KALK, ALİ...

 

   Bir Ali vardı felç hastası, kumral saçlı, ince yüzlü. Tekerlek­li sandalyesiyle kalorifer dairesine gelir, şakalar yapar, teknis­yenleri eğlendirirdi. Bir ağbisi, bir ablası var, bakamamış, on sekiz ya­şına kadar yuvaya vermişler. Ağbisi hamal. Üstüne vinç düştü teknisyen Murat ağbi vardı, Mamak'tan, sokak aralarının devrimcisi, birlikte çay demler içerlerdi. Bu felç hastanesinden ne hastalar geldi geçti, ama, Ali başka bir ruh taşıyordu, tam bir isyankar! Doktorlara, ağbisine utanır söyleyemezdi, "benimki çalışmıyor, ne olacak, çalışacak mı?" diye, Murat ağbi moralini düzeltmek için dışarıyı gösterir: "Bu kadar kadını, kızı kim .ikecek oğlum, tabii çalışacak...".. Boynundan aşağı bir kalas asılı ya da ölü bir kurumuş orkinos. İkide bir mücrim, kötürüm, dermansız bacaklarına bakar, "alçak Tanrı!" diye iç geçirir. Sözü geçmez bedenine artık. Kaldıramadığı bu şey başına yıkılır. Beden sana itaat etmiyorsa, sen de dünyaya itibar etmeyi bırakırsın. Seni gördüğünde artık neşelenmeyen bir beden Devrik kral gibi, baş sen, ama ülke başkalarının. Ve sonra kendine demirden bir post edinip ayağa kalkacaksın, bir küçük adım, o küçük kıpırtı, yüreğin, dünyan olur. Bir sabır anıtı gibi yıllarca o küçük adım için yaşarsın.

 

Yatalak felç hastalarının koğuşuna baktığımda mezarından başını kaldırmış ölüler gibi... Ölümcül bir kasvet beyninizi ke­mirir! Altı ay, bir yıl, belki beş yıl sonra küçük bir an kendini şarkı söylerken yakalar, o şarkının peşinden başka tür bir mut­luluk arar. Beden dışarı çıktı, gitti, artık içeri başka bir şey gir­meli. Kederli bir melekti, Ali. Kuru hayallerini şakalarla can­landırır. Kaburgaları bir bahçe kovası gibi. Kolsuz, kanatsız, ayaksız! O pis ağır beden kokusunu da alıp gitti. O beden, şey­tanın malıydı zaten, ya da beden ruhumuzun üstüne koyduğu­muz tıka basa eşya dolu bir bavul...

 

Ali'nin gülümsemesi artık, gizlice ağlaması, dudaklarını tit­retmesi, her şey o kadar ağır anlamlar taşıyor ki, yüzündeki her bir değişiklik bizim için kaygı verici bir tehlike, çünkü Ali, her an kendini öldürebilir. Ali, ne konuşsa, insanın canına değiyor.

 

Felçliler hastanesinde çalışmaya beş yıl dayanabildim. Her gün yatağa çakılmış yüzlerce genç hastayı görmek moralimi alt üst ederdi. Kendimi toparlamam için iş bitimi bir ilkokul bah­çesine koşar, yürüyen, oynaşan küçük çocukların cıvıltılarını izlerdim. Kafama koymuştum, hayatımın bundan sonrasında ayaklarının varlığını bilmeden danseden, eğlenen insanların arasında olmalıydım. Akşam dört sularında nöbeti devralıyo­rum, sabahın altısı-yedisine kadar. İlk işim hastanenin kapıları­nı, pencerelerini kontrol etmek, mutfağına, atölyelerine ve aspi­ratörlerine bakmak. Açık bırakılmış, unutulmuş elektrik düğ­mesi, kapı, yanan bir şey var mı? Asansörlerine bakar, kalorifer odasına gider, servislerini şöyle bir gezer, lavabo, hela, ortalık­ta unutulan, ihmal edilen şeyleri kontrol ederdim.

 

Önce, kapıcı dayı elektrik ızgarasında çayı demliğe koyardı. Bir elektrik ocağı bulmak, çayı, şekeri tedarik etmek de sorun­du. İşte kapıcı dayı elektrik ızgarasının kopan tellerini tuttur­maya çalışıyor. Izgara ocağın telleri ikide bir kontak yapıyor bir türlü kaynamıyor. İn cin yok. Hastalar odalarına çekilmiş, nö­betçi doktor odasında Tv izliyor. Hemşireler servislerinde bü­yük bulmacaları çözüyor. Üç koridor öteden biri terliklerini sürüye sürüye helaya gitse, hela kapısının gıcırtısı hastaları ayağa kaldırır. Kapıcı dayıya "merhaba, selamünaleyküm" demeden, "çay hazır mı dayı?" derim. Kapıcı dayı, elinde kontrol kalemi dakikalarca ızgaranın kopan telini onarmakla meşgul. İkimiz de yere eğilir ızgaranın kopmuş telini çekip uzatarak kaynak yap­ması için uğraşırız. Sorun da burada, elektrik kablosu kopmuş ise, çekip, uzatıp, diğerlerine tutturuyorsun, ocak yanmaya baş­lıyor. Elektrik akımının gidebilmesi için kopmuş kabloya bağ­lanması kafi... İnsan sinirleri elektrik kablosuna hiç benzemi­yor, bir kere kopmuş ise bir daha beyinden gelen emri almıyor. Bilinen tüm tıp hastalıkları içinde dünyanın bütün bilim adamlarının tarih boyunca uğraştıran en ağır hastalık da işte bu... Omurilik kırılmaları ve zedelenmelerinde sinirler kesiliyor, ko­puyor ve elleriniz, ayaklarınız artık ağır ve hantal bir eşya gibi ortada kalıyor. Bir koltuğu, bir kamyon karasörünü, bir çelik dolabı kucaklayıp taşımak ne kadar zor ise, beyinle ilişkisi ke­silmiş bedeni bir daha kaldırıp taşımak mümkün değil!

