Televizyonda Barış Sürecini Konuşacaktık

Mehmet Han’ın bilincine girerken yaşadığım korkunç şoktan bahsediyorum ya, herkes için bu geçerlidir. Adamcağız alınmasın, kime yerleşsem aynını hissedecektim, aynı darbeyi, aynı ezilmeyi yaşayacaktım. Önce işte bu ani şok gelir. Sonra yavaş yavaş alışma. Bir yandan o halden çıkamama kaygısı. Çünkü ilk sadme ve alışma döneminde önceki zihinsel yetilerinizle bağlantılarınız da zayıflar. Tamamen kaybolmaz ama zayıflar. Ulu bilincinizle bağlantı yollarının ezilmesi de oradan bir daha çıkamama korkunuzla baş etmenizi bir süre geciktirir. Tıpkı insanlardaki nevrotik ruhsal hastalıkların düzeneğinde süregittiği gibi. Yeni duruma ne kadar uyum gösterseniz de eski zihinsel yetilerinize aynı ölçüde ulaşamazsınız yeni şuurunuzla. Ta ki oradan çıkana dek. İşte bu yüzden sancılı bir süreçtir. Olabildiğince kısa tutmak gerekir, müthiş yorucudur. Sonra bir miktar hoşlanmaya başlarsınız deneyiminizden. Yeni bir bilince girmek tam bir maceradır, merak motivasyonumuzun doruğa ulaştığı girişimdir.

Hadi! Hadi, dedim ve girdim. Tam o saniye Mehmet Han’dım artık. O ne korkunç daralma hissi. O ne katlanılmaz bilinç sıkışması. Derin nefes al. Derin nefes al. Az sabret, alışmaya başlayacaksın. Mehmet Han da hiçbir anlam veremediği bir şekilde ta derinlerden gelen bir bilinçdışı güdüyle derin derin nefes alıp vermeye başlamıştı koltuğuna oturur oturmaz. Kuzu tandırı fazla mı kaçırdım acaba? Bir soda mı istemeli?     

Mehmet sodayı istedi. Garsonla konuşur konuşmaz bilincine girdiğimi unuttu. Başka deyişle aniden duyumsadığı o garip iç geçmesini hemen atlattı. Bu hep böyle olur. Girdiğim kişi çok çabuk uyum sağlar, çünkü ilk anda ne olup bittiğinin farkına varmaz. Bir süre daha hafif bir şaşkınlıkla çevresine bakındıktan sonra, sodası gelirken, o sodayı niye istediğine bir anlam veremedi. Midesi de göğsü de rahatlamıştı çünkü. Teşekkür etti, içeceğini aldı. Çoğu zaman böyle naziktir. Bardağın kenarına iliştirilmiş limonu sıvının içine atmadan, dalgın gözlerle ona bakarak küçük yudumlar çekti. Güzeldi.

Hesabı ödeyip kalktı. Kalkmadan şoförünü aramayı unutmuştu. Cep telefonunu çıkarıp ekrana tıklatmadan önce gördü onu. Adam kapının yanında dikiliyordu. Yanına yaklaştı, “Hadi gidiyoruz” dedi. Üstten konuşmuyordu, cana yakın davranıyordu altlarına karşı. O yüzden birlikte çalıştıkları insanlar severlerdi Mehmet Han’ı.  

Arka koltuğa yerleştiğinde artık yeniden işine yoğunlaşması gerektiğine karar verdi. Çantasına elini attı, kapağını kaldırdı. Araç kalkarken memnun bir esnemeyle gerindi. İşini sevmesi bir şanstı. Ne kadar çok insan görmüştüm, görmekteyim, işini hiç mi hiç sevmeyen. Bu konuda milyonlarca yorum yapılıyordu, insanın yabancılaşması, emeğin yabancılaşması, üretken insan doğasından kopma, ötekileşme… bir yığın gevezelik. Hiçbiri hastalığa deva değildi, yaptığından ettiğinden hoşnutsuzların oranı her geçen yıl artıyordu.

İşini sevmesi bir şanstı, çünkü bu iş ona büyük ayrıcalıklar sağlıyordu. İşini seviyordu, çünkü yetenekliydi, işe uygundu, kolay yapıyordu. Bayağı yüksek bir tecrübe biriktirmişti. Dosyayı açtı. Kartlarını hızlı hızlı gözden geçirdi. Kolaydı. Konu kolaydı, konukları kolaydı. Bu akşam hiçbir sorun çıkmasına imkan vermeyecekti. Ne zaman vermişti ki zaten. Hep yağdan kıl çeker gibi hallederdi nice tartışma zorluklarını. Niye öyle bir tedirginlik hissetmişti ki zaten, anlamsızdı. Niye öyle bir tedirginlik?

Konu kolay: “Çözüm süreci” ve barış… Konuklar sorun çıkaracak cinsten değil, zaten hep benzer görüştekileri seçmişti. Aralarında patırtı kopmaz ya, kopsa da reytingi yükseltir, canına minnet. Lakin ağız dalaşının dozu fazla kaçınca bazen işi idare etmek güçleşebiliyordu. Bugün çıkmaz öyle bir dert.

Barış sürecini destekliyor her biri. Şeker mi şeker bir psikiyatr hoca, solculara yakın bir İslamcı: Ahmet Zevcesizoğlu. Ayrıca, Fatma Böğürler, AKP’li, aklı başında bir kadın yazar. Sonra BDP’ye yakın bir eski tüfek solcu. Eski tüfek dedikse, 78 kuşağından, onlar da eski tüfek sayılıyor artık, eski model: Cemalettin Canan. Yine yandaş medyadan bir başka yazar. Yandaş diyorum ben de, solcuların dilini kaptık, iyi mi! Bu çocuk PKK-BDP, Kürt işlerinden iyi anlıyor, tam bir uzman, cin gibi bir adam: Tekiner Tekin. Beşincisi de başka bir cin işi şeytan işi gazeteden, kafalı bir akademisyen: Şahap Uysal.

Notları okudu. Yardımcıları hallediyordu bunları. Kim en son ne dedi, dün bugün en sıcak gelişmeler nelerdi, neler yaşandı, birkaç sayfa yeterdi. Her şeyi biliyordu zaten, her şeyi. Programlardan biliyordu, tartışmalardan, ona yöneltilen sorulardan, hızlı gazete okumalarından.

 

İnsanlığın Bu Şehir Yaşamından Barış Çıkar mı?   

Bugünkü konu, yani barış süreci meselesi kolaydı da, ona her şey kolaydı, çünkü her şeyi biliyordu. Yardımcıları son dakikaya kadar eline verdikleri kartlarla gelişmeleri güncellerdi. Hiç sıkmazdı Mehmet kendini. Her şeyi orada izleyiciyle birlikte öğrenirdi, bundan gocunmazdı. Her şeyi derken, ayrıntıları. İşin detay inceliklerini. Bunları önceden bilmeye zaten ne gerek, Mehmet Han kafalarda oluşan soruları aktarırdı, aktarırken yeni sorular bulurdu, konuklarına bunları sorardı, onlar yanıtlarken mantık ve bilgi hatalarını açığa çıkarırdı hemen, yine karşıt sorular sorardı, program akıcı ve ilgi çekici biçimde böyle ilerlerdi. Kasmazdı fazla kendini. Zaten her şeyi ana hatlarıyla bilirdi, aslında ayrıntıları da ana hatlarıyla herkesten iyi bilirdi, ama bunu illa göstermesi gerekmezdi. Alçak gönüllüydü ve bu tavrıyla seviliyordu izleyici katında. Kendine güveni tamdı. Tam değilse bile tam gibi. Her şeyi biliyordu çünkü. Tam değil belki, ama büyük ölçüde. Her şeyi biliyordu.

