibi çığlık çığlığa bağrışan çocuklara dönüp bakarlar ve güneşin gözlerini kamaştırmasıyla başlarını öne eğip rençber şapkalarını alın hizasına çekerek tarlalarına doğru yol alırlardı. Çokluk umurunda olmazdı bu göz atmalar derede yüzen, yahut kenarda güneşlenen veletlerin ve kumsal niyetine uzandıkları taşlıkta çocukluk aşklarının uçsuz bucaksız pembeliklerine dalardılar. Bu yarı mayhoş hayaller beyinlerini ve dolayısıyla çocukluk emellerini uyuşturup üstüne bir de güneş bu uyuşukluktan habersiz ortalığı fırın gibi kızdırdığında bağıra çağıra yeniden suya atlarlar, kendinden geçmişçesine yapılan el kol hareketleriyle, dereyi taşlığa doğru taşırırlardı. Taşlıkta başlayan dalga geçmeler, birbirine takılmalar, kahkahalar, derede de olanca hızıyla devam ederdi.  Hayallerinin aksine taşra çocuklarının eğlenceleri enikonu kısıtlıydı.

Çocukların birbirlerine takılma sebebi yüzme ve onun stilleriyle ilgili değildi. Evet, kesinlikle değildi. Çünkü hepsi yarım yamalak, birbirlerinden bakarak öğrendikleri, bütün stillerin birbirine karıştığı doğaçlama bir şekilde yüzerlerdi. Bu gülüşmelerin sebebi çok garibinize gidecek belki ama giydikleri donlardı. Yanlış duymadınız giydikleri o harikulade donlar. Ekseri çuvallardan annelerinin diktiği özel tasarım donlar ilk bakışta komik gözükmezdi kalınlıkları ve paça uzunlukları dışında. Ama suyla temas ettiklerinde donun ön katmanı arka katmanına yapışır, önünde veya arka tarafında çuvalın yazısı fosforlu tabelalar gibi parlardı: “Şeker fabrikası, vasati 40 kilo.” En fazla dalgaya maruz kalan don şeker fabrikasının çuvallarından dikilmiş olanıydı. Çünkü yazılar kırmızıydı ve suyla temasta en belirgin okunan yazılar ne yazık ki şeker fabrikası çuvallarınınkilerdi. Dinime küfreden bari Müslüman olsa düsturunca diğer donlar da onlardan pek farklı değildiler. Berikileri dalga geçmekten kurtaran yegâne sebep yazıların rengiydi. Gübre fabrikası çuvallarında yeşil, un fabrikası çuvallarında siyah boya vardı. Tabii ki kırmızının kışkırtıcılığı ve komikliğiyle kıyaslanamazdı bu renkler.

Nehirden çıkan çocuklar kıçlarını güneşe dönüp, annelerinin özene bezene diktiği donlarını kuruturlarken, manifaturadan alınmış hazır donları hayallerdiler. Önünde ve yahut arkasında yazı yazmayan donlar güzel olmalıydılar ve dahası bu çaput parçalarından daha ince daha yumuşak, tüm bu hususiyetlerinin bir neticesi olarak tartışmaya bile mahal bırakmaksızın kıçlarını güneşe döndüklerinde mutlaka daha kısa sürede kurumaktaydılar. Ha, bir de ıslandıklarında kıvrım yerlerine yapışmıyor olsalar gerek. Hiç birisi bilmiyordu hayallerindeki şeyin niteliğini. Ve belki de bir donu düşlemek hayal âleminin en maskara hissi olduğundan gizlilik ve ketumluk fukaralık kokan bu düşlerin üstünü kapatırdı her daim, kesif bir sis gibi.

İşte arkadaşlarının taktığı lakapla İlo da askere gidene kadar annesinin şeker fabrikası, bazen de kelepir gübre fabrikası çuvallarından tasarladığı harikulade donlardan giydi. Yaz sıcağında kasıkları sırılsıklam terlerken kışın ayazında çaputun soğukluğu tenine temas ettikçe üşüdü dondu ama yine de sebatla ve hatta inatla devam etti bu zoraki alışkanlığına. Bu inadın ve sebatın sebebi geleneğe bağlılık mıydı? Hayır, asla ve kata hayır.