 

Omurga kemiği içinde karmaşıkça birbirine bağlanmış sinir­ler koptuğunda, kemikler, kaslar, damarlar artık bir araba par­çası gibi hurda aletler olarak ortada kalır. Bu parçalar arasında yeniden irtibat kurmak mümkün mü? Kemiklere, ayaklara, kas­lara, beyinden emirler gitmediğinde, kendi başlarına bunu yap­maları mümkün mü? Kaslarla kemikler arasındaki sinir telcikleri olmadığına göre, şimdi, bu parçaları toplayıp, yeniden aya­ğa kalkan, yürüyen bir alet yapmak, tamamen teknik bir uğraş. Ayaklarımız artık bir dolap kapağıdır, mafsallarımız artık bir çekmece sürgüsünden farksızdır. Oysa beden sapasağlamdır. Sakatlanmamıştır, sorun bir küçük sinirin kopmasıdır. Doktor­lar bedeni tam bir makine gibi düşünüp, pistollar, yürütücü te­kerlekler, dik durması için çelik korseler tasarlayacak! Ancak tedavi bedene değil, insan ruhuna yapılacak. Çünkü, sakatlanan "ruh"tur. Ruh'un ayağa kalkma inancı tükendiğinde, asıl sakat­lık burada başlar. Yoksa, beyniniz bir ömür bu cansız, ölü bede­ni peşinden sürüklemek zorunda. Cansız beden içinde beyniniz

"soyut bir varlık". Bedenle beynin bu ayrılığı, öte dünyayla bu dünya gibidir! Biri öte dünyaya göçmüş, diğeri hâlâ  burada! Ötelere uçmuş kolları, ayakları, gövdeyi, kalçaları bu dünyada direnen beyinle taşımak sadece bilimin değil, inancın, felsefe­nin, hayatın en gizli en büyülü macerasıdır! Mesela, fizik-tedavi antrenmanlarına başlayan hasta, ilk günlerde düştüğünde, büyük bir psikolojik yara alır, güvenini kaybeder. Bir kere düş­müş olmasının telafisini yıllarca kapatamaz. "Başaramayaca­ğım" inancı beynine yerleştiğinde ömrünü artık yatağa çakılı bitirecektir! Bedenlerine hakim olamayıp sık sık düşseler de, beyinlerinin düşmemeleri gerekiyor. Beyin için de moral la­zım, aile lazım, yardımlaşma lazım, sevgi lazım, para lazım, gülmesi, eğlenmesi lazım, etrafına güçlük çıkartmadığına inan­ması lazım, başkalarını üzmediğine inanması lazım, yani bir tek değil, yüzlerce inancı olması lazım! Vücudunuzu insan eli ya­pımı demir korselerle ayağa kaldırırsınız belki, ama, uydurma bir sağlıkla beyninizi asla. Bu ülkeyi fethetmek için yeni tür bir bayrak gerek, insan gücünden ve iradesinden yapılı... Sağlığın ve sağlam olmanın değerini artık .ikine takmayacak ve hiç kim­senin bilmediği yeni bir şarkı... Bedensiz beynin kendi bestesi, o çürümüş bedeni alıp en yükseklere uçuracak, bir melek gibi gezdirecek bir şarkı.

 

İshak otuz yaşlarında, Samsun limanında hamallık yapıyor, kardeşi Ali 19 yaşında, liseyi yeni bitirmiş, cep harçlığı almak için limana gelmiş, üstüne vinçten kopan yirmi tonluk yük düş­müş. Hemen bir ambulans çağırıp hastaneye koşmuşlar. Sam­sun'da hastaneler almamış, basmışlar gaza Ankara'ya... Ankara sigorta hastanesi de almadı. Basmışlar Numune'ye, Numune de almadı... Ambulans İshak'ın cebinde para olmadığını anlayınca Numune'nin önünde bırakıp kaçmış. Numune'ye sırtını vermiş felçli hastanesi yüz metre mesafede.

 

Kapının önünde çayımızı içiyoruz. Sırtında büyükçe bir bat­taniye bohçası, ki, arkadan yere sürüyerek çekiyor. Kapının önüne getirdi ve iki dizi üstüne yıkılarak bıraktı. Kan-ter için­

de. "Selamünaleyküm".. Battaniye bohçasının düğümlerini aç­tı. Ali'yi ilk görüşüm. Bohçanın içinde ekmek hamuru gibi, bir sürü ayağı kolu var, ama hepsi birbirine dolaşmış gibi. İshak ağ­lar gibi: "Ağrıları durmuyor ağlıyor..."

 

Hastayı asla kabul edemeyiz, ama, hastayı ikna etmek için başhekime telefon ediyoruz, nöbetçi doktoru aşağı indirip has­tayla konuşturuyoruz.. İshak, arada bir battaniye içinde çığlık­larla bağıran kardeşine dönüp: "ne olur ağlama, almazlar bizi bak!".. Yalvardı, yakardı, ağladı, yapacak bir şey yok. Çaresizlik içinde İshak, battaniyenin başına çömeldi.. Çığlıklar atarak ağla­yan kardeşiyle birlikte iç çeke çeke ağlamaya koyuldu... Kapıcı Ahmet'in yüreği bu sahneye dayanamadı. İshak'ın yanına gitti: "Bak hemşerim, siz Keçeciler'e (Anap Milletvekili) gidin, mec­lise, bir hal çaresi bulur!"., dedi... İshak'a meclisin yolunu tarif etti, daha önce bir hastayı da Keçeciler'e gönderdiğini sonra hastaneye alındığına ikna etti.. İshak, yeniden battaniyeyi boh- çaladı, sırtına aldı, sürükleyerek hastane kapısından kaybol­du... Hastaneye kabul edilse bile, sıra alması gerekecek, burada en torpilli hastalar bile altı ay sıra bekliyor.