Ama neyi biliyordu, ne kadar biliyordu?  Ben neyi biliyordum? Araba ilerledikçe insan yüzleri akıyordu çevremde, caddeler, kenarlarda yüksek yüksek binalar, şehir keşmekeşi… İlerlese iyiydi hep böyle de, iki de bir yavaşlıyor, dura kalka gitmeye çalışıyorduk. Sıkışıyordu trafik. Korna sesleri, öfkeli sabırsız sürücülerin yüzleri, otobüs denilen insan kasalarındaki yolcuların sıkılmış anlamsız ifadeleri. Bir telaş, kargaşa, öfke. Homurdanmalar, köpürmeler. İlk önce hislerim uyum sağlardı yeni bedenime, sonra yavaş yavaş gelirdi o muazzam hafızam yerine. Şu anda sadece derin bir boğuntu  hissediyordum. Bilincimin sıkışmasından, uyuşmasındandı yarısı. Bir yarısı da hissettiklerimden. İnsanlar belki tam farkında değillerdi, ama bu kent kalabalığının, bu kent daralmasının, on binlerce kaynaktan gelen, toplanan, yoğunlaşan o yoğun elektronik dalga yayılımının, o derin bir uğultu şeklinde kalplerine saplanan gürültü karabasanının, şimdi iyice ayrımsadığım bin bir çeşit zehirli gazın ve cümle hepten uzayacağı için çoğunu sayamayacağım daha nice tehlike ve tehdidin oluşturduğu kapkaranlık bir negatif enerji bulutunun dibine gömülüydüler. Cansız şeylerden gelenler değil, kendi canlı hemcinslerinin yaydığı olumsuz duygu dalgaları belki de o bulutun en yakıcı şuasıydı. Her bir insan o dalga bombardımanına farkında olmaksızın, kendiliğinden ruhlarından fışkıran aynı muharriş ışınımlarla cevap veriyordu. Korkunçtu, ama niyeydi? Bütün bunların anlamı neydi? Nasıl bir kabustaydım? Sadece şunu biliyordum ki, içine girdiğim bilincin darlığından kaynaklanan sıkışmaya bir iki saat içinde görece alışacaktım ve ondan sonra işler birazcık kolaylaşacaktı. Sabretmeliydim. Bak, işte alışıyordum. Daha birkaç dakika öncesi bu bile aklıma gelmiyordu, tam bir panik yaşıyordum. Ama geçecek.

“Mehmet Bey, durgunsunuz.”

Şoförüm Murat söylemişti bunu. Toparlandım.

“Ha, evet, biraz yorgunum.”

“Durgun olmak hakkınız, yoruluyor insan. Çok çalışıyorsunuz. Ben katlanamazdım bu kadarına.”

“Herkesin işi yorucu. Seninki çok mu kolay.”

“Yok yok, kafa işi daha yorucu. Ben bir kitabı bitirinceye kadar canım çıkıyor.”

“Ya, alışma meselesi. Alışınca o kadar zor değil.”

Sevimli bir gülümseme yayıldı yüzüne, daha da rahatladı. Zaten sevimli adamdı. Ama kitap okurken kendinin de çok sıkıldığını itiraf etmedi sürücüye. O kadar olacaktı artık. Herkese her şey söylenmez ki. Birçok İslam ulu kişisi bunu söylemez mi, her akıl seviyesine mesele anlatılamayacağını. Kendisi de bir kitaba başlarken bayağı bir krize girerdi. Başladıktan sonra iyi giderdi gerçi ama, çoğu kitap son derece berbat kaleme alınıyordu ki, bir süre sonra ilerleyemez hale geldiği seyrek sayılmazdı. Birçok kitabı yarıda bırakmıştı bu yüzden, eğer ilk onda birlik bölümü yarı sayılırsa. Okumadığı birçok kitabı da kapağından veya hakkında söylenenlerden yola çıkarak yorumlardı. Her şeyi okumak hamallıktı. Onun yerine okuyanlar muhakkak çıkıyordu ve bunlar o kitap hakkında bir iki bir şey söyleyip yazıyorlardı. Duyduklarını derleyip daha ileri bir senteze varmaksa kendi işiydi. O kadar yetenek ve zekâ farkı da bulunsundu artık.

Yine gereğinden fazla zaman yitirmişti trafikte. Kanala vardıklarında hızlandı. Sonra saatine bakıp yavaşladı, daha dünyanın vakti vardı. Odasına geçip bir uyku bile çekebilirdi hatta. Seviyordu bu binayı. Bu ışıltıyı, ışıkları, dekorları, her şeyi. Yardımcısı koridorda karşıladı onu, Merve.  Herhangi bir haber vermeksizin kanala ulaştığında gelişi fark edilirdi böyle. Güzel kızdı. Eline yeni birkaç kart daha tutuşturdu.

“Konuklarla ilgili bir sıkıntı var mı?”

“Yok, Mehmet bey, herkes geliyor, az önce yeniden teyit ettim.”

“İyi, ben biraz odamda dinleneyim, sonra gelirim yanınıza.” Az yürüdü, durdu. “Yeni önemli bir şey var mı.. bunlarda? “ Elindeki notları kast etmişti.

“Arınç’ın demecini yazdım oraya, istemiştiniz. CHP’lilerin birkaç sözünü ekledim. Bir de bazı soruları derledim sosyal medyadan.”

“Ah, tamam, çok iyi. Bakayım şimdi onlara.”

 

Mehmet Han’ın İslamcı Çevreden Ayrılışının Sırrı

Kız da yazıyor galiba. Yani bana ilgi duyuyor, ilgimi çekmeye çalışıyor, argoya da alıştım hemen. Evli halbuki. Ama çok yetenekli, eli çabuk. Ebru da zekiydi, ama biraz yavaştı, bu tam medya faresi. Cevap versem mi? Ya, ajan majan çıkar, ketenpereye getirir adamı, biraz daha tanımalı. Canım, ne günlere kaldık... Tam paranoya toplumu olduk.

“Odaya çay falan ister misiniz?”

“Yarım saat sonrası için rica edeyim. Şimdi bir ayaklarımı uzatayım, sağol.”

Öyle de yaptı. Kapattı kapıyı, koltuğu divana yaklaştırdı, ayaklarını uzattı üst üste koyduğu iki yastığa. Kartları yanındaki sehpaya bıraktı. Az sonra bakardı onlara, bir de sabah okuyamadığı birkaç gazeteye. Gözlerini kapadı. Başka zaman yaşamadığı tuhaf bir yorgunluk çökmüştü üstüne. Bir zamanlar beş vakit namazı kaçırmazdı, şimdi fırsat buldukça... Bir Hadis-i Şerif geldi aklına: “Bilgili olarak uyumak, bilgisiz olarak namaz kılmaktan hayırlıdır!”

Kimseye yaranamadığını düşündü. Bazen içi cız ediyordu ama, çoğu kez umurunda değildi. Kimseye yaranamadıkça daha yükselmişti kariyerinde. Mehmet Han’ın ne işe yaradığını bilen bir sessiz çoğunluk, sessiz de sayılmazlardı gerçi, twitle, mesajla, karşılaştığında yüz yüze, yüzlerce, binlerce insan, her kesimden, her yaştan, takdir belirtirlerdi. Yaptığı işte iyi olmaktı en önemlisi. İçi ancak böyle huzur bulurdu. İşinin sahipleri, büyük yöneticiler, patronlar falan… Birçok konuda ayrı düşünse de onlarla, işin başındaki kişiler amele önem verirlerdi, görüşe, bakışa değil.

Bakışlar da önemliydi gerçi. Kızların bakışları… Kadınların bakışlarının içinde uyandırdığı hisleri, geçmiş deneyimlerime de başvurarak ve yeniden canlanmaya başlayan dimağımla çıkarıyordum tekrardan. İki cins arasındaki bu etkileşimin muazzam gücü benimki gibi evreni kaplayan bir bilinç için bile her rastladığımda şaşırtıcı, her yeniden fark edişimde kafa zorlayıcıydı. Her şey üreme gereksiniminden doğmamış mıydı? Her şey ama her şey, terliksi hayvandan daha kılkuyruk bir kamçılıyla, amipe benzer tembel bir başka tek hücrelinin birleşmesi üstüne kurulmamış mıydı? Tüm bu uygarlık, bu koca koca devletler, muazzam gökdelenler, yeryüzünü delen otoyollar, vızır vızır uçan çelik kuşlar, roketler, uzaya gönderilen mekikler, milyonlarca bedeni parçalayan bombalar, onca savaş… Hepsi bu iki hücrenin uygun biçimde veya uygunsuz biçemde birleşmesi için miydi? Freud denen dahinin dediği gibi bu iki hücre miydi tüm medeniyetleri ve barbarlıkları ortaya çıkaran? Onca abuk sabuk spekülasyonu yanında sadece bunu demesi bile devrime yol açmamış mıydı insanın akıl tarihinde, kültür serüveninde.

Niye dünyayı fickliyorsun ey insanoğlu, insankızı? O kamçılı titrek mikrozibidiyle, o lök gibi oturmuş  dev anası mikrokokoş aşk üretsin diye mi? Bu ne enerji israfı, bu ne motivasyon müsrifliği! Bir laboratuarda birleştirseydiniz ya bunları, tüp bebek merkezlerini yaygınlaştırsaydınız ya, sperm bankalarını her mahalleye açsaydınız, yol açmasaydınız bu yıkıma. Başka bazı teorisyenler çıktı, her türlü faşizmi cinsel açlık yapıyor dediler, herkes birbirinin üstünden geçti bazı memleketlerde, faşizm daha da şahlandı.  Bu ne enerjiymiş yoksunluğu savaşa yol açıyor; fazlası her yanı yakıyor, kırıyor.

