Oral Çalışlar ve Oğlu Çok Kaliteli İnsanlar

Bahsi geçen dökümleri, söylediğim üzere büyük bir dikkatle izlediğim halde herhangi bir kuşak çatışmasını fark edemememse başka bir yadırgadığım husustu. Reşat Çalışlar’ı al 1968’e götür Oral Çalışlar’dan başkası olmazdı, biraz da İpek Çalışlar eklenirdi elbette karakterine. Oral Çalışlar’ı gençleştir zamane yap, tam da Reşat Çalışlar suretinde çıkardı karşımıza. Başka ne bekliyorsunuz, sosyalistlik popüler halden uzaklaşmış, popüler sosyalistlerse gelir farklarıyla ilgilenmiyor. 

Programın ön sloganları da ilginçti: “Gelenek ve Değişim”. Şimdi yaşlı olanı geleneği mi temsil ediyor, öteki değişimi mi, yoksa bunun tersi mi doğru? Burada hınzırca bir ironi yapılmış sanırım. Üst düzey zeka taşımayanlar düz anlamıyla ve elbette yanlış algılarlar, ama aslı şöyledir: Yaşlı olan değişimi temsil ediyor, çünkü yaşamına tümüyle göz attığımda radikal bir değişim göstermediği neredeyse tek sene geçmemiş, gündelik siyasi görüş anlamında. Tam bir “Leonard Zelig” fenomeni gibi. Şu 20’li yıllarda yaşadığı varsayılan ünlü kişi. Girdiği her çevrede o çevreye uygun davranan, tanıştığı her kişiyle onun gibi görünen tip. Ötekisiyse genç yaşına rağmen geleneksel şekilde babası gibi üstünde şimdiden bir sevgisizlik bulutu toplamayı başarabilmiş. Ötekiler ne: “Tecrübe-Heyecan”. Babası daha tecrübeli ama oğuldan daha heyecanlı görünüyor hala. “Doygunluk ve Arayış”. Bunu karşıt biçimde değil, birlikte yazsalardı anlam daha bir vurgulanırdı. Doygunluk arayışı şeklinde. İyi niyetli bir çabaları var bu konuda, ama başarıya ulaşacaklarını zannetmiyorum.    

Her neyse, “Kuşak Farkı”na kapılmış, istemeden biraz fazla izlemişim, sinirlerim bozulmuş.  İçimden, ta bilinç derinlerimden o ana dek hiç duymadığım feryatlar gelmeye başladı: “Ama niye ama niye? Bana bunu niye yapıyorsun?” ve bir an hıçkırdığımı fark ettim, çok şaşırdım. O an bıraktım kayıtları.

Son olarak bu kuşak farkı taraf farkı Oraldı Parenteraldi Pelindi derken başka bir kayıt buldum. Can Dündar da böyle bir program yapmış meğer. Cümle baba oğul kızları toplamış, bir koyu sohbet döktürmüş, demli çay tadında. Adeta Electra-Oidipus bienali. Kimler kimler var: Kezban Hatemi, Mehmet Ali Hatemi, Oral Çalışlar ve Reşat oğlumuz, İnal Batu ve Pelin kızımız, başkaları…

Bu arada Reşat’ı gördükten sonra Pelin Batu’nun saflığı ve masumluğu ironi konusu olmaktan çıktı nezdimde, somut anlamına kavuştu. Rahibe Teresa kadar iyicil, Zizek kadar bilgiç durdu ötekinin yanında. 

Konuyu uzatıyorum, orada şöyle bir muhabbet ilgimi çekti. Mehmet Ali Hatemi Fransız ekolüymüş, Reşat Çalışlar Alman ekolü. Oradan başladılar, çekişme çatışmaya dönüştü, neredeyse bir gizli servisler savaşının ortasında kaldık, bir susturucu kullanmadıkları kaldı. Neyse ki sonra iş tatlıya bağlandı. Dünya üstünde de benzeri yaşanmaktadır, aslında kanıksamıştım.