 

Hastalar yaraları iyileşmeden tedaviye alınmaz, yaralar da eskisi gibi hızla iyileşmez, tamamen ölmüş hücreler bir cesedinki gibi yeşillenir ve hasta günde birkaç defa sağa sola çevrilmezse, yaralar kurtlanır. Bu yüzden hastanın başında bir refa­katçi mutlaka bulundurulmalı. Daha hastaya sonda takılacak, yani, naylon bir boruyla idrar torbası bir naylon torbaya bağla­nacak, gündelik lavmanı yapılıp bağırsaklarına solüsyon bırakı­larak artık eskisi gibi çalışmayan kasların suni görevleri öğreti­lecek. Tedavinin nihai amacı da, hastanın kendi ihtiyaçlarını kendisinin görebileceği bir düzeneği hastaya ve kaslarına öğretebilmesi. En iyimser tahminle üç-dört yılını alır, hasta sahibi aileler maddi ve manevi olarak tam bir çöküntüye girer. Ve o mutlu tedavi anı geldiğinde, kaburgalarına ve bacaklarına çelik korseler takılır, hastanın değneklere dayanarak dik durması sağlanır, altı ay, bir yıl, iki yıl, bir küçük adım atması, vücudunu, kimseye muhtaç olmadan kolları yardımıyla kaldırması beklenir!

 

Omurga kırıklıkları dünya tıbbı için çözümsüz, umutsuz va­kadır, tıbbın en yavaş ilerlediği hatta hiç yol almadığı bir alan, bütün bilimsel marifetler burada çok sınırlı, diyelim, kertenke­lenin kesilen kuyruğu vücuttan koptuktan sonra bir müddet oy­nar, işte beyinle hiçbir ilişkisi kalmamış kesilmiş sinirlerin be­yinden emir almadan kendi başına kaslar yardımıyla kıpırdayabilmesi için bu sinirleri manyetik ya da elektrik sinyalleri ve­rerek güçlendirmek bu hastalar için yapılabilecek tek şeydir!

Ancak, zedelenmelerde bir mucize umudu hep vardır, bir yün ipliği düşünün, ipliği yavaşça kopartın, ipliğin gözle görül­meyecek bir teli belirli belirsiz tutunur gibidir, sanki bir teması vardır. Bu küçücük temasın olup olmadığını, tedaviye başlayan hastanın ayak parmağında bir milimetrelik kıpırdayışı, müjde­lerin müjdesi, onun bir gün ayağa kalkacağının işaretidir.

 

Ali'nin tedaviye başlaması yıllar sürdü, ama birgün o gün geldi. Ayak ölçüleri alınıp çelik korseler takılıp tedaviye başla­dığı o günkü sevincini, muazzam enerjisini unutmuyorum, san­ki ertesi gün yürüyecekmiş gibi neşeliydi. Bıraksalar değil yü­rümek, pencereden uçup gidecek, çatılardan çatılara atlayarak gezecek gibi. Oysa bedenin ayağa kalkması, mümkün değil. Çe­lik korseleri, değnekleri, bir takım kas geliştirici jimnastik alet­leri görünce, kafasında "bu iş tamam" dedi. Nasıl boşuna bir gayret, düşüyor, sürüm sürüm sürünüyor, inancını kaybetmi­yor. Zamanla hırçın huylar edindi. Bir yerde düşmüşse bir da­ha o yere uğramıyor, başka köşede yürümek istiyor. Düştüğün­de göz ucuyla etrafı kolaçan ediyor, onu düşerken kim görmüş­se, ertesi gün, onların yanında yürümeye çalışarak kendini gös­teriyordu. Başka huylar da edindi, doktorlar hastalarla konuşur­ken kulak kabartıyor, öğütleri, kendine söylenmiş gibi kabul edip üstünde uygulamaya çalışıyor. Ancak, bu yoksul çocuğun torpilli doktor dostları yoktu. Hemşireler yüzüne bakmasa da herkese espriyle laf atıyor, şirinlikler deniyor, kendini sevdirmek için laf cambazlıkları yapıyor. Oysa Ali'nin ruh hali ve yetişme tarzı başkaydı, odasına çekildiğinde başka bir adam olu yor, herkese bir isim takmıştı, .ötoğlanı, .mcık, dal.arak, kimse­ye güveni yoktu. Ama uzun geceler hastalığını unutmak içir belki sabahlara kadar hemşirelere söyleyeceği esprili şakaları düşünür, bu gülünç uğraşlarla hamurlaşmış bedenine sanki sa­hiden bir iskelet takardı. Sabah olur olmaz hemşirelere, doktor­lara hastabakıcılara cinlik akınları düzenleyen sevimli bir düş­man gibi hareketli ve ele avuca sığmaz olurdu. Her deliğe giri­yor, her yerden çıkıyor, biri onun yüzüne gülmüşse, artık onun lafını bir daha dinlemiyor. Ruhsal acemilikleri çoktu, kim ona bir küçük iyilik yapmışsa onun ömür boyu kendisine durmak­sızın iyilik yapacağına inanırdı. Ve kendine kim iyilik yapmış, şakasına katlanmışsa, onunla bir ömür küfürlü cinselli şakalar yaparak arkadaş olacağını sanırdı, içindeki gerilimi şakaya ve­rerek unutuyordu belki. Ne kadar yumuşak, yaramaz, afacan gö­rünse de, yüzü kaskatı, gerilimli, asla yumuşamayan, kemikli, sert yapısını terk etmiyor. İçi pamuk dolu bir minder gibi yumu­şacık ayakları beynini kaya gibi kaskatı yapıyordu. Kumral saç­lı ve pek yakışıklı bir çocuktu, ama artık, ilkokul birinci sınıf çocuklarının ilk derste çizdikleri harflere benziyordu, bazen çe­limsiz bir B gibi bazen girintisi çıkıntısı çok bol bir K gibi. Bu­radan melodik bir şarkı sözü yazılabilir mi. Ama Tanrı'nın yal­nız gençliğe verdiği çılgın ve coşkusal bir delilik hali var her şeyi öyle abartır ki, ne tıp, ne mekanik, ne ölüm ne kader dinler!..