Okuyarak, araştırarak, tartışarak fikir değiştiren insana pek az rastladım. On binde bir. Herkes kendinin alimi. Diyor ki bazıları, insanların çoğu için fikir, çizgi, tutum değiştirten bir şey varsa, o da kişinin yaşam tarzı, yaşam ortamı, küçük büyük çıkarları. Mehmet Han da bir insan, onun için de farklı gelişmedi değişim.

Söylemiştim ya, normal bir İslamcıydı televizyonculuğa başladığında. “İslamcı” denince bozuluyor bazıları, dinini aynı zamanda siyaseten de yaşayan ve uygulayanlar için başka ne demeli? İşte orada sivrildi, tutuldu, parladı. Sonra anlattık, merkez medyaya geçti. Daha da parladı. Bu yüzden herkes bir şey dedi hakkında. Kendisi de bir yığın şey söyledi kendi hakkında. Döndü dediler, eskiden de böyleydi diyenler oldu, dönmedi şekil değiştirdi diyenler çıktı. Kendine göre dönmemişti, eskiden ne hissediyorsa şimdi de aynılarını hissediyordu. Daha önce internetten falan topladığım bilgileri aktarmıştım, şimdi içerden bakıyorum, ruhundan gözlemliyorum, artık iyice alıştım yeni çeperime, haklıydı. Kimse özde fazla değişmez gerçekte.

Ama fikirler, şekiller, yaklaşımlar bir hayli değişebilir. Öz değişmez, düşüncenin özü değişmez, asıl niyet çok değişmez, fikir şekilleri, kalıpları değişebilir. Ve çok basit nedenlerle değişebilir. Bazen aniden, bazen yavaş yavaş. Ve çok basit sebepler söz konusudur.

İşin aslına o saniye vakıf oldum. Eski çevresinde çok popülerdi, el üstünde tutulurdu, bir yığın kız hayranı vardı ama, kapalı, mutaassıp, türbanlı kızlardan bıkmıştı. Türbanlı kız denince bu ayrı bir kategoridir, her türbanlı kapalı, tutucu değildir sosyal anlamda, hatta cinsel anlamda. Nelerini görmüş yaşamıştı da… Yine de sıkılmıştı. Açık kadınlarla da ilişki kurması gerekiyordu, hele o zamanlar çok bir ilgi duyduğu biriyle. Gelin görün ki, yok görmeseniz daha iyi, böyle şeyler mahremdir, İslamcı kimliğiyle, mütedeyyin deniyor hani, ne kadar modern haller vermeye çalışsa da insan kendine, elinde olmaz, rahle, secde, seccade kokar kişi, bu fena bir şey değildir, bir bakıma iyidir de, işte o tarzı, hali, hareketiyle mümkünsüzdü bu dediğim yönde açılım, büyük nispette. İşte o kadar basit. Tüm döndü, dönmedi, değişti, değişmedi, özü böyleydi, hayır aman şöyleydi tartışmalarının hulasası bundan ibaretti. Bazen değişimler böyle sade ihtiyaçlardan doğar ve çoğunlukla sadece onlardan doğar.

 

Dindarlıkta Çok Tuhaf Bir Reform Yaşanıyordu

Mehmet Han’ın neden merkezi yeğlediğini çözümlüyordum, ondaki, kendindeki verilerden. Ortada durmak, merkeze yaklaşmak kadın erkek ilişkileri anlamında da pek fazla parametre farklılaştırıyordu. Ortada durmak demek, merkez demek, tarafsıza yakın demek, kalabalığa katışmak demek. İnsanlar neden şehirlere tıkışırlar. Bir yığın ekonomik, sonra da sosyolojik neden ileri sürecektir sizlere bilim insanları. Her birinde az buçuk doğruluk payı bulunur da, esas neden tamamen psikolojiktir. “Boğulacaksan büyük denizde boğul” deyişi ne demek? Sanki bir yığın vatandaş geldikleri kentlerden, kasabalardan, köylerden daha mı iyi koşullarda yaşar İstanbul’da, İzmit’te, Ankara’da? Nesnel olarak bakarsak hiç de değil. Hatta daha çok kazandıkları bile söylenemez ortalamaya vurursak. Ama “büyük denizde boğulmaya” gelmişlerdir. Boğulmayı kafaya koymuşlardır. Çocukları için hiç değilse. Çocuklarını büyük denizde boğmak için gelmişlerdir. Büyük kentte boğulmayan kişi, bir daha hayatta derede gölde boğulmaz. İçgüdüsel bir itkidir bu. İşin sosyal bir başka yönü de insanların magazine merakıdır.

İki gazete olsun ve bir şahıs bir gazetenin öbürüne göre doğruları daha iyi dile getirdiğine inansın. Diyelim ki bu gazete elli bin satmakta, apaçık yalan yazansa üç yüz bin okunmakta. Yalan yazdığını bildiği halde birçok kişi üç yüz bin satanı yeğleyecektir. Neden? Çoğunluk oradadır ve insanlar çoğunluk nasıl yaşıyor, ne hissediyor, ne yiyor, ne dışkılıyor; bilmek ister. Ünlüler ne yapıyor, ne ediyor, dakika dakika öğrenmek, mümkünse onlarla aynı ortamları, aynı caddelerin havasını solumak ister, onlara yanaşmak ister. Çoğunluk gibi duyumsamak, çoğunluk gibi görünmek ister. Türbanlı kızlardan da birçok güzel çıkıyor, okumuş kafalı çıkıyor, açık kızlardan da. Açık kızlarda en ayrıntısına, en mahremine dek ne varsa kapalılarda da aynısı var. Ama yok! Kapalılarla kendini sınırlandırdın mı ufkunu, yaşamını, umutlarını, hayallerini sınırlamış oluyorsun. Bu kadar temel bir içgüdü. Mehmet Han’ın dönmesinin veya dönmemesinin samimiyetinin veya takiyesinin temel  nedeni, bu derece kökensel, bu derece sadeydi.

O dönerken veya kendince aslında hiç değiştirmediği inanç ve vicdan dünyasında yuvasından çıkartılmakta olan bir vida gibi dönerek yükselirken, belki de dönerek alçalır ve sisteme giderek daha kavi şekilde saplanırken, bir yandan dinini ve dininin geçirmekte olduğu reformu düşünüp duruyordu, buna sevinmek mi, üzülmek mi lazım geldiğine bir türlü karar veremiyordu. Bir yandan “Ümmetimin helakı facir alim ve cahil abid yüzünden olacaktır” Hadis-i Şerif’i kulağında yankılanıyor, öte yandan öyle ya da böyle dindarlığın yayılmasına seviniyordu, gayet uygunsuz üsluplarda yayıldığını her gün müşahede etse de.

Laikler sevinebilirdi: Türkiye bir İran olmamıştı ve asla da olacağı yoktu.  Kapsamlı bir reformdu dinde yaşanan. İran’da bile kısmen yaşanıyorsa, Türkiye’de patlıyordu. Alkol kullanımı üstüne onca yasak ve karşı propagandaya rağmen alkol tüketimi artıyordu. İslamcı partiye oy verenlerin bile birçoğu fırsat buldu mu götürüyordu. Kırık bira şişeleri yol kenarlarında belirgin bir tehlike oluştururken, tüm yeşil alanlar mavi kutulardan geçilmiyordu. Kapanmada da aynı şey yaşanıyordu, kadınların kapanmasında. Eski geleneksel çarşaf bir kenara atılmıştı, aşırı dindarların zevcelerinin kara çarşafları bile seyrelmişti, mini minnacık türban yayılmıştı. Altta son derece prafan, son derece hatlı takatlı dar pantolonlar, tayt etekler… Cinsellik hakeza. Okul kızları okul oğlanları alt alta üst üsteydi, muhafazakar dindar okullarda bile kırk yıl öncesinin kolejlerinde rastlanmayan hadiseler vaka-i adiye olmak üzereydi.