“Sizde nasıl gidiyor işler, disiplin sıkı mı?” “Yok be, bana sökmez, idare ediyoruz işte.” “Baban ne kadar alıyor?” “Ooo, çok, senin annen.” “Bizde bütçeyi kıstılar biraz, ama memnunum.” “Risk ne kadar ağır mı sizde?” “Hayır, canım abartıyorlar, rahat aslında…”

Başka yönlere de göz atmalıydım. Yine bu “taraf” şifresiyle ilgili. “Dört Bir Taraf” diye bir program dikkatimi çekti. Kayıtları hemen çıkardım.

Bu da fena olmayan bir tartışma izlencesiydi. Güzel, ilginç, akıllıca. Dört kişi, iki kadın, iki erkek, zekice yan yana getirilmişti. Bir konuyu ele alıyorlar, evire çevire dört bir tarafından  şey ediyorlar. Üstelik bunların kadın olanları daha çok şey ediyordu. Son derece enteresan geldi.   

Daha önce ona yönelmememin bir sebebi de yanlış anlamaya dayanıyordu. “Dört Bir Taraf”ı “Dört Bir Karaf” olarak algılamış, birkaç programı hızla taramıştım. Ortada karaf yani şarap sürahisi falan görünmüyordu. Bir soyutlama yapılıyor sandım. Her bir şahsiyet farklı bir tarzda keyifli bir biçimde vakit geçirtiyor izleyenlere, biraz neşelendiriyor, bir miktar da çakırkeyif uyuşturuyor. Yok, bu soyutlama yönteminin işe yaramadığını kavradığımda acaba yine sözlük kayıtlarından bulduğum raf sözcüğü mü bunlara uyuyor diye düşündüm. Her konuşmacı başka türden bir bilgi birikimini, ekolü temsil ediyor, bunu da raf olarak ifade etmişler… Bu bir espriyse ne kötü bir espri diye düşünmeyin. Espri yapmak değil derdim, gerçeği anlatıyorum. O hızlı ama çok hızlı bilgi alma, algılama ve düşünme süreçlerinde en ufak bir hata, tek bir harf sekmesi, benimki gibi bir bilinci dahi aniden sapıttırabiliyor. İnsan beyni de kaldıramadığı yoğun bilgi akışı altında sık sık böyle hatalar yapmaya başladı, dalga geçmiyorum. İlerde o yükü hiç kaldıramayabilir ve espri ötesinde daha ciddi, hatta hayati yanılgılara düşebilir. İnsan zihni tam bir dönüşümün eşiğinde. Ya bir yol bulup bu krizi atlatacak ya da isabet almış bir savaş uçağı gibi hızla yere çakılacak. Sadede geleyim rafta da aradığımı bulamayınca, acaba başka bir anlam “evlek” mi dedim içimden. Tarlanın farklı sebzelerin ekilebildiği bölümlerinden biri. Evet, bunların her biri birer evlek tutmuşlar, kendi zerzevatlarını sergiliyorlar.

Neden sonra hatamı fark edip “taraf” sözcüğüne dönünce her şey yerli yerine oturdu. Tartışan taraflara bilinç yoğunlaştırdım.

 

Türkiye’de Demokrasi Ayarını Kırk Yıldır Bir Kadın Veriyormuş

Şimdi bunlar hakikaten dört kişiler. Değişik tarafları tartıştırırken sosyalistleri işin içine katmamak doğru bir tercih. Bu programda da bu uygulanmış. Aynı düzeni savunan, aynı insanlar bunlar. İçlerinde biri varmış eskiden, o bayağı aykırı kaçtığından uzaklaştırmışlar. İsabet olmuş. Bir genç hanımla sık sık kavga ediyorlardı, centilmenliğe sığmıyordu.

Şimdi bu genç hanım değil de Nazlı Ilıcak denen camisi idare eder, ama mihrabı sağlam hanıma hayran kaldım. Türkiye’de rejime demokrasi ayarını meğer abartısız kırk yıldır bu hanım veriyormuş. Ülkede ne kadar özgürlük olacak, ne biçim ve yöntemde olacak. Tek bir yıl, tek bir ay şaşar insan. Hayır, bu hanım şaşmamış. O ne kadarını ve nasılını uygun görüyorsa bu ülkede yıllardır o kadar ve o şekilde demokrasi hayata geçmiş. Büyük gizli şef o mu diye aklımdan geçmedi değil. Ne var ki benim gizli Bilge, büyük dönüştürücünün erkekliğinde ısrarlı. Yine de içimde bir kuşku kaldı, bir not anlamında o da kenarda dursun.