 

Doktorlar, hemşireler, başhekim, genellikle ve hayatın kura­lı gibi zengin, sahibi olan, çevresi geniş hastalara yakın gibi du­rur. Aslında böyle değil, bu hastaların çevreleri, gide gele dok­torlarla muhabbet genişletir, ısınırlar. İster istemez duygusal alışverişe girerler doktor ve hemşirelerle. Ali öyle değil. Etrafta olup biteni görüyor ve bu soğuk duvarı yıkmak için, bir hemşi­re, ya da bir doktor ona bir sabah gülümsemişse akşama kadar arabasıyla doktorun peşinden gidiyor, kendisine güzel bir söz söyleyenin peşinden bir daha ayrılmıyor. Komşu ranzalarda,

özel odalarda yatan torpilli hastaların her fizik tedaviye çıkışla­rında aldıkları alkışları görüyor, onların her yeni adımı koridor­da mutlulukla hikaye ediliyor, pastalar kesiliyor, el çırpılıyor, sağa-sola telefonlarla müjde ediliyor. Ali'ye bakan yok. Yata­ğından kendi başına kalkmış, bakan yok. Tekerlekli sandalyesi­ne kimseden yardım almadan binmiş, umursayan yok. Ve en önemlisi her sabah yüzüne takındığı o muhteşem mutluluk se­vincini gören yok.

 

Etrafında öyle hava estiriliyor ki, sanki, Ali de kendi derdi­ni bıraksın, etrafındaki sahipli hastaların mutluluklarına katıl­sın. Onlar için göbek atsın, onların yatağının yanına gelip pal­yaçoluklar yapsın, o zengin hastaları soytarılık yaparak güldür­sün. Etrafta öyle bir atmosfer yaratılıyor ki, yoksul hastalar gün boyu torpilli hastaların mutluluklarını konuşsun, onlara çiçek taşısın, gelen misafirlere odasını göstersin, onların suyunu taşısın ve arada bir onların başucundaki oyuncaklarını alıp oyna­ma hakkını kazansın. Bu, nasıl ve kimin ve neden, dünya dur­dukça kendiliğinden yaratılan bu atmosfere, varoşlardan gelmiş şalvarlı kadınlar hemen aldanır, belki onların böreğinden, çiko­latasından pay kapmak için, bilmem, kendi hastalarını unutup, onların yürümelerini, gidip gelenlerini, neşelerini konuşmaya başlarlar. Başlarında bekledikleri ağır yaralı kötürüm hastası çocukları, kocalarını, yakınlarını unutup, hemşireler ve doktor­ların ilgi gösterdiği hastaların etrafına koşarlar. Dünya orasıymış gibi, hayat orada devam ediyormuş gibi. İşte Ali'yi bir kö­şede pencereden uzaklara baktıran, bacağındaki demir halkalar gibi susturan, bu olup bitenler. Ağlaya ağlaya yanıma koşuyor, bugün merdivenden çıktım, doktora söyledi, bakmadı, "iyi" de­di, ne güzel çıkmışsın, işte, dedi. Hüngür hüngür ağlıyor. Yan koğuşta altı aydır henüz ayağa kalkamamış torpilli hastanın acemiliklerini korkusunu dalga geçerek anlatıyor, herkes, onun yanında diyor. Yürüdüğünü, attığı adımların kimselerce farkın­da olmayışı Ali'yi yiyip bitiriyor. Oysa burayı, yeni dünyası, yeni evi, yeni mahalle arkadaşları bilmişti... Her gün bunları görüyor, her akşam gün boyu attığı enerjik ve kararlı adımların yaramadığını görüyor, geceleri odasında kaldığında işte bu duyguların sessizliğiyle eziliyor. Kapıda bir ayak sesi duyunca, boğuk boğuk ağlamalarını bırakıp, gittikçe büyüyen pazuları artık değnekleşen ellerini bir sopa gibi kullanıp, tuttuğu her şeyi sinirli sinirli avuçlayıp kırıyor, parçalıyor. Yani ses ya huzur bozuyor! Başka türlü rahat soluk alması, sakinleşmesi uykuya dalması, mümkün değil!

 

Bedenimiz artık bir peygamber mezarı gibi, dua etmek başka şansımız yok. Ama peygamber bu, kim bilir, kalkıverir mezarından. Ancak hiçbir peygamber de tek başına peygamber olmadı, toplum kaldırdı onu ayağa. Toplumsal kaldıraçlar olmadan tek başına, bu biricik bedeni kaldırabilir miyiz, sosyoloji ve psikolojinin ortak sorusu budur, yani, sosyo-psikoloji; en temel sorusu. Bu soruyu "solcular" üstlenmiş, toplu kaldıraçlar olmadan bireyin tek başına ayağa kalkmasına inanmazlar! Ama Ali deliliğe varan bir hırsla uğraşıyor burada gün boyu. Şeytani bir gerilim yüzünde, bir adım daha atmak için İşte kızgın kızgın damlacıklar beliriyor alnında. Nefesi kor ateş! Sessizlik çökmüş loş bir koridorun dibinde kendi kendine alev alev kızarıyor, köpürüyor. Alnından, omuzlarının altından yağ sızıyor, bilmem hangi hayali kurarak ediniyor bu hırsı! Üç beş yıl durmaksızın bu cansız bedeni hiç soğutmamak için, düşüncesiyle yoğurup yoğurup, bu mekanik aletlerle yeniden bir eser yapmak için. Sarhoş edici bir cesaret. Şimşek gibi gözleri. Muazzam gerilimli bir beyin. Paramparça ediyor kendini. Birgün koşacağı günleri düşünerek, bu hayatı kökünden değiştirmek, düzeltmek, yeniden kendini tamamlamak için. Bir küçük kımıltı, bir titreyiş için aylarca beklemek. Kaslarını bellemek, damarlarını saymak, bütün kemiklerinin adlarını, yollarlını, cinslerini öğrenmek. Ellerini, kollarını, havaya sıçrayacakmış gibi öyle bir güçle kavrıyor ki değnekleri, sanki değnek kanatları... Bedeni yeniden beyninden gelen emirleri alsın diye  inanılmaz yorucu duygu yoğunluğuyla, kafatası nohut kazanında fokurduyor gibi, terden sırılsıklam oluncaya kadar. Beyni hırstan bir dinamite dönünceye kadar. Ali, susmuş bedenini, ye­niden kabul edilebilir bir dünya yapısına çevirmek istiyor. Uyuşmuş ve karanlık kaslarını yeniden tıkırdatmak istiyor, vu­runca bacaklarına değnekleriyle bir küçük acı hissetsin istiyor. Uykusuz gecelerde sabahlara kadar gizli gizli gözyaşları dökü­yor. Bu hırsla bir orduyu yere sererdi, ama, bir türkü tutturacak hevesi dahi bulamıyor. Her günün gecesi yeniden darmadağınık oluyor kafası. Ama her günün sabahı Allah'ına, kitabına, kaderi­ne, feleğine küfürler savurarak giriyor jimnastik salonuna. Elle­rinin yordamıyla sendelemeden, ürkmeden, boğulmadan, elle­rini bu beden denilen kalleş tapmağın yeni sütunları gibi kul­lanmak, artık, ayakları yerine ellerini öğrenmek. Öfkelerle kudurarak. Hırçınlıktan herkesi, kendini, duvarları, aletleri, değ­nekleri paralayarak. Kasları erimesin istiyor, küçülmesin isti­yor, bir bulut gibi yumuşamasın, ruh gibi kaybolmasın, istiyor. Yeniden civa gibi, dört nala atlar gibi, çelikten bir korseyle sa­rılmış bir deli gibi boşluklara küfürler yağdırarak başlıyor id­manına, altı ay, bir yıl, iki yıl her gün, aynı hırs.