Ama ne reform! Din şekilleşmişti, İslam hoşgörüsü ahlak bakımından katı laik sistemi aratır hale gelmişti. Ne tipler peydahlanmıştı ne tipler; arkadaşına mesaj atıp “… k…m çocuğu, camiye gitmiyor muyduk lan bu akşam” diyebilen serserilerden, cenaze namazında sulu el şakaları yapan zırtapozlara kadar. Bunların büyük bölümü solcu falan da değildi hani, iktidar partisine oy atan kesimlerdendi. Tabi İran’daki gibi gereksiz bir Amerikan karşıtlığı da söz konusu edilmeyince, bu dönüşüme Luther gelse şaşardı. Wittenberg saray kilisesinin kapısına astığı birkaç kağıt yüzünden ne kelleler gitmiş, kaç on milyon insan katledilmişti. Bir Magna Carta için biraz tersinden ne güneşler batmıştı. Bu ülkedeyse iki teneke bira ve bir g-string işi bitiriyordu. İnsan soyu bu. Sosyalizm dedikleri sistem de külotlu çoraba satılmamış mıydı!

Bunları anlamaya başlamıştım, ama henüz nedenlerini kavramaktan uzaktım. Bir ölümlü, bir insan bilincinde hapis kaldıkça da zaten ötesine erişemeyecektim. Şu anda fark ettiğim bir şey varsa o da şuydu: İktidar partisinde ve kapsadığı dindar yığınlarda öylesine bir değerler dönüşümü yaşanmaktaydı ki, bu Mehmet Han’ın değişiminin hızını çoktan aşmıştı. O yüzden küçük bir pişmanlık sincabı ikide bir kafasını çıkarıyor, elde ettiği kazanımları gördükçe seviniyor, fırt kaçıyor, yuvasına çekiliyordu. Acele mi etmişti merkeze kaymakla? Eski muhafazakar çevresi şimdi daha da ortaya yerleşmiş, koca poposu her geçen gün daha da büyüyerek ortaya çöreklenmişti, adeta nefes aldırmıyordu başkalarına, Mehmet Han gibilerin bile kıçlarını kenara ittirdikçe ittiriyordu.

 

Solcuları Ekrana Çıkarmanın Püf Noktası

İnsanların ve Mehmet Han’ın neden ortalamaya yöneldiğini, niye ortalamanın tepesine yerleşmek istediklerini kavrıyordum artık. Karşı cinsle ilişkiler bakımından da ufku genişletiyordu. İşte şimdi büyük denize ulaşmıştı, gerçi deniz, daha doğrusu okyanus çok kaba dalgalıydı ve Mehmet Han’ın yüzeyde kalması için bayağı çabalaması gerekiyordu. Sıkıntılıydı yani bir parça. Hayat bu. Yok, yine de esas manada pişman sayılmazdı. Bunu önleyen güzel bir bilişsel mekanizma çalışıyordu beyninde: Her şeyi en iyi kendinin bildiği fikri.    

Sakın bunu onun kabahati, ona özel bir zayıflık sanmayın. Tüm insanlarda var bu, ancak o sayede ayakta kalabiliyorlar. Her şeyi en iyi kendileri bilir, herkes kendinin en büyük filozofudur, çünkü kendi canlarından, zevklerinden ve çıkarlarından, herkesin bilinci kendisi sorumludur. Daha zeki ve daha bilgili olanları sanılanın aksine bu üstünlüklerini daha sık sorgularlar. Ama sonunda aynı yere varırlar: Kendi fikirlerime aynen katılıyorum! Birisinin bir yazısını okusa, o yazıda ölümsüzlüğün sırrı açıklansa, oraya bakmaz büyük çoğunluğu. “Benim duruşuma, benim konumuma aykırı bir şey var mı burada?” Onu bulur çıkarır ve kendi konumunu haklı görmek için kavgasına tutuşur. Öylece uyuya kaldı…

Uyandığında program vaktinin hayli yaklaştığını fark etti. Böyle uyuyakalmak ona göre bir şey değildi. Şaştı yeni hallerine. Zaman zaman ayağını uzatıp dinlenmek tamam da, başından beri uyumaya meyletmesi, üstelik bunu olağan sayması! Garipti. Beyni çok çabuk yoruluyordu, adeta ısınıyordu. Aceleyle kalktı, tuvaletini yaptı. Susamıştı, bir bardak su koydu kendine şişeden. Sonra notlarını son kez hızlı biçimde gözden geçirdi. Rahattı yeniden. Stüdyoya yürüdü.

Yardımcılarıyla konuştu, bir problem görünmüyordu. O sırada ilk konuğun geldiğini haber verdiler. Hayli erkenciydi, ama geç kalmasından iyidir. Konuk salonuna geçti, Cemalettin Canan karşısındaydı. Konuklarını nazik ve sıcak karşılardı hep. Programda bir sıkıntı yaşanmaması için iyi bir metottu; içinden, kendiliğinden gelen nezaketinin bir sonucu olmasının yanı sıra.

Cemalettin’le daha önce de birçok program yapmıştı. Beş veya altı kez. Bazı izleyiciler televizyon tartışmalarına hep aynı konukların çağrılmasını eleştirirlerdi. Oysa açıklanabilir mantıklı bir nedene dayanıyordu keyfiyet. Bir değil birkaç nedene. Bir kere her çağrılan koşa oynaya icabet etmezdi çağrıya. Bazıları nazlanır, kimisi şart ileri sürer, kimisi gelmemek için bahaneler üretirdi. Bazıları bunu ilkesel nedenlere bağlar, bazıları sosyal fobilerini mazeret gösterir, bazıları o fobiyi gizlemek için farklı gerekçeler yaratırdı. Bir de anlamlandıramadığı  biçimde, televizyona çıkanlar yüzünden, o programlar yüzünden böyle bir şeyi neredeyse ayıp sayanlar vardı ki, ona söyleyecek bir laf zaten bulamıyordu.  

Televizyona gelecek konuk bir kere gayet istekli olmalıydı. Orada susup kabız kabız iki üç cümle tahliye ettikten sonra, sıranın ötekine geçmesini bekleyen cinsten insan seçemezdiniz.  Bir de onunla yalnız kaldığınızı düşünün, başka tartışmacı yok, karşılıklı bakış bakış nereye kadar? Konu üstünde konuk fikir söyleyeceğine sunucu konuşmak zorunda kalırdı ki, bu bir televizyonculuk başarısızlığı anlamına gelirdi. Fazla laf çevirdikçe gaf yapma olasılığının artması cabası.  

Bazı kişiler öyle ya da böyle, sudan gerekçelerle programa katılmayı reddederler, ertelerlerdi. Onlar kafadan kara listeye alınırdı. Bu kara listeler dost program yapımcıları arasında paylaştırılır, uzatılırdı. Zaten hiç teklif götürülmeyen bir hayli kalabalık vetolular grubu da bulunmaktaydı ki, bunda kabahat televizyonculardan çok o kişilerin çıkıntı durumlarıydı. Marjinallere yer yoktur ekranda, reyting getireceklerse bir şaklabanlık unsuru olarak kullanılırlar, sonra atılırlar.

Cemalettin solun kadrolu temsilcilerinden biriydi.  Burada ana kurallardan en önemlisi, sol temsil ettirilecekse eğer, sol siyasi partilerin temsilcilerini ortamdan uzak tutmaktı. Diyelim ÖDP’nin örgütlediği bir olayı ekrana getirmek gerekti mecburen. Böyle şeylerden zaten olabildiğince kaçınılırdı ama, şayet zorunlu hale gelmişse, programda ÖDP’yi temsil edermiş gibi, ÖDP’nin kanlı bıçaklı olduğu bağımsız bir sol entelektüel seçilirdi. Böyle bağımsız bir entelektüel bulunamamışsa ola ki, internet taranır, en küçük, şöyle otuz kırk üyeli hangi sosyalist parti varsa, oradan biri davet edilirdi. Bütün bunlar başta mantıksız gibi görünse de, televizyonculuğun kuşaktan kuşağa aktarılan ve daima fayda sağlayan raconuydu.

İşte Cemalettin de sol bilirkişilerden biriydi. Solu, solculuğu sevdiği kesindi. Böylece onu konuşturmakla, programı yapan kişi, burada ben, yani Mehmet Han, solculara, sosyalistlere kazık atmış gibi hissetmezdi kendini, vicdanı rahat ayrılırdı izlenceden. Cemalettin zaten sol çoğunluk ne yapmışsa, ne düşünüyorsa, iyidir hoştur, bilhassa lazımdır, diyen tiplerdendi. Solculuğu kendine yaşam alışkanlığı, bir meslek seçenlerden. Olaya profesyonel bakıyorum diyen ateist imam gibi değildi anlayacağınız konumu. Gerçi solculuğu bir meslek olarak seçenlerle, sol değer denilen bazı şeyleri karakterinde içselleştirenlerin aynı şahıslar olmadığı da iddia edilirdi birilerince. Ama ben mengeneye kaptırdığım bilincimle bunları tahlil edecek halde değildim şimdilik.