Öteki genç hanım biraz huzursuz. Ilıcak hanıma gıpta ediyor, ondan çok şey öğreniyor, ama belli ki biraz kıskanıyor. Fakat çok yetenekli, o da olacak. Boynuz kulağı geçer mi, şimdikiler çok eğitimli, profesyonel trainingler görüyorlar, geçer mi geçer.

Başka biri, bir bey de var ki aralarında, altın gibi parlıyor. Altan Öymen. Ne kadar kibar, ne kadar beyefendi bir insan. Hep akla davet ediyor, hep nezakete davet ediyor. Halkın batılı tarzda bir demokrasiyle yönetilmesi gerektiği fikrinde en samimi o. Öyle alicenap bir burjuva ki! Bütün büyük burjuvalarımız, bütün burjuva sözcülerimiz, siyasetçilerimiz bu kıratta olsa ne kadar hoş ülkeler, ne kadife gibi yönetimler görürdük, diye düşünüyor insanlar, onun sözlerine kulak verdikçe, güleç yüzünü gördükçe. Ama ne gezer. Yine bir kapışma çıkıyor, karşısındaki genç karaf bir anda caaart diye çiziyor yüzünü. Bırakırlar mı! Ama biraz da bırakmamak gerekiyor. Güçlüler gücünü gösterecek, o daha sağlıklı.

Tartışılan konular dönüyor dolaşıyor yine aynı noktalara geliyor. Hep bu Ergenekon olayı. Darbe, demokrasi, askeri vesayet, hoop dört taraf iki tarafa ayrılıyor, bir suçlama, bir gerginlik, kavga dövüş.

Dikkat ettim de iki şeyi gördüm tüm bu tartışmalarda. Biri şu ki, iki taraf da rahat görünmeye çalışsa da müthiş korkuyorlar. “F tipi” denen bir şey var, önce onu bir cezaevi sandım, meğer bambaşka bir teşkilatlanmaymış. Cezaevi farklıymış. Cezaevi olan işte bu “F tipi”nin insanları içeri gönderdiği hapishanelermiş. Bir de tabii başta büyük Paditör var. İnsanlar işte bu Paditör’den ve “F tipi”nden acayip tırsıyorlar. Sesini yükseltip konuşan, hatta bağırıp çağırıp bunları suçlayanlar, bakıyorum, bakışlarına yansıyor zaten, sabaha acaba alırlar mı beni diye bir yerde fren yapıyor.

Bu ülke Amerika demokrasisine yaklaşıyor sözün başka türlüsü. Orada da konuşursun, istediğini konuşursun da bazen kim vurduya gidebilirsin. Neyse, öte yandan bu insanları izleyen birçok kişide, sıradan vatandaşta şöyle bir duyguyu da oluşturmayı başarmış rejim. Yani hükümet falan. Bu adam bu cesareti nereden alıyor, dokunulmayacağına nasıl güveniyor. Arkasında kim var? Yoksa bir ajan mı? Bir devlet bu duyguyu oluşturmuşsa yurttaşında, uzun süre için sırtı sağlamdır.

Bir de şu ajanlık şeysi öyle ayağa düşmüş ki. Ajan olmak suç değil artık, kamuoyu algısında birine ajan demek suç. O kadar çok ajan var ki. Kimi doğrudan kadrolu, maaşlı, kimi fonlu, kimi parça başı iş görüyor, kiminin sosyal güvencesi yok, taşeron, bunların toplamından fazla da amatör ajanlar var, gönüllü. Şimdi bir ülkede başka ülkelere hayranlık ölçüsünde bağlılık, abartılı ölçüde o ülkeleri örnek alıp örnek gösterme kanıksanmışsa, kim ajan kim değil, herkes ajan olsa ne olur, tüm bunların ne önemi var.

Daha önce belirtmiştim, insanların isimlerini öğrenmekle veya sadece yüzlerini görmekle tüm gizli CV.lerine de ulaşabiliyorum. Bu ülkede siyasete bulaşmış neredeyse herkes suçlu, suçluluk da bu anlamda bir şey ifade etmiyor. Bazıları ki sayıları on binlerle ifade edilebilir, daha ileri suçlar işlemişler, insan öldürmüşler veya sistematik olarak öldürenlere bile isteye arka çıkmışlar… Böyle bir vasatta karşılıklı suçlamalar artık gereksiz bir gevezelik haline geliyor.