 

Sanki yürüyen bacaklarının yarınlardaki sesini duyuyor, yü­rüyen, kıpırdayan, hareket eden her şeyi kıskanıyor, gençlik düşlerinin öldüğüne inanmıyor, bu mindere benzeyen zayıf vü­cuda yeniden sert tekmeler öğretmek istiyor. Yatağına bağlanıp yıllarca hiçbir şey söylemeden susuvermeyi öğrenmek istemi­yor. Katlanmak, dayanmak hiç istemiyor. Buz gibi bacaklarını elleriyle ovuşturup kafasını paramparça edercesine yumrukluyor. Bu, öz yurdu, bedene bir daha hiçbir hayali sokamayacak mı? Bakışlarını tavana kaldırıp Allah'a, kitaba, kadere, aletlere küfürler savuruyor, yeniden. Gücünü kendine inandıramazsa, kimseye inandıramaz bu yüzden, kadere, hüzne, kasvete asla inanmayıp, kendini boşluğa bir an bırakmıyor! Bir daha bu be­denle yaşayamayacak olmanın ürpertisiyle her gün tükenircesine yorulmak... Yorgunluktan leş gibi yatağa düşmek. Sessiz se­dasız uzanmalara, dinlenmeye asla inanmıyor, başının üstündeki halatlara gece boyu tırmanıp tırmanıp iniyor, tavana vuru­yor ellerini, ertesi gün, halata tırmanıp tavana vuruyor kafasını, başardım, başardım diye çığlıklar atıp, gömülüyor yastığına. Ve pencerenin dışında inadına kımıldayan, hareket eden ağaçların yapraklarını görüyor. Yapraklar kımıldadıkça, rüzgarla başıboş özgürce salındıkça, beynini yalıyor alevler, sabaha dek bir kö­müre dönüyor, yıkık dökük düşüncelere kaptırıp kendini kor­kunç acılar içinde bedeni su olup akıyor çarşafın üstüne.. Du­daklarına yavaş yavaş susmayı öğrettiği için geceleri sevmiyor. Gümbür gümbür atan kalbini bu kan basıncı, bu bataklığa ben­zeyen yatağa inanmadığı için, gece olsun istemiyor. Sessizleşince ortalık, ölmüş ceset bedeninin üstünde ruhunu bir beyaz çarşaf gibi giyindiğini görüyor. Issız ve sarkmış çok uzak bir za­manın içinde buluyor kendini. Hızla, bir zamanlar neşeyle ko­şan çocukluk anıları etrafında başını yastıkta bir o yana bir bu yana döndürüyor. Kızışmış beynini ancak bu hayaller içinde dizginleyebilir, işte burada yakalarsa uykuyu, dünyanın en mutlu insanı gibi, kahraman gibi uyuyacak!

 

Genç bir adamın beynine yatıştırmayı öğretmek, en sıkısı imtihanların!

Ali, bu ceset bedeni kaldırması için her gün yaptığı hareket­leri sayması, matematik olarak toplaması, ertesi gün bir fazlası­nı yapması gerekiyor, böyle böyle kaldıracak bu bedeni, ama kaldıramadığı şeyler var, hastanede bunlardan ne çok var. Ba­zen, sırasını alıp jimnastik salonunda yan odada yatan zengin piçine veriyorlar. Ali, ilk sırayı almak için bazen uyumuyor, sa­bah kahvaltı yapmıyor, hemen jimnastik salonunun açılmasını bekliyor. Sırası alındığında, jimnastik salonunda hareketsiz önündeki adamı beklemek zorunda. Jimnastik aletlerin her tür­lüsü var, insan vücudunda ne kadar kas, burada bu kasların her biri için bir tuhaf alet. Bu aletler evinde olsaydı hemen çe­kip giderdi, tekerlekli sandalyesi bile yok. Bir küçük adım için, bu aletlerin her biri vücudundan bir parça oluncaya kadar disip­linli bir mücadeleyle dostluk kurmalı. Eve gittiğinde, birçok

hasta gibi, disiplini ihmal edebilir, hantallaşabilir, zaman için­de hastalığı kabul edip hayattan çekilebilir. Ali hırsını yenemi­yor. Her gün sıfır kilometre çekse de, büyük bir maratonda kabul ediyor kendini, yan koğuştakiler, diğer çocuklar, başka hastalar, hepsi Ali'nin gizlice savaş verdiği, yenmek istediği geçmek is­tediği, geride bırakmak istediği rakipleri... Bu büyük rekabete inanmasa, belki koyverir kendini, bırakır. Ama her gün başkala­rı bilmese de o büyük bir koşuya hazırlanır gibi, o gün yine sı­fır kilometre çekip tek bir adım atamasa bile ruhunda deparlar atarak koşuya katılıyor. Yemek tabağını kızgınlıkla hastabakıcı­nın yüzüne fırlatıyor, arabasını hemşirenin üstüne sürüyor, azar işitiyor, kavga dövüş, hastanenin altı üstüne geliyor. Uya­rılıyor, yetmiyor, Ali dokuzda, onda odasına kapanması gere­kirken koridorlarda dört dönüp hastaları uyandırıyor diye, yine uyarılıyor! Sanki bir dünya kalabalığı, pisliği, ağırlığı başına tü­nemiş gibi, sürekli başını sağa sola atarak, hepsini hırçın bir ro­deo atı gibi üstünden atmak istiyor!...