 

Sağcılarla Solcuları İktidara Ortak Ediyordum

Cemalettin kuvvetle elimi sıktı, tam bir devrimci tokalaşmasıydı bu. Bense her zaman biraz gevşek olan parmaklarımla, azcık mesafeyi korumak istedim gene, ama öyle sert kavramıştı ki, canım acımasın diye ona bir hamle karşılık verdiğimde bunu içtenlik cevabı olarak algıladı. Yine de bayağı saf insanlardı bu solcular. Evet, bir bakıma ben de biraz solcu sayılırdım ve bende de azcık vardı o saflıktan. Acaba? Neyse canım.

“Çok hassas bir konuyu yine tam zamanında seçmişsiniz. Kutlarım. Sizin gibi gazeteciler hâlâ var, o zaman umut da var.”

“Ne olacak, öyle düşünmeyin. Bu görevimiz. Ben sadece işimi iyi yapmaya çalışıyorum.”

“Keşke herkes kendi işinde sizinki gibi duyarlı olsa. Emin olun bu coğrafyada birçok problem sadece bununla düzelir. Sadece bununla.”    

Memnun olarak güldüm, her zamanki gibi şirin ve sevecen bir tebessümdü bu. Eh, burada dur, daha fazla gidersen yağcılarda inecek var, diyeceğim, dedim içimden. İltifatın bu kadarı kararında. Ama Cemalettin birkaç söz daha sarf ederek bir sonraki programı da garanti almaya çalışıyordu ki, başka bir konuğumuz daha geldi, bizimki gözümdeki değer balkonundan aşağı uçmaktan son anda kurtuldu.

“Hoş geldiniz  Fatma hanım, yine çok şıksınız, nasılsınız?”

Nesi şıksa artık! Sımsıkı beyaz bir bağ kafasında, onun altında bile siyah örtü, takva üzere. Bu takva da yeni bir takva, sünnet olmadığı mutlak. Altta yine simsiyah bol bir buluz, buluz mu şal mı, çarşaf mı belli değil. Kadınları şıklıktan uzaklaştırmak için tasarlanmış bir kıyafet ne kadar şık olabilir! Yine de eli yüzü düzgün, sevimli bir kadın… Bu giysiyle ancak bu kadarı olabilir işte, orada yalan yok. Ah, ben bu şekil ve şemail için ayrıldım aranızdan, yine onun özgürlüğünü en çok ben savunuyorum.

“Allaha şükür Mehmet bey, sizi sormalı.”

“İyiyim teşekkürler hamdolsun. Erkencisiniz…”

“Eh, biraz ısınmak lazım. Sporcular da böyle yapmaz mı.”

“Doğru diyorsunuz. Ne kadar erken gelirseniz bizim için o kadar iyi. Sohbet ederiz. Bakıyorum gözleriniz ışıldıyor yine. Ne tiyolar vardır orada ne tiyolar. Bize içerden bir şeyler çıtlatacak mısınız?”

“Bizim içimiz dışımız birdir hocam, ne varsa söylüyoruz işte.”

Gülüştük.

Cemalettin’le de selamlaştı Fatma hanım. Adam elini uzatır gibi oldu, belki sıktırmaz diye geri çekti sonra çekinerek, ama Fatma hanım aldırmaz öyle şeylere, bu kez o uzattı, tokalaştılar.

Gelen konuklar bu salona girer girmez bakanlar kuruluna girmiş gibi hissederler kendilerini, iktidarın bir parçası gibi hissederler. Beni de başbakan gibi görürler. Doğrudur bir bakıma. İktidar burasıdır, erk burada şekillenir. Ne kadar otorite dozu yüklenecek, ne kadar muhalefet katılacak, burada hesaplanır. Burada birleşir hükümet, ana muhalefet, baba muhalefet, onlarla birlikte iş çevreleri, güç çevreleri, akil adamlar, kafa adamlar, ideologlar burada birleşir, anlaşır veya anlaşamazlar. Aslında sonuçta anlaşmış olurlar. Sadece buraya katılmakla, buranın hakemliğini onaylamakla anlaşmış olurlar, burada başkan ve başbakan oluruz. Yalnızca bir saatliğine olmayız. Saatlerimiz biteviye tekrarlandığından bir hayli ve birçok bakımdan ciddi ciddi oluruz. Toplumun kafası burada yönlendirilir, yollar buradan açılır, kapanır.   

Biri demiş ki bir vakit, televizyona çıkmakla gün gelecek herkes on dakikalığına ünlü olacak. Pek makbul bir sözdür. Durmadan yinelenir, bunu yinelemek entelliğin bir parolasıdır. Boktan bir laftır aslında. Ünlü olmak kolay mı, o kadar yaygınlaşmasına izin verilir mi, kim inanır böyle bir zırvaya. Vatandaş “star” ister. Star gereksinimi bütün milletlerin en temel gereksinimlerinden biridir. Ve insan hafızası ancak belli sayıda starı kapsayabilir. Bu sayıda bir artış, bir kabarış, evet, görülüyor, ama bir yere kadar. Bir yerden sonra unutur insanlar, çok yüz gördü mü, aynı hızda unutur, yok sayar. Sayı kabardıkça, patladıkça starın anlamı kalmaz ki. İşin doğasına uygun değil herkesin star olması. Ünlü olmak isteyense çoktur, o ayrı konu. Her devirde vardı bu.

Müsaade isteyip yanlarından ayrıldım. Stüdyoda son hazırlıkları denetledim. Zaman, başlangıca yaklaştıkça hızlanırdı. Kalkışa az kalmıştı. Ben de merakla bekliyordum olacakları. Az sonra program başlayacaktı ve konu gerçekten önemliydi. Büyük olasılıkla büyük dönüşümle, dev sıçramayla ilgili gelişmeler tartışılacaktı ve yepyeni şeyler öğrenecektim. Belki çok önemli ipuçları… Belki de ipucundan öte, sonuca götürecek sırrın ilk cümlesini duyacaktım. Bendeki merak arttıkça Mehmet’teki heyecan da arttı. Her program öncesi olurdu biraz heyecan, ama böylesine sıkıntısız geçmesi beklenen bir programdan önce? O da bir anlam veremiyordu.

Öteki konuklar da gelmişti. Mehmet hepsini karşıladı, tek tek her biriyle kısaca sohbet etti. Ve sonra. Beş, dört, üç iki, bir. “Tarafsız Saha” başladı.  

 

Merkez Medyaya Kaymamda Eva Herzigova’nın Rolü Büyüktü

Konu cidden çok mühimdi. Kırk bin kadar insan ölmüştü Kürt meselesiyle ilgili iç savaşta ve otuz yıldır ilk kez çözüme, barışa bu kadar yaklaşılmıştı. Konuklarla bu konunun esasını ve ayrıntılarını tartışacak, hem kafamdaki soru işaretlerine yanıt arayacak, hem de kamuoyunu doğrudan bilgilendirecektim.

İlk sözü Şahap beye verdim. Neydi bu “akil adamlar” meselesi? Hükümete yakın görüşleri iyi bilirdi Şahap bey. Kimlerden oluşacaktı bu kurul, işlevi ne olacaktı?

Vahap bey konunun magazinleştiğinden, Bülent Arınç’ın da bu yönde sözler ettiğinden başlayarak hitaba girdi. Ben hemen atladım, “Ne olacak, magazinleşsin, yeter ki topluma açılsın, herkes ilgilensin.” Magazini severdim çok, daha doğrusu Mehmet severdi, onunla kendimi aynı görüyorum, özneyi öyle ifade etmek zorundayım. Biz veya ben. Ben diyorsam artık beni ihtiva eden Mehmet’tir.

Şahap bey konu hakkında bir yığın spekülasyon yapıldığını, ama kurula katılacakların henüz netleşmediğini gayet açık seçik ve birinci elden kaynaklara dayanarak ifade etti. Ne güzel gazetecilik. “Ne iş yapacak bu kurul ama?” diye tekrar daldım ortaya, “Nasıl çalışacak?” Kendimi vatandaşın merakı, adeta vatandaşın kafasına raptedilmiş koca bir soru işareti gibi görür ve öyle takdim ederdim. Program başarımın püf noktası budur.

Şahap bey izah etti: “PKK’nın silahlı güçlerinin Türkiye’den çekilmesini, burada bir operasyon veya provokasyon yaşanmamasını denetleyecek bu kurul. Bilgileri toplayacak, gözlemcilik yapacak, iki taraf arasında sağlıklı iletişimi sağlayacak” dedi.