Bu anlamda iki taraf da birbirini suçluyor, terörist diye, karanlık diye. Bakıyorum geçmişlerine, hükümete sırtını dayayıp daha cesaretle suçlayanlar, insanları sürek avına uğratanlar aslında geçmişlerinde daha suçlu. Tarihin yasası bu. Bu hep böyle olmuş neredeyse. İlginçlik arz etmiyor. Ama “Dört Taraf”ı öyle izledikçe beni bir hayli sıkıyor.

Korkuyor iki taraf da dedik. Şu anda iktidarda olanların karafları da korkuyor. “Yahu siyaset bu, hava birden döner mi. Döner mi döner. Şapa oturduk o zaman!” Gözleri içlerini açık ediyor.

Yine de bir şeye seviniyorum. Bunlar, tüm bu insanlar bana benziyor. Giderek daha çok bana benziyor. Öyle kaba saba değil, nazik çoğu, bakmayın ara sıra öfkelendiklerine, terbiye sınırlarını çok da aşmıyorlar. Belki ilerde benim kadar soğukkanlı benim kadar buz hisli hale gelebilirler. Böyle bir evrime girebilirler. İşte o tam dönüşüm olur. İşte bunun işaretlerini alıyorum onlarda, tartışan dört tarafta. Güçlünün hukukunu gözetiyorlar her şeyden önce. Bu iyi. Sadece bir noktada ayrılıkları bariz: Güçlü gerçekte hangisidir ve güçlünün gerçek hukukunun nedir? Sosyalistleri dışlamaları, sosyalizmi bir karşı seçenek anlamında düşünmemeleri isabetli. Toplu vicdan denilen ucubeye ihtiyatlı yaklaşmaları böyle yapan herkes gibi onları da üstün kılıyor.

Yine de benim aradığım sır orada değil. Bu konuşan şahıslar içinden gidemem saklı geçide. Başka bir şey gerek.

 

BÖLÜM III-

Adamımı Bulmuştum: Mehmet Han

Yorulmuşum. Henüz herhangi bir bilince sızmadan, o ateşten gömleği üstüme geçirmeden yorulmuşum. Nefes almalı, evrenin boşluğunu içime çekmeliyim bir süre.  

Aklım daralmış, kararmış. Bunu size nasıl anlatabilirim. Uzun süre, günler günler boyu  mikroskopla bakmak gibi bir şey. Yüce evrenin akılların almayacağı genişliğini anlık koşturmalarla biteviye kat etmeye alışmış biri olarak, bir virüs kadar ufak gezegende elektronlar kadar tozumsu ülkelerden bilgi sağmak…

Evrene açıldı algılarım, o geniş sessizliğin yüce deviniminde biraz huzur buldum, güç depoladım. Aklım yine büyüdü büyüdü, tatlı bir gerinmeyle ışıklar ve karanlıklar içinde yayıldı. Sonra toplandım. İşte o an ulaştım!  

“Taraflar arasında tarafsız olan.” Böyle şifre vermişti rehberim Yaşlı Bilge. Kimdi bu? Kim bu olur mu, açık işte. Onu keşfettim. Kendisi asıl kilit kişi değildi, ama beni ona götürecek ulaktı. Söylemiştim ya, bu seçim çok önemliydi, insan bilincine ancak iki, belki en çok üç kez girmeye katlanabilirdim her gelişimde. Denemelerimde yanılmamak zorundaydım. Ama sezgilerim artık tek kişiyi işaret ediyordu. Onu.

Mehmet Han. Adı buydu. Hala genç sayılabilecek orta yaşa yakın ve çok popüler bir medyacı. Herkes onu esas olarak televizyoncu olarak bilir. Haber sunucusu ve haberci olarak ün yaptı, bir dinci kanalda yıldızı parladıktan sonra merkez medyanın en önemli televizyonuna geçti. Orada uzun süredir ses getiren söyleşiler, tartışma programları yapıyor. Aynı zamanda gazete yazılarıyla memleketi hayli etkiliyor. Tarafsız arıyorsam, ondan alasını bulamazdım. Onu, Mehmet Han’ı bulmuştum.   