 

Ali'nin huysuzluklarına karşı uyarıların çoğalmaya başlama­sı tam bir felaket. Burada, sıra bekleyen hastalar için odaların hemen boşaltılması için, uyumsuz hastaları idare fırsat bilip, he­men evine gönderir. Önce psikologa, Ali, psikologa gitmeyi onur meselesi yapar, ben deli değilim, der, psikolog Ali'nin odasına gelir. Ali, hiç konuşmadan ya da yalan yanlış aksi cevaplar ve­rerek psikolog kızı ciddiye almaz. Ali'nin söylediği net ve kesin, "benim sıramı neden başka hastalara veriyorlar!".. Hastalıklar insan ruhunu silkeler ve artık hiçbir hasta bir göl sakinliğiyle bekleyemez, hiçbir ihmali affetmezler ve keskin, sert, titiz, kuş­kucu bir kimlik geliştirirler. Bu olumlu bir faydasıdır hastalığın. Hayata kötü kötü ve bıkkın, bitkin bakmaz, hem hastalıklara hem de toplumsal umursamazlığa karşı savaş açarlar. Öyle ki, toplumun kendine verdiği onuru, ünü dahi hiçe sayıp tüm bu önceki hayattan edinilmiş kimliğin saçma sapan, palavra oldu­ğunu anlayıp hızla güçlü ve baş edilmez bir ahlak hocası gibi ko­nuşmaya başlarlar. Ama karşılarında uyuşmuşluk içinde dinamizmini kaybetmiş idareleri bulurlar, idareler her kuşkucuyu postalayarak sıkıcı ve ölümcül yönetim hastalıklarını uzatıp is­tikrara hizmet ederler. Ali, 'onların bağlandığı aletlere beni niye bağlamıyorlar" diye isyan ediyor. Burada daha bir yıl kalması gerekirken, burada hastalar tedavinin sonucuna kadar bekletilir­ken, Ali'ye, "tamam sen çok zekisin, çeviksin, kavradın, ilerle­me sağladın, hadi şimdi öğrendiklerini evinde yap!" demeleri.

 

Belki de Ali, iyileşmek için aceleci davranıyor, ama, bu ace­lecilikten kaynaklanan hırçınlıklarını bir uyumsuzluk problemi kabul edip, bu bahaneyle Ali'yi postalamaları ve her defasında dosdoğru konuşan insanları idareden, kurumdan uzaklaştırma­ları artık bir devlet geleneği. Ali, eve gönderilmekten öyle kor­kuyor ki, bazen sessiz kalıp, haftalarca isyankarlığını unutup, önüne çıkan hemşireye, doktora yalvarıyor... Ama birden ken­dini kaybedip yine bir taşkınlık anında yakayı ele veriyor. Dok­tor ve hemşireler ve idare görevini yapıyor. Uzun yatan hasta­lar için "görev" tatmin edici değil, fazladan iyilik istiyorlar. Doktorlar iyiliğe başlarsa çoğu hastalara karşı genel görevlerini yapamazlar. Ali bunları bilmiyor ve her insan gibi kendisine bakılmadığında bolca küfürlerini savuruyor. Ama, doktor ve hemşirelerin bazı hastalara iyilik ve güleryüz ve hatta, hastayı şımartacak şakalar yaptıklarını da gözleriyle görüyor. Kızıl kı­yamet burada başlıyor, Ali'ye ta Samsun'dan işini bırakıp gelen ağbisi durmaksızın uslu durmasını söylüyor, başında bekleyen ablası, "ne olur karışma" diye ağlayarak yalvarıyor. "Bu sırayı alabilmek için yıllarca bekledik, sokağa atılırsak..." Üstelik bu soğuk mart günü.. Ali'yi seven yatıştırmak isteyen doktor ve hemşireler nasihatlerde bulunuyor, ona, kurumların, devletle­rin, sağlık politikalarının genel ve temel ve değişmez kuralları­nı anlatıyorlar: "burası herkesin malı, daha sırada bekleyenler var, kimseye ayrıcalık tanınmaz, kuralları bozanlar affedilmez, ömür boyu böyle kalırsın" diye gizli ve kibar tehditler...

 

Ama Ali, elinde soğuk bir tabanca tutar gibi hep yan odada­ki özel hastaya yapılan ayrıcalıkları dile getiriyor ve koridorda bir tabanca patlatır gibi bağırarak, herkesi rahatsız ederek, laf­larıyla herkesi delik deşik ederek. Bir gün Ali, yan odadaki ken­di boyundaki çocuğa laf attı: "Korkağın tekisin lan, altı aydır buradasın, nafile..." Aşağıladı çocuğu. Bu bir psikolojik yıkım. Başhekime bildirdiler. Çocuğu kırbaç gibi yediği bu laflardan sonra yeniden tedaviye sokmak aylar alır. Annesi ve babası, Ali'yi hastaneden attırmak için, belki böyle de bir niyetleri yoktu ama, kendi çocuklarını da çakallara karşı korumak zorundaydılar, Ali'yi, her gün sağa sola doktorlara şikayet ettiler. Ali'nin her yanlarından geçici elektriklenmeye sebep oluyor, hiçbir şey yapmasa da "bak bak hain hain baktı oğlumun moralini bozdu!" diye şikayetler. Ali zaman zaman işi abarttı, çocuğun kapısını gece vakti gidip birden çarpıp, bir dalganın aniden kayalıklar­da patlaması gibi korkunç huzursuzluklar panikler yarattı. Ha­mal ağbisinin parasıyla geçinen Ali... Hastalığıyla tamamen kahrolup maddi-manevi ailesi çöken Ali! Bilmiyorum neye gü­venip, burnundan kıl aldırmıyor, herkese dikleniyor. Uslanmı­yor! Ali'nin kaba küfürlü dalgalarının onlarca hastayla ve dok­torla dolu jimnastik odasında nasıl dinamit bombası, ses bom­bası gibi patladığını düşünün. Doktorlar kimi övüyorsa Ali, hır­sını o hastadan alıyor. Hemşireler kime fazla ilgi gösteriyorsa, Ali, bir yolunu bulup o hastayla küfürlerle cinsel şakalarla dal­ga geçiyor. Buradaki hukuki, sosyal, idari sosyal disiplini tama­men bozan bir çakal. Ali'yi yumuşatmak için iğnelere başladı­lar, bu taşkın, parlamış atı dindirmek mümkün olmadı, gecele­ri hemen uyusun diye fazladan haplara başladılar. Ali, "burada yürümek için umudu olan benim, şansı olan benim, benimle il­gilenmiyorsunuz" diyor... Böyle bir cümleyi bu hastane yapısı içinde kurulduğundan beri hiç kimse bağırarak dile getiremedi. Hastanedeki huzuru, birliği, eğitimi, tedaviyi paramparça eden bir isyan.