Konu ondan sonra iki eksende derinleşerek gidip geldi. Biri kurulun kimlerden oluşacağı ve niteliği konusu, ikincisi asıl işlevinin ne olduğu, olması gerektiği. Örneğin hemen sonra söz alan Fatma hanım, “akil adamlar” heyeti yerine, “akil kadınlar” heyeti kurulması gerektiğini, barış süreçlerinde kadınların çok daha akil rol oynadığını ifade etti. Başta Zevcesizoğlu olmak üzere öteki konuklarım hemen desteklediler bu fikri, kadınların barışseverliği üstüne veciz laflar sıralamaya başladılar. Ne kadar kadınsever, ne kadar uygar insanlardı böyle! Konukları iyi seçmeyi iyi bilirdim hep. Gerçi o an çok kavgacı bazı kadın BDP’li milletvekilleri, bir de nedense Tansu Çiller geldi aklıma, ama istisnalar kaideyi bozmazdı. Zaten şu kadın ve kadın hakları meselesi hoş bir latife olarak erkekleri gülümseten, sinirlerini bir an için gevşeten bir işlevde ara sıra açılır ve hep de işe yarardı. En ciddi siyasi kavgalarda bile işe yarardı, en sıkı ağız dalaşının ortasında kadınlardan söz etseniz, erkekler bir hafif cinsel uyarım hissetmeye, sinsi sinsi gülümsemeye, erkeklik gibi bir cinsel potansiyelin kendilerinde saklı bulunduğunu anımsamaya başlarlardı. Sevecen ve sırtarır hale geçerlerdi, kendilerini güvende duyumsarlardı, iyi ki kadın değiliz diye sevinirlerdi zavallıcıklar. İyiydi kadın haklarından bahsetmek, programa kadın konuk çağırmak her zaman güzel sonuç verirdi. Fakat konumuz o değil.

Zevcesizoğlu, akil adamlar adı yerine “barış ve uzlaşma komisyonu” gibi bir ad önerdi. Bu teklif tutuldu. Çünkü daha önceki benzeri girişimlerde neredeyse herkes adlara takmış, bir arpa boyu yol kat edilememişti. “Aydınlar Heyeti” dense, “Bu kazmalar mı aydın?” diye itiraz ediyordu birileri, “Arabulma Müessesi” dense, “Bunlar mı tarafsız?” diyordu diğer başkaları. Barış ve Uzlaşma Komisyonu. Ben onun üstünde pek durmadım. Adıyla değil, işleviyle ilgiliydim heyetin. “Barış” ve “uzlaşma” kavramlarına da bir kulp bulan çıkacaktı elbet.

Zevcesizoğlu konuştukça ruhum çözülüyordu, sakinleşiyordum iyice. Dindar insanlarla birlikte bulunmak bana yine de daha bir huzur veriyordu. Mehmet Han’ın dimağında, geçmişinde tasavvufa çok yoğun heves gösterdiği birkaç yılı süratle taradım.  Yedi aşamalı saflaşma çilesinin birinci aşaması “tövbe”yi geçmiş, ikinci aşaması “vera”da gidip gelmiş, takılıp kalmıştı. Dünya zevklerinden vazgeçme aşamasıydı bu aşama ki, tıp öğreniminde ikinci yılda öğrencinin karşısına dikilen anatomi duvarından bin kat daha zordu geçmek. Ne kendini suçlamalar, ne takıntılı kovulmak bilmez saplantılar yaşamıştı o dönem. “Vera” makamına ulaşması gerektiğini her düşündüğünde, hastalıklı biçimde aklına “Eva Herzigova” geliyordu garip bir çağrışımla ve günaha girdiği için yeniden kendini suçluyor, suçluyordu. Sonunda dedi ki: “Bu iş bana göre değil.” Yine de o eğitimden bayağı bir şeyler kalmıştı gönül aleminde.    

Heyet sadece gözlemle mi yetinecek, yoksa taraflara güvence oluşturan daha sıkı bir yaptırım konumunda mı bulunacak? Şahap beyin aksine öteki konuklar heyetin süreçte daha aktif ve yaptırımcı bir görev ifa edeceği, en azından öyle olması gerektiği düşüncesindeydiler. Zaten PKK’nın beklentileri de bu yöndeydi. Değil yalnızca heyetin ağırlığı üstünde, bu heyetin ve çekilmenin yasal güvenceye kavuşturulması gerektiğinde de ısrar edecek gibi görünüyorlardı.

“Başbakan’ın iradesi yetmez mi, Karayılan yetmez diyor” diye ortaya attım. “Haklı” dedi Canan, “Başbakan’ın kendisinin de yasal güvenceye ihtiyacı var. Sonra bir gün ondan da bunun hesabını sorarlar yoksa.”

“Ama heyetin güvenilir olması, çok güvenilen kişilerden oluşması şart, öyle değil mi?” diye tekrar ağırlığımı koydum dağılan tartışmaya. Nedense söyleşi ne zaman somut şeylere yönelse dağıldığını düşünürdüm. Buna bir anlam veremedim. Eskiden her ne yapsam niye yaptığımı az çok bilirdim, şimdiyse her iki bilincimle ortak bilincimi izliyordum, bir film kahramanını izler gibi.

 

Hanimiş Benim CHP’ciğim!

Zevcesizoğlu’nun vurguladığı yönde, kurulun hakikaten herkesçe kabul gören, her kesimin onaylayacağı kişilerden oluşması gerektiğine oy birliğiyle karar verdik. Böyle bir şey mümkün mü, diye sordum içimden kendime, ama biz öyle demişsek mümkündü, çünkü biz bu programlara kimi çıkarırsak, onlar bütün kesimler demekti ve böylece toplumda bütün kesimlerin onayı alınabiliyordu.   

Akil adamlar, güvenilir adamlar, bütün kesimler, akil adamlar… O an beklenmedik bir biçimde çok garip bir şey kıpraştı içimde, yani bilincimde. Ani bir megalomani kabarması. Korkarım ki giderek uyanmaya yüz tutan kendi bilincimin “med”di, Mehmet’in önüne açtığı geniş görüş ve bilgi denizi etkiliydi bu kabarmada, çünkü Mehmet kendi bilinciyle benimkini karıştırmaya, bir ve aynı görmeye başlamıştı ve öyleydi de zaten. Onda da olurdu benim varlığımdan bağımsız olarak, aniden bir görüşme esnasında kendini çok yukarda görme hali, onda da zaman zaman bu ve başka nedenli densizliklere rastlanırdı, ama böylesini sanırım yaşamamıştı. Birden bire karşısındaki konukları, ki hepsine ayrı ayrı saygı duyuyor, onları değerli buluyordu, bilinç yönünden, akıl ve zekâ yönünden, her şeyden önce de karakter yönünden… kendinden çok aşağı gördü. İçinde şöyle bir ses yükseldi: “Denizi bir testiye döksen ne alır? Bir günlük su ancak.” Burada deniz kendisiydi, testiler de karşısındaki kafalar. Olabilir, herkes zaman zaman aynı duyguları yaşayabilir diyeceksiniz. Yok, bu öyle değil. Birden bire bunu ifade etmek gereği duydu, Gilles de la Tourette hastalığındaki gibi ani bir  refleksle. “Yahu, bırakın bunları, akil adamlar diyorsunuz, güvenilir adamlar diyorsunuz, ne akili yahu, sakil adamlarsınız siz, basbayağı sakil adamlarsınız!!!”  

Dedi mi? Ben şoke olmuş hareketsiz, işlevsiz kalmıştım. Bereket demedi, son anda tuttu kendini, dilinin ucundan geri çekti. Ya deseydim, diye birden paniğe kapıldı. Yüzü belli belirsiz kızardı, ama hemen topladı kendini. Yine patlayıcı başka bir soru ortaya atarak, ne sorduğunu bile bilmiyordu o an telaştan, durumu kurtardı. Tecrübeli bir sunucuydu. Öyle ki, hemen birkaç saniye sonra kendini takdir etti ve rahatladı. 

Tartışma, Cemalettin Canan’ın “PKK’nın meşru direniş hakkını” savunmasıyla devam etti. Bir halk eziliyorsa, direnmek hakkıydı, bu direnişte şiddet de kullanılabilirdi ve bu şiddete terör demek son derece yanlıştı. Fatma Böğürler hemen karşı çıktı buna. Artık bu dili bırakmalıyız, şu haklıydı, bu değildi, sen daha çok kan döktün, yok sen daha çok döktün kavgası terk edilmeliydi. Bu, barış ve uzlaşma sürecine zarar verirdi. Öteki konuşmacılar da öneriye destek verdiler, Cemalettin bey biraz yalnız kalır gibi oldu, ama mesajını vermiş bulunmaktan gururluydu yine de. Bir konudaki hayretimi dile getirdim ve pek isabetli bir saptama olarak hemen destek buldu. O da dille ilgiliydi. Şu anda uzlaşma masasına oturan ve yumuşak bir söylem seslendirmeye özen gösteren, hatta birbirlerinden “demokratik bir güç” olarak övgüyle bahseden taraflar, daha bir ay öncesi ne küfürler yağdırıyorlardı birbirlerine. Biri ötekine faşist diktatör diyor, öteki ise bebek katili haydut diye bas bas bağırıyordu. Birkaç hafta içinde lisan tamamen değişmişti. Mucize gibi bir şeydi bu ve çok iyiydi.