Bu kişiyle ilgili derhal veri taramasına giriştim. Aradığımın o olduğuna ve hayır o olmadığına dair belirtiler üst üste geliyordu. Çünkü daha önce ele aldığım pek çoklarının aksine kötü bir adam değildi bu. Vicdan denilen baş belasıyla öyle abartılı ölçüde olmasa da sık sık hesaplaşmaktaydı. Bunlar benim için nahoş şeyler. Özellikle karşı duygu geliştirdiğimden değil, nahoş derken size anlatmak için böyle duygulanımsal ifadeler kullandığımı artık öğrenmişsinizdir. İnsanın dönüşümü, sıçrayışı açısından ayak bağı olabilecek ne varsa onları da son derece buz gibi karşılarım da, böyle niteliklerin insanlığın geleceği açısından işe yarayacağını sanmıyorum. Bunu anlatmak istiyorum.

Yine Mehmet Han’daki bir tarifsizlik, bir sınır koyma, kategoriye yerleştirme zorluğu kesindi ve asıl ilgimi bu çekiyordu. Hatta hakkında internette biri yazmış: “UBO” yani “tanımlanamayan sakallı cisim”. Sedat Malor ismindeki bir gurmeyle yaptığı mülakat esnasında çözdüm adamı. Bu Malor gurme değil dedektif olmalıymış, dahası psikolog. Psikolog dedektif. Yemekle içmekle yaklaşıyor, kabarmış iştah duygularının altından karşısındakinin dilini çözüyor, tüm karakterini, saplantılarını, komplekslerini birkaç dakikada ortadan bölünmüş kelle gibi masanın ortasına sunuyor.

Bu bahsi geçen Mehmet Han gerçekten önemli bir kişiydi. Değişti, değişmedi; mahallesi aynı mahalle değiştirdi, bizi sattı, yok aynı kaldı etrafında müthiş bir ağız kalabalıklığı, kulakları gözleri tırmalıyor her bir yanda. Baştan dinciymiş, şimdi liberal olmuş, hayır şimdi de dinciymiş, hükümeti destekliyormuş, yok hükümete karşıymış ama büyük sermayeyi tutuyormuş, her kafadan bir ses çıkıyor. Eleştirilerin her birinin haklı bir yan taşıması ve eleştirilerin birer şahıs olarak bizatihi sayısı, Han’ın hiç de yabana atılacak karakter olmadığını gösteriyordu.

Başka bir mülakatını izledim, yine ben değişmedim diyordu orada, zaten mahalle diye bir şey de yok, varsa bile bunlar mutlak değildir, geçişkendir. Önceki dinci kanalda zaten yüksek maaşla çalışıyormuş, şimdi de yüksek maaş alıyormuş, değişen bir şey yokmuş, eskiden ayrıcalıklıydım, şimdi de ayrıcalıklıyım demek istiyordu. Ama bu yüksek maaşlar onun bir yerlerini kaldırmıyordu, böyle demek istiyordu. O zaman da inanç özgürlüğünden kıyafet özgürlüğünden yanaymış, şimdi de. O zaman da mağdurlardan yanaymış, egemeni eleştiriyormuş, şimdi de. “Merkez”e geçmekle daha kendisi gibi olabilmiş, daha özgür olabilmiş.

Yazdıklarımı okumuyorlar, beni takip etmiyorlar, etseler zaten neyin değiştiğini neyin değişmediğini göreceklerdir, diyordu. İnsanlar okumadan, araştırmadan konuşuyor, yazıyor. Ne var ki internette onun hakkında da aynı doğrultuda çok sayıda suçlamaya rastladım. Zaten bir insan ne kadar çok konuşuyor, ne kadar çok yazıyorsa o kadar az okuyordur, basit bir matematik zaman hesabıyla bu gerçeği keşfetmek mümkün. Ancak bir dehaysa kişi, o yönde  aykırı bir örnek teşkil edebilir. Bu derece dehalara ise milyonda bir rastlanır.