Üniversitede okurken halı sahada oynadıkları futbol maçlarının bitiminde herkesin aksine, soyunma odalarının buhar kokulu, terden duvarları nemlenmiş kabinlerinde soyunup giyinirdi, fukaralıktan ötürü bir türlü alınmaya cesaret edilemeyen hazır donun yokluğunu arkadaşlarına göstermemek maksadıyla. Ve bir filmden hatırladığı “Hayat futbola fena halde benzer” repliğini mırıldanarak mağlup olduğu her maç sonrası rencide olmuş gençlik hevesiyle şöyle haykırırdı buhar kokulu boşluğa: “Şekersiz kalasın şeker fabrikası, bacandaki ateşle tutuşup yanasın, lanet olsun kurulduğun güne, lanet olsun pancarına, şekerine, çuvalına!” Mağlubiyeti bahane ederek ağlardı sonra!

Askere gitmeden önce İlo, güç bela biriktirdiği parayla, annesinin alınmasın ısrarlarına rağmen,  şehrin lüks bir mağazasından çamaşır aldı, bir dona bu kadar para verilir miydi suali fukaralık onurunu kemirirken.

Eve vardığında ilk işi aldığı çamaşırları denemek oldu. Bugünlerde ağızlara pelesenk edilen “ten uyumu” kavramını henüz bilmiyordu ama pamuk çamaşırların içini gıcıkladığını hissediyordu. Atletlere göz ucuyla baktı fakat giymedi. Poşetten hızla donları çıkarıp içlerinden birini denemeye koyuldu. Odanın kapısını kilitleyip şeker fabrikası imzalı donu bir çırpıda çıkardı ve kalın kumaşlı uzun paçalı bu vefakâr donu çıkarırken ta çocukluk günlerinden beri kabuk bağlamış yaralarının sızladığını hissetti. Fakat bu acı ve özlem dolu hisleri hiç umursamadan yeni aldığı pamuk donu alelacele geçirdi bacaklarına.

Daha aynada kendini seyretme imkânı bulmadan gördüğü manzara karşısında irkildi. Aman Allah’ım bu da neydi böyle, don düpedüz yırtıktı. Yırtık, ağ kısmının hemen üstünden başlıyor, donu çevreleyen uçkurun altında sonlanıyordu. Hemencecik çıkardı giydiği çamaşırı ve kıza söylene manifatura dükkânının yolunu tuttu. İçeri hışımla girip poşeti ahşap tezgâha fırlattı. Poşetteki donlar tezgâha alelade yayıldı ucuz pazar malı misali.

“Bu donlar yırtık” dedi kavgacı bir ses tonuyla. Mağaza sahibi şaşırarak tezgâha yayılmış donları eline aldı. Çok değerli bir mücevheri inceler edasında sağına soluna baktı çamaşırların. Sattığı maldan zerre şüphesi olmayan işinin erbabı bir esnaf izlenimi veren bütün bu uğraşa rağmen bahsi geçen yırtığı bulamayınca farkında olmadan la havle çekti ve “Neresi yırtık beyefendi?” dedi homurdanarak.

“Önündeki koca yırtığı görmüyor musun?” dedi İlo kendinden emin. Manifaturacı gülümsedi, “Bunların modeli böyle beyefendi” dedi, “İsterseniz diğerlerinden verebilirim, hem onlar daha ucuz.” O an İlo annesinin diktiği yeknesak donları hatırladı. Hani şu şeker fabrikası çuvalından tasarlanmış uzun paçalı ve uçkurla beli sımsıkı sarıp sarmalayan o harikulade donları. “Ama” dedi gerisini getiremedi, sustu. Tezgâhtaki poşeti bir çırpıda kaptığı gibi, palas pandıras sokağa attı kendini. Nehir kenarında yüzdüğü günler aklına geldi manifaturacının köşesinden hızla döndüğünde. Kıçını güneşe dönüp donunu kuruturken saatlerce hayallediği donlar bu yırtık donlar mıydı suali, “Alışmamış kıçta don durmaz” atasözünün fonetik açıdan komik fakat mesajı itibariyle trajik anlamıyla tıpkı bu hikâye gibi nihayete erdi.

Ahmet Cemal Çobandede

 

 

19-11-2015
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210511
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.