Destekten güç alarak toplumdaki bir kesimin daha itirazını dile getirdim. Muhalefet partilerine, örneğin en başta CHP’ye yeterli bir bilgilendirme yapılmıyordu ve sürecin sağlığı “adına” olumlu bir hal sayılmazdı bu. Zevcesizoğlu bu konuda bana hak verdi ve hatta daha ileri gitti. Cemalettin bey de aynı fikirdeydi ve sorunun baştan sona mecliste tartışılması, meclisçe ele alınması gerektiğine işaret etti. Yasal güvence şarttı akil adamlar heyeti için de, çekilen PKK’lıların güvenliği için de. CHP’liler de ne de olsa parti kurmuşlardı ve onlara da bilgi verilmeliydi. Hatta MHP’lilere bile bilgi verilse iyi olurdu.

Fatma hanım “Evet haklısınız, iyi niyetle baktığınızda herkese bilgi vermek gerek, ama bu CHP’liler, bilirsiniz hiç iyi niyetli değildirler. Bilgi istiyorlar, ama verince duymadık almadık, diyorlar” şeklinde partisinin çaldığım düdük çizgisinin kaçınılmazlığına vurgu yaptı. Ötekiler bu izahata hak verdiler, CHP zaten böyleydi, ama onlar da en nihayetinde insandı, o yüzden bilgiyi yine de bir şekilde kakalamak gerekiyordu. Almak istemiyorlar mı, burunları sıkılarak zorla çeneleri açılabilir veya bak otobüs geliyor, aç iyice ağzını bakiyim hanimiş CHPciğim, ham yap şeklinde, kandırılarak o bilgi verilebilirdi. Yine de evet, zordu, bir kez kötü niyetli olmayaydı bir parti. Solcuların büyük bölümü kötü niyetliydi. Muhalif olmak demek zaten niyeti bozmak demekti. Şimdi bu süreçte uysal davrananlar iyi niyetliydiler, ötekiler toptan kötü ruhluydu.

 

Provokasyon İlk Kimden Gelecek?

Peki, bu PKK’lı silahlı güçler çekilecekler de, neden çekilmiyorlar hemen, niye uzun bir takvim konuşuluyor o konuda, kimi diyor Eylül’ü bulur iş, kimi diyor bu yıl tamamı gitmez. Niye böyleydi? Konunun bir numaralı bileni, adeta bir gerilla uzmanından öte gerilla bileni, yine nedense yandaş olarak adlandırılan gazetelerden birinden yaman bir gazeteci Tekiner Tekin’e sordum: “Ya, bu silahlı güç.. silahlı güç denilenler kaç kişidir?” Az önce eliyle saymış gibi tak cevabı yapıştırdı: “2200. Az fazlası olabilir.” Zevcesizoğlu, “2000 galiba” diye söze girdi, Cemallettin ise 3000 rakamını ortaya attı. Tekiner’se, “Hah! Sizi gidi işin içinde olmayanlar, içerden bilgi almaya yetkili bulunmayan zavallılar” gibisine aşağılayıcı bir gülümseme kondurdu dudağına, “Yok yok” dedi gururlanarak. “Sayı bu: 2200.” Sustu ötekiler. Karşılarında sanki PKK komutanı vardı.

Girdim yine araya: “Tamam da Tekiner, bu kadar insan nerelerde ve hangi yollardan geçerek ülkeyi terk edecekler?” Tekiner aldı sazı eline, bir bir anlatmaya başladı. Adeta kafamızda çizdi haritaları ve orada dağların arasından, vadilerden, yüksek sırtlardan geçen upuzun yolları. “Bir film gibi anlatıyorsun!” diyerek hayranlığımı belirtmekten kendimi alamadım. Bunu duyunca daha da keyiflendi adam, anlatımı dengbeşlikten gerilla komandantesine doğru evrildi, sanki gruplara tek tek kendi emir veriyor, öylesine ayrıntı şeyleri biliyordu, ya işte ben onların bu kadar içindeyim, sizin hiç bilmediğiniz isyancı sırlarını ben ancak şimdi sizinle paylaşıyorum, der gibi. Ama, daha ne gizler, ne saklı malumatlar var bende, der gibi. Öyle övüngen bir sırıtış, öyle tepeden bir tebessümle…  Vay be, dedim içimden, adamlar iktidarın en gözde gazetesine ne biçim sızmışlar veya iktidar adamların en gizli kayıtlarına nasıl nüfuz etmiş veya kim kime ne oranda girişmiş, kim elini kimin cebine ne esaslı sokmuş, karıştırmış!

“Peki” dedim, “silahla çekilme bu kadar uzun zamana yayılırsa, provokasyon asıl o zaman çıkmaz mı?”  

Evet, konuklarımın da bu yönde endişeleri mevcuttu. Daha önceki bir ateşkes bir provokasyon nedeniyle bozulmuştu, herkesin malumu Şemdin Sakık hadisesi. Cemalettin bey provokasyonun PKK’dan değil, devletten gelebileceğini belirterek bizleri uyardı. Sakık Ergenekon davasında gizli tanıktı, anımsadım. Bu da Cemalettin’i doğrular gibiydi. Devlet istihbarat aldığı halde baskını önlemek için bir şey yapmamıştı. Bu bir iddiaydı. Ama Sakık o sırada nasıl bir üniforma giyiyordu, bu soruyu sormak şimdi tatsızlığa yol açabilirdi. O üniforma şimdi koruma altındaydı. Yine de zor tuttum kendimi. Nitekim Şahap bey örgüt içinden de provokasyon gelebileceğini söyleyerek tarafsızlığıma leke düşmesini önledi. Bunun üzerine örgütün orta kademelerinin sürece karşı durduğu meselesini tartışmaya giriştik. Karayılan bile onları ikna etmenin kolay olmadığını söylüyordu. “Yok” dedi Tekiner, “Öcalan söyledi mi akan sular durur.” Ruhuma biraz su serpildi.

Mamafih aklımdan aynı kuşku silinmemişti. Bir daha deştim. Orta kademe diyormuş ki, yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik, şimdi niye vazgeçiyoruz. Hem hep birlikte endişelendik buna, hem de Cemalettin bey dışında bir şeye sevindik. Adamlar bağımsızlıktan falan vazgeçmişlerdi. Silahı bırakacağız demişlerdi. Daha ne istenebilirdi. Birlik ve beraberlik sağlanmak üzereydi, ümmet anlayışı üstünden, ondan veya bundan, kanın durmasına kim sevinmezdi. Hep birlikte sevindik.

Sordum Zevcesizoğlu’na “Tamam sayın hocam, hayırlı bir aşamaya girmek üzereyiz. Peki, ama, insan sormadan edemiyor, yazıklanıyor. Bağımsızlıktan da vazgeçtiler. Onca insan boşuna mı öldü?”

“Yok, buna artık böyle bakmayacağız” dedi Zevcesizoğlu. Bence içlerinde en insani, en sevecen yaklaşan oydu, siyasete, yaşanan tüm olaylara. “Bundan sonra kimsenin ölmemesi için çalışacağız. Mesele budur. Geçmişte ne olduğunu bir kenara bırakalım. Bundan sonra hiçbir gencin hayatını kaybetmemesi için hep birlikte uzlaşmalıyız.” Samimiydi.  Sordum: “Bunun için başka ne yapmalıyız?”

“Bunun içinde af çıkarma da var” dedi Zevcesizoğlu. “Özgür olacak, herkes özgür olacak.” “Öcalan da dahil mi buna?” diye sordum. Gülüşerek cevapladılar. Keyiflendiler. “Öcalan da dahil.”

İyi bir yere gelmiştik. Hem programda tartışma anlamında, hem ülke olarak. Zevklendim.  İçimde gurur kabardı. Ama aynı anda vicdanım da kabardı. Yani Mehmet Han’ın vicdanı. Anlatmıştım size daha önce: Vicdan denen şey insani bir düzenektir ve bizde bulunmaz ona benzer bir şey. Zayıflıktır, mantıksızlıktır, kibirdir, saygısızlıktır. O yüzden onunla her karşılaşmamızda atışırım, küçümserim, önemsesem ezerim, ama ezecek kadar bile önemsemem. İşte o gurur ve keyif ruh halinde, biraz da olağanın tersine vicdanı da kabarmıştı Han’ın. İçinde bir ses yükseldi, içinde de değil, adeta akıl hastalarında rastlandığı üzere, zihnine dıştan bir ses gibi fısıldandı: “Bir kavmi fasıklar yönettiğinde o kavmin helak olması yakındır.”