Evet, işte öyle eleştiriler vardı hakkında, hem de bir hayli yoğun. Birtakım kayıtları gözden geçirdiğimde eleştirilere hak vermezlik edemedim, tabii ki bu da seçimimim doğruluğuna dair kanıtları artırdı. Şöyle ki, benim de izlediğim söz konusu izlencelerinde Mehmet Han konuya gayet anlamlı bir başlangıç yapıyor, sonra o süperego denen siğilinden çıkan birtakım sorularla karşısındakini ve izleyen milyonları ağır bir havaya sokuyor, bir süre öyle gidip beklentiyi iyice kabarttıktan sonra birden bire öyle bayağı bir yorumla ya da öyle saçma bir soruyla yabancılaşma yaratıyordu ki, oh işte gerçek insan gerçek dünya dedirtiyordu nihayetinde. Başka deyişle bu adam tam anlamıyla karşısındakini ve meseleyi değersizleştirme uzmanıydı. Yani yerin dibine sokmayı kast etmiyorum. Onu Huysuz Virjin yaparmış. Bu adam merkeze çekiyordu kişiyi veya mevzuu, tam merkeze, iyice ortalamaya, bayağılaşmayı bu suretle gerçekleştiriyordu. Merkezde bu denli tutulmasının sırrı da bu olsa gerekti.

 

Merkez Medyanın Gizemi Merkez Efendi’de Çözülüyor

O merkez medyanın merkezi ortak iktidar denilen soyut ama sizlere göre soyut, benim için ise pek açık görünür egemenlik odağıyla ilişkisini en doğrudan temsil eden insanlardan biriydi. Böylelerine pek az rastlanır, tüm ülkede kırk bilemediniz elli kişidirler. Onların içinde en göze çarpanı, daha doğrusu benim amacım için en elverişli görüneni kuşkusuz Mehmet Han’dı.  

Dedim ya, bende bir tatsızlık yaratan vicdan denilen aberran uzantısı biraz daha fazla çıkıntı yapsa hemen çizerdim üstünü, ama son derece ölçülüydü. Ben mağdurdan, haksızlığa uğrayandan yanayım diyordu örneğin ve hemen ardından “Bu yediğimiz kuzu altı buçuk aylık mı yedi aylık mı?” diye soruyor, “Ooo çok kıvamında pişmiş” diyerek mideye indiriyordu. Ne alaka diyebilirsiniz. İnsanın gerçekte nasıl yaşadığı ve daha önemlisi ne yediğiyle çok ilgilidir bunun çok ötesine geçtiği düşünülen adalet ve eşitlik hislerinin yere basarlığı, ama daha uzun izah etmeye kalkıp canınızı sıkmak niyetinde değilim.

Her neyse, bu Sedat Malor’la yaptığı kısa sohbet, olaydaki gizemi dakikasında çözdü. Mehmet Han merkez medyayı, merkez medya onu seçmişti, çünkü Mehmet Han Merkez Efendi’yi çok seviyordu. Garip bir ironi, o sırada da Merkez Efendi lokantasında yemek yemekle meşguldü. Merkez Efendi şöyle diyormuş: “Hayatta bir şey iste gerçekleşsin desinler, istediğim şu olurdu: Hiçbir şey değişmesin, her şey, herkes aynı kalsın. Herkes kendi merkezinde kalsın.” Onun için bu alime Merkez Efendi demişler. Gerçi bu son derece anlamlı sözle merkez medyada bulunmak arasında tam bir bağlantı kuramadım, ama Mehmet Han’ın böyle bir alaka kurduğu kesindi ve önemli olan da buydu.

Bir şey daha şaşırttı beni, gördüm ki bazı programlarda da yapıyor benzerini. Keyifli bir yemek masası sohbetine başlamak üzereler. Şöyle söyledi bizimki: “Buranın ambiyansı da çok güzeldir. Yanda da bir mezarlık var!” Ne demek istemiş olabilir?

Boş verelim artık bunu, tamamdı, karar verilmişti. Şimdi sıra gelmişti uygulamaya. Mehmet Han’ın bilincine, beynine girilecek, o hiçbir şekilde değişmeksizin, aynen doğallıkla her zamanki hallerinde oturup kalkar yazar konuşurken onun içinde olunacak, onun o bilincinin şeyleri nasıl gördüğü içerden yaşanacaktı. Hemen, şimdi. Vakit geçirmeye gelmez, yoksa daha çok bunaltır, korkutur beni. Zaman geçtikçe daha da zor, çok daha zor hale gelir. Bul onu ve yap görevini.