 

Ali'nin doktoru Cüneyt bey, kendi halinde, meslek heyecanı kaybolmuş, yarı uyur, yarı hülyalı bir doktor, hastalıklar üzeri­ne kehanetvari, olur da olmaz da, bilmem de, belki de gibi konuşmaları uzattıkça uzatır. Mesleki tecrübesiyle ideal bir dok­tor, yani tam bir itici surat edinerek hasta yakınlarından korun­mayı başarmış bir dil ustası.

 

Ali teknik bir gelişim, yani, ayak parmağındaki o küçücük belli belirsiz bir milimlik kıpırdatmayı hiç ilerletemeden has­taneden kovuldu. Geldiği gibi gitti. Gideceği gün kızgınlıktan delirmiş, bir ateş topu gibi Cüneyt beyin oda kapısından içeri bağırdı: "Bir gün bu hastaneye yürüyerek geleceğim, görecek­siniz!"...

Allahaısmarladık için vedaya geldiğinde, hırsından, hor gö­rülmekten, itilmekten, iç çeke çeke ağlıyordu. Ancak, öyle bir inadı vardı ki, o çoktan karşı kıyılara ulaşmış, çoktan uzaklarda­ki o ülkeye varmıştı, onun için endişeye gerek yok, nasılsa başa­racak.. Hıçkırıklarının arasında: "yürüyerek geleceğim buraya, görecekler", "yürüyerek geleceğim bu hastanenin kapısına...".. Kovulmuş olmanın acısı zaten zayıf yüzüne çok ağır geldi.. Göz­lerine tuhaf bir ürkme, korku geldi. Bu sarsılmaz çocuğun gözle­rinden zeytin suyu gibi acılı ince ve yakıcı yaşlar süzülüyordu. Bu dramatik sahne karşısında her insan ölümcül ve umutsuz bir mateme kapılır. Tanrı bir gün paslı makasını eline alır ve sizin de omurganızı kıtır kıtır keser. Bedenlerini kaybetmiş ve kafalarının altında bir ceset taşıyan bu yoksul insanlara yapılan eziyetleri hiçbir yazar anlatamaz. Acele etmeli insan, henüz dizlerini kıra­biliyor, diz çökebiliyor, takla atabiliyorken kahramanlığı tasarla- malı. Artık yeraltında olması gereken bu çürümüş bedeni bu ka­dar isyankar bir kafayla ne kadar taşıyabilir? Yoksulluk, ailesi, imkansızlık, çevresi onu birçok kez daha düşürüp, bir yığın bit­meyen ruh kazalarının içine sokacak. Ve ruhunun kökleri bir da­ha zedelendiğinde, yani bu isyancı bir kez daha yara aldığında, artık o, soğuk, korkak bir adam ve yatalak ve demirlere bağlan­mış ucube bir yaratık olarak tüm dünyadan kendini saklayıp, gizlenerek yaşamak zorunda kalacak...

 

Yıllar geçti, Ali'nin adını da unuttum, geldiği şehri de... Bu hikayeyi yazarken ona bir ad, bir şehir uydurdum. Ben hastaneden ayrılalı on yıllar oluyor. Kapıcı Ahmet dayı, anlattı. Ali, tek başına yürüyerek gelmiş hastaneye. Yanında kimse yokmuş. Ya­nında kimse olmadan yürümek bu hastalar için çok önemli. Bir adım atıyor, diğerini peşinden çekerek yürüyormuş. Güçlü ve çok adaleli kollarıyla kapıcıyı ayağa kaldırmak istemiş, arslan gibiymiş. Kapıcı takılmış, "kekeme yürüyorsun hâlâ " diye. Ka­pıda gazoz içmiş, gazoz kapağını dişleriyle kopartıp açmış. Gü­rültülü şakalar yapmış. Kapıcı dayı bir taşkınlık yapar diye, korktum dedi. Eskileri sormuş, "kimse kalmadı, filanca hemşire duruyor, filanca doktor, Cüneyt bey odasında" demiş. Ancak, yıkıldığı, düştüğü bu koridorlara yeniden gelmesi bu hastalar için çok tehlikelidir. Her düştüğü yer onun için psikolojik bir eşiktir. Yıllar önce defalarca düştüğü, süründüğü yere geldiğin­de, Allah korusun, dikenli bir çit varmış gibi önünde bir adım atıp geçemez, alnından su hortumu gibi terler fışkırır, geçemez, ancak Ali öyle değil, kasıla kasıla yürümüş. Odaları, jimnastik salonunu gezmiş... Başhemşirenin odasına dalmış. "Yürüyo­rum!" demiş. Ayağa kalkıp onu kucaklayarak selamlayacakları­nı düşünüyordu, belki, başhemşire "sen kimsin, izinsiz niye odaya girdin!" diye bağırıp, kapıcıya: "çıkartın şu adamı!"... Yı­kıldı yıkılacak, yüzü yaprak gibi sarardı ve ayakları yaprak gibi sallandı. Arkasını dönüp Cüneyt beyin odasına girdi, Cüneyt beyin odası. Pencere dibinde bir kauçuk ağaç naylon telle tuttu­rulmuş! Kapı arkasında bir küçük vestiyer, duvarda ilaç firma­larının bir takvimi ve önünde etrafı alüminyum şeritle kaplı for­mika masa. Bu arada hastabakıcı Cüneyt beyin önüne imzala­ması için evraklar koyuyormuş... "Cüneyt bey, yürüyorum.." demiş. Cüneyt bey Ali'nin hiç yüzüne bakmadan ve içeri bir adam girmiş girmemiş hiç ilgilenmeden bir işi için dışarı fırla­mış... Ali arkasından bağırmış: "Cüneyt bey, yürüyorum!" Cü­neyt bey tanıyamamış, koridordan bağırmış: "Ne güzel işte yü­rüyorsun, daha ne istiyorsun!"..