 

Paris Komününden 140 Yıl Sonra!

Konuşuyorduk onca zamandır, ülke nice zamandır konuşuyordu, kimse ölmesin, bundan sonra evlatlar analarının kucağına hasret gitmesin, bundan sonra analar ağlamasın. Ama bu bir davaysa eğer, haklıysa, şimdi ondan vaz mı geçilecekti? Yine sordum: “Peki onca insan, kırk binden fazla insan boşuna mı öldü?”

Kem küm ettiler, net bir yanıt vermediler, konuyu değiştirdiler, yandan sorular sordular, çamura battılar, batağa yattılar. Önemli olan bundan sonra kötü niyetlilerin kışkırtmalarını önlemekti, bunda ittifak kurdular.

“O takdirde” dedim, “bunlar çekiliyor ama, silahlarıyla birlikte çekiliyor. Niye silahlarıyla birlikte? Niye Kandil’de toplanıyorlar. Orada ne yapacaklar? Orada ne kadar zaman silahlı duracaklar?” Tekiner dedi ki, “Çünkü Suriye’de, Irak’ta, hatta İran’da bu güçlerin silahlı olarak belli yerleri tutması gerekiyor. Oraları boşaltmaması gerekiyor.”

Zevcesizoğlu araya girdi: “Eğer bu güçler, ülke içinde savaşmayı bırakır, ülke dışında savaşmaya devam ederse, tüm bu konuştuklarımız boşa gider.” Onun bu sözü Mehmet Han’ın vicdanını bu kez sinirine basılmış bir diş gibi zıplattı. Ötekiler başka şeyler söylediler ve Zevcesizoğlu’nun sözünü boğdular.

Birden bir fikir yumruğu kalktı zihnimde. Ne zihnimde canım, Mehmet Han’ın beyninde: “İçine sıçayım ben bu dünyanın!” “Ta … … …” ile başlayan hiç alışık olmadığım çok kaba bir küfür ardından geldi. “Paris Komünü yaşananı geçmiş yüz kırk küsur yıl, Ekim devrimi olalı neredeyse yüz yıl, konuştuklarımıza bak! Ne eşitsizlik var bunların içinde, ne sömürü, ne sosyal sınıflar denen şey, ne kapitalizmi konu ettik, ne sosyalizm lafı geçti bir kere, ne adaletsizlikten bahsettik, ne kan emici egemenlerden. Ne emperyalizmi konu ettik, ne dünyanın feci geleceğini. Bu nasıl bir dünya! Bu nasıl sefil bir insanlık!”

Hiddetle döndüm Şahap beye, niye onu seçmiştim, niye adamcağızı gözüme kestirmiştim, en zayıf halka mıydı, en kuvvetlisini o mu görmüştüm, sordum:

“Peki Şahap bey, hükümete yakın kaynaklardan, çok içerden ve sıcak bilgiler verdiniz süreç hakkında. Amerikalı uzmanların görüşü nedir, onların da bazı talimatları vardır kuşkusuz. Onlar ne gibi emirler veriyor, bizi o konularda da aydınlatsanız.” 

“Reklamlara geçmek zorundayız “diyen tiz bir kadın sesi çınladı kulağımda. “Size de aynı soruyu sorabilirim Fatma hanım. Bu sanırım büyük bir proje ve projenin asıl yöneticileri bu konuda sizlere ne gibi…”

“Mehmet bey reklamlara geçiyoruz “ diye patladı aynı ses.

“Bu sorulara kısa bir aranın ardından devam ederiz. Az sonra birlikte olacağız “dedim yarı öfkeli yarı şaşkın.

Ben neler soruyordum öyle!

Reklam girdi, programa ara verildi. Afallamış durumdaydım, konuklarsa morarmış. Yine de hınzır bir espri yapılmış gibi gülmeye çalışıyordu birkaçı. Öyle kendimden geçmişim ki bu birkaçının hangi birkaçı olduğunu söyleyemeyeceğim. Belki hepsiydi, belki hiçbiri.

“İşin o tarafını kurcalarsak benim de söyleyeceklerim var. Ama tartışma sarpa sarar” dedi Cemalletin bey.

“Hangi tarafını?” diye sordum.

“Yani dış müdahale, yabancı etkiler falan safsatası.”

“Ne tasfasası canım” dedim daha da öfkelenerek, dilim bile dolanmaya başlamıştı. “Bana biraz izin verin, rejiye uğrayıp döneyim.”

Hızla stüdyodan çıktım, Fatma hanım arkamdan bakıyordu, anlamaya çalışan gözlerle.

“Ne oldu, Merve?” dedim, “neden bağırıyordun öyle?”

“Reklam arası için Mehmet bey.. Bir de sizi uyarmak istedim…”

“Ne konuda uyarmak istedin?”

“Yani şey için… Tartışmanın akışıyla belki sonradan yanlış bulacağınız bir yere kayabilirdi konu. Ben görevimi yaptım.  Siz demiyor muydunuz bize, ola ki ben de bazen sapıtabilirim, araya girin falan diye?”

“Sapıtmış mıydım?”

“Hayır estağfurullah. Ben sadece sizin bana verdiğiniz görevi yaptım.”

“Yok canım, rica ederim. Hemen savunmaya geçme öyle. Sen doğrusunu yaptın. Çok gereksiz bir soruydu, doğru. Sen doğrusunu yaptın. Ne Amerikalıları, ne uzmanları, ne anlamı var şimdi bunların, olur mu öyle şey!”

Sessizlik oldu. Merve rahatlamıştı, ama ben… Hayır. Sıkıntım iyice artıyordu. Sessizliği fark ettim. Rejide kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Ben ayakta, onlarsa, ikisi karşımda, biri oturmuş, öyle bakıyorduk birbirimize. Telefona takıldı gözüm. Benimki cebimdeydi, ama kapalıydı. Fakat bu telefon. Her an çalabilirdi. Korku filmlerindeki, gerilim filmlerindeki patlamak üzere olan bombaya benziyordu cihaz. Her an beni arayabilirlerdi. Şu saniye zili çalabilirdi. Çalması demek genel yayın yönetmeninin veya patronun araması demekti. Çalacaktı… Çalmak üzereydi... Bekleyemedim.

“Ben toparlarım” dedim.

Koridorda düşündüm, derin derin nefes aldım. Bir yandan kulağım arkada, telefondan gelecek sesteydi. Ama çalmadı. Bekledim. Çalmadı. Bana güveniyorlardı. Durumu kurtarabilirdim. Zararın neresinden dönülürse kârdır.

Girdim içeri . Biraz rahatlamış bir yüzle gülümsedim konuklara. Onlar da tekrar yerlerinde toparlandılar, hazırlandılar. Yayın yeniden başladı.    

“Zorunlu bir reklam arasından sonra programa kaldığımız yerden devam ediyoruz. Biliyorsunuz, RTÜK para kazanmamızı reklamlarla mecburi hale getiriyor” Espri dahi yapabiliyordum, kendime dönmüştüm bakın. Konuklar da gülümsediler nitekim. “Evet, Fatma hanım, Tekiner, sana da aynı soruyu yönelteceğim, tam bıraktığımız yerden. Sizin dış çevrelerle de temaslarınız var. Elçiliklerden, dışişlerinden ve tabii yabancı gazetecilerden. Hava nasıl? Onlardaki hava nasıl? Siyaset uzmanları ne diyor bir de? Yabancı siyaset uzmanları. Gelişmelere umutlu mu bakıyorlar, yoksa bazı kuşkuları var mı?”

Oh, iyi toparlamıştım, toparlamıştı… Burada daha fazla kalamazdım. Bu bilinçten beni “büyük dönüşümün”, “tarihi sıçramanın” gizine götürecek bir ipucu, bir işaret çıkmazdı. Adamı daha fazla zora sokmadan, yeni bir krize yol açmadan derhal bu kafatasını terk etmeliydim.

Zor olmadı. Sıkıştığım dar bir fıçıdan kurtulur gibi, tıpkı Mehmet Han’ın çocukluğundaki bir anıdan anımsadığım gibi biraz ıkındım, sıkındım, fırladım.

“Ohh!! Evren varmış!” dedim. 

27-06-2013
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210548
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.