Buldum onu. Pahalı bir lokantada küçük tuvaletini yapmış, masasına dönüyordu tam o anda. Bir arkadaşıyla birlikte gelmiş buraya. Öğle yemeğini birlikte yemişler, arkadaşının işi varmış, az önce kalkmış, o da bir kahve söyleyecek, bir süre sonra ayrılacak. Düşünceli, ama özgüvenli ve mağrur havada her zamanki gibi. Alçak gönüllü bir kibir içinde. Etraftakilerden bazıları onu süzüyor, başka gözlerin üstünde dolaşmasından memnun görünüyor Han. Zaten öteki masalardaki insanların da çoğu tanınmış, kalbur üstü simalar. Böyle insanların bakışlarını yakalamaksa başka bir gurur kaynağı. Zavallı, az sonra olacakları bilmiyor. Ne zavallısı, ona hiçbir şey olmayacak ki, hiçbir şey hissetmeyecek ki, olan bana olacak, piyango ona değil yine bana vuracak.

Hadi bekleme yap. Saniye geciktirmek acıyı artırır, korkuyu kabartır. Yaşamda tek bir şey varsa korktuğumuz, bir tür olarak, o da işte budur. Başka bir bilince girmek. Aniden gerçekleşmeli ve o acı bir anda hissedilip olabildiğince hızlı alışılmalı. Kış ortasında buzlu suya atlamak gibi birden. Kıyıda ne kadar güç toplayamaya çalışır, irade keskinleştirmeye gayret ederse kişi, gücü o kadar hızla erir, iradesi o oranda çabuk gevşer. Bu hafif bir benzetme oldu. İntihar eder gibi. Onun öncesindeki anlar. Çek tetiği tereddüt etme, tereddüt edersen yıkılırsın. Çek tetiği ve bitir işi.

Çektim tetiği. Bir anda! 

Bu şoku nasıl anlatmalı? Daha önce denemiştim biraz, ancak tam olarak kavrayabileceğinizi sanmıyorum. Birden bire karanlık bir mahzene düşmüş gibi olursunuz. Zifir karanlık. Tek bir ses de yok. Tek bir çıkış görünmüyor. El yordamıyla sağı solu araştırmaya başlarsınız. Derin bir umutsuzluğa düşersiniz. Bu hep böyle mi devam edecek. Sonra yavaş yavaş alışmaya başlarsınız. Gözünüz ışıksızlığa alışmaya başlar. Elleriniz dakikalar içinde hayret verici şekilde ustalaşır. Sessizlikte önce kendi sesinizi, yüreğinizin telaşla atışlarını, sonra bastığınız yerlerin çıtırtısını hissedersiniz. Birtakım anlamsız karaltılar seçilmeye başlar. Yok böyle değil aslında. Platon adında eski bir düşünürün mağara benzetmesini andırdı. O da kendi çapında değerli bir eğretilemedir de konumuza tam uymuyor.

Şöyle düşünün: Birden bire bir koyun oldunuz. Basbayağı koyun. Çevrenize bakarsınız. Ot görürsünüz, çimenler. Sizi en çok ilgilendiren şey, sizin yaşamınızın en önemli anlamı, ontolojik gerekliliğiniz bu çimenlerdir. En derin yaşam amacı ottur. Birçok şeyi, çevrenizdeki öteki tüm şeyleri bir teferruat gibi görürsünüz, dikkat bile vermezsiniz, verseniz de hiç ama hiçbir şey anlamazsınız, sadece ot varlığı vardır, ot azlığı, ot fazlalığı ve yemek yeme güdüsü. Ve bir de varsa öteki türdeşleriniz. Anlamlandıramadığınız bir güven duygusu verirler onlar da, sadece bu kadar, eğer çiftleşme zamanınız değilse cinsiyetler bile önemsizdir. Yavrunuz yoksa öteki küçük ebatlı koyunlar da sadece küçük ebatlı koyunlardır. Böyle bir şey.

 

 

18-06-2013
Facebook
DOST SİTELER
Toplam Giriş Sayısı : 2210549
Arama

İmzasız yazı yayımlanmaz. Yazıların sorumluluğu öncelikle yazarına aittir.