 

Bu soğuk umursamazlık karşısında Ali'nin ödü patladı, bey­nindeki dizlerinin bağı çözüldü, nasıl davranacağını bilmiyor­du, eski günler olsaydı dik kafalılığı ve küfürleriyle toparlardı kendini. İnad olsun diye trabzana ve duvarlara hiç dayanmadan çıktığı merdiveni bu sefer trabzanı tuta tuta, kontrollü ve yavaş adımlarla kapıya çıktı. İçinde birşey titriyordu, o şey neyse tüm bedenini, bacaklarını da titretiyordu. Hastane kapısından çıktı. Bacaklarının arasına dolaşan sıska ve pis bir çingene çocuğu­nun az daha üstüne düşüyordu. Tek isteği dış kapıya kadar yü­rümek. Dış kapının önünde çöp bidonları dibine, kazan kapağı gibi yüzüstü düştü... Sağdan soldan koşuşup Ali'yi kaldırmak istediler, gözleri kararmış ve sokak baştan sona uzamıştı. Diren­di, kalkmadı. Güçlü pazularıyla değil, kendini kaldırmak iste­yenlerin yüzlerini tırmalayarak kurtuldu.. Günlerce çöp bido­nunun yanında hırpani bir dilenciye dönünceye kadar, yığıldı kaldı. Olduğu yere işeyen, sıçan bir meczup. Gelip geçen para attı. Birileri, kapıcılar, taşımak istedi.. Ali, kumral saçlı, uzun boylu bir oğlandı, antrenmanlarla vücut da yapmıştı, ama çok alıngan gözleri vardı. Çöp bidonuna atılan kartonları yorgan gi­bi başına çekip günlerce yemeden içmeden orada kalakaldı. Bir­kaç gün sonra görüntü olarak başhekimi, doktorları rahatsız et­ti. Polis çağırdılar. Polis, Ali'yi nereye götürecek, kimin nesi? Ailesi nerde? İncelemeye başladılar hastane kayıtlarını... Tam yedi yıl önce, hastaneden taburcu olduğunu öğrendiler. Ağbisinin adresi, memleketi, ismi, soyadı, orda yazıyordu, memleke­tine telefon ettiler. Gelin hastanızı alın! Bir gün sonra ağbisi gel­di ve Ali'yi "yalvarırım kalk Ali, aleme rezil oluyoruz Ali" di­ye kaldırmaya çalıştı, Ali, uzamış tırnaklarıyla yüzünü, burnu­nu, boydan boya, falçata gibi derisini çizerek kanattı... Başhe­kim, ağbisi gelinceye kadar mutfaktan önüne her öğün yemek koyulsun demişti, bir de su hortumuyla baştan aşağı ıslatarak temizleyin, diye emir vermişti...

 

Ali'yi götürmek için araba getirdi, Ali direndi binmedi. Baş edemeyeceğini anlayınca Ali'yi sürüye sürüye kaldırımın da­ha temiz, ayakaltı olmayan yukarı tarafına doğru çekti. Sabaha kadar sigara üstüne sigara yakıp Ali'ye yalvardı. "Kalk Ali, yakma bizi Ali... Kalk Ali!.. Yalvarmaları, kin kusmaya, başa kak­maya dönüştü: "Varımızı yoğumuzu sana verdik Ali. Bitirdin bizi Ali. Yemedik sana yedirdik Ali. Hadi kalk Ali, on yıldır çektiklerimizi düşün Ali. Bu hastalık bitirdi bizi Ali, yapma bi­ze bunu Ali!"...

Ağbisinin yalvarmaları birgün sürdü ama Ali'yi tanıyordu ağbisi, kaldırmak için kırk dereden su getirdi: "Yürümek nedir Ali, herkes yürüyor... Ayağa kalkmayla ne sandın kendini Ali. Bütün alem ayakta. Ayağa kalkmak yetmez Ali, bunların topu­nu .ikeceğiz.. Bunların hepsini .ikeceğiz Ali.. Zarar vereceğiz bunlara Ali. Kalk Ali, bunların çocuklarına, hastanesine zarar verelim... Bunların topunu .ikmeden bir yere gitmeyeceğiz Ali...".

 

Ağbisi yalvarmaktan bitkin düştü, sırtını kaldırıma verip... (Sokaktan arabalar geçiyordu...)

-  Kalk Ali, bunların arabalarını .ikeceğiz Ali, sarı arabalarını .ikeceğiz, beyaz arabalarını .ikeceğiz..

(Önlerinden çantalı bir adam geçiyordu...)

-  Bunların çantalarını .ikeceğiz Ali.. Kalk Ali..

(Karşıdan anne, baba, çoluk çocuk kalabalık bir aile geçiyor­du...)

-  Bunların torunlarını .ikeceğiz Ali, ninelerini .ikeceğiz Ali, kalk Ali..

(Tam karşısı Türk Tarih Kurumu'ydu, metal harflerle Türk Tarih Kurumu yazılıydı..)

Kalk Ali, daha bunların tarihlerini .ikeceğiz Ali, daha bun­ların kurumlarını .ikeceğiz Ali!

Nihat Genç

 

 

 

27-05-2013
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210542